Geçen hafta, Roma’nın yıkılışını takiben Batı ve Orta Avrupa’nın içine düştüğü bunalımı, yaşadığı keşmekeşi aktarmıştık. Bu vaziyet içerisindeki Avrupa halkları için Kilise, kurumsal yapısıyla bir kurtarıcı gibi vazife görmüş, güvenilir bir liman halini almıştı. Ancak Kilise, iyilik yapmayı gerçek bağlamından koparmıştı; bir ayağı “müteâl”de olan bir dinin, tanımı gereği ferdî ve içtimaî meseleler karşısında, o meselelerin halli yönünde fedakârâne bir tutumla ferd ve cemiyetin yanında olması gerekirken, Kilise diğer tipik seküler kurumlar gibi çalışmış ve dünyaya “menfaat ekseninden” bakmıştı. O yüzden zor durumda bulunan insanlara tesis ettiği hayır kurumları vasıtasıyla yardım ederken, aynı zamanda onların bağlılıklarını satın almayı hedeflemekteydi. Reform hareketlerinin Avrupa halklarının sıkı sıkıya elinde tuttuğu dizginlerini gevşetmesine yol açana kadar Katoliklik, tüm Orta ve Batı Avrupa’nın baskın içtimaî ve dolayısıyla siyasî gücü olmayı yüzyıllar boyunca sürdürmüştü. İncil’in “insanlara karşılıksız iyilik etme” emir/tavsiyesi, Kilise’yi yöneten Batı adamının elinde gayet kullanılışlı bir iktidar manivelası oldu. Görüntüde karşılıksızdı yapılan iyilikler, ama gerçekte en acımasız bir biçimdefaturaları kesilip ödemeleri alınmaktaydı.
Haçlı Savaşları, Batı’da Kilise adamlarının hâkimiyeti altındaki bu gidişatta ilk ciddi kırılmaya yol açan hadiselerdir. Kilise açısından travmatikneticeler getiren bu seferleri başlatan da, kaderin bir cilvesi olsa gerek, yine Kilise’nin kendisiydi. Papalığın 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi’nde Selçuklulara yenilen Bizans’ın “asker ve para yardımı” çağrısını kendi menfaati istikametinde yorumlayıp 1085’te hazırlıklarına giriştiği ve savaştan 25 sene sonra, 1096 yılında, yoğun bir kampanya ile başlattığı seferlerdir bunlar. Sayıları çok olsa da asıl önemli olanlar ilk üç tanesidir. İlki, Kudüs’ün işgali neticesini getirmekle başarıya erişen ve tabii tüm mukaddes toprakları kana boğan, ikincisi tüm doğuyu ele geçirme gayesiyle başlayıp tam bir hezimetle neticelenen ve üçüncüsü de Kudüs’ün Müslümanlarca geri alınmasına karşılık başlatılan seferlerdi.
Kilise’de tecessüm eden Batı zihniyeti, niçin Haçlı seferlerini başlatma ihtiyacı hissetmiştir? Rivayetler ve görüşler muhtelif olsa da, bu konu üzerine çalışanların kahir ekseriyeti meselenin maddî olduğu hususunda ittifak etmektedirler. Işın Demirkent’in “Haçlı Seferleri Tarihi” isimli eserinden:
“Papa Bizans’ın yardım talebini kabul etti fakat onun amacı Bizans’a yardımdan çok Doğu topraklarını ve Kudüs’ü ele geçirmek, Papalığın görüşlerini benimsemeyen ‘Heretik’ Doğu Hıristiyanlarını kontrol altına almak ve Avrupa’nın içinde bulunduğu krizden kurtulmasını sağlamaktı. Çünkü 1094 senesi şiddetli kuraklığın getirdiği açlık ve sefalet, salgın hastalıklar ve artan nüfus gibi problemler yüzünden Doğu, Batılıların gözüne âdeta bir cennet gibi görünmeye başlamıştı.1095’te toplanan ClermontKonsili’nde, Papa, Hıristiyanları Kudüs’ü ve doğu topraklarını ele geçirmek, özellikle havarilerin yaşadığı yerleri ve onlara ait kalıntıları Müslümanların elinden kurtarmak için yapılacak kutsal savaşa davet etti. Dünyevî ve uhrevî pek çok vaatte bulunarak onları Haçlı Seferi’ne ikna etti. Kilise sadece dinî bir kurum değil, aynı zamanda geniş toprakların yöneticisi siyasî bir otoriteydi.Avrupa toplumu feodal ailelerin birbirleriyle savaşları ve şövalyelerin adeta terör estirdiği büyük bir buhran içindeydi. Bu sefere katılacak kontlar ve dükler için öncelikli hedef maddî çıkarlar ve yeni topraklara sahip olmaktı. .(Işın Demirkent, Haçlı Seferleri Tarihi, sh. 12)
Gerçekten inananları bedava asker olarak kullanmak, kendine göre bir meşruiyet zemini temin etmek vs. gerekçelerle “Haçlı” ismini alan bu seferler ilkin Endülüs Müslümanlarına karşı tertib edilmiş (1017’de) ve 1492’de son İslâm devleti teslim olana kadar kesintisiz bir şekilde yaklaşık 4 asır sürmüştür. Hülasa, “Haçlı Seferi” tabiri, doğuşu ve tanımı gereği İslâm’a karşı savaş demektir ve bugün bütün Hıristiyanlık âlemi kendini bu merkezî fikirle izah gayretindedir. Bunun olmadığı yerde boşluğa düşmektedir. Konumuz Haçlı Seferleri’nin Hıristiyan Batı toplumları açısından halen süren sosyo-psikolojik tesirlerini irdelemek olmadığından burada parantezimizi kapatıp Haçlı Seferleri ile Batı’da vakıf anlayışının nasıl değiştiğini incelemeyi sürdürelim.
Doğu’ya yönelik Haçlı Seferleri’nin en önemli ciheti, Endülüs’ün aksine, hezimetle neticelenmiş olmalarıydı. İspanya’dan Müslümanları peyderpey yenerek kovalayan Haçlı zihniyeti, aynı durumu, ama bu sefer obje kendisi olmak üzere Anadolu, Suriye ve Filistin’de yaşamıştı. Endülüs’e yapılan Haçlı Seferleri’nin askeriye ve denizcilik alanında bazı gelişmelere yol açmaktan ve İspanya kültürüne Arab tesiriyle eklektik bir yapı kazandırmaktan başka kurumsal bir neticesi olmamasına rağmen, Doğu’ya yapılanlar Batı toplumunda trajik dönüşümlerin tohumlarını atmışlardır.
Haçlı Seferleri’nin kanaatimizce en önemli neticesi, Hıristiyan Batı toplumlarının zihin ve ruh dünyalarındaki Kilise tekelini kırmış olmasıdır. Kudüs’e yönelik gerçekleştirilen ve ilkine birmilyondan fazla kişinin katıldığı söylenen Haçlı Seferleri, Batı Hıristiyanlarının, ilk elden Doğulu dindaşlarının büyük tesiri altında kalmalarına yol açmıştır.“Sapkın ve kâfir” biçiminde tavsif ettikleri Müslümanların içtimaî, idarî, ilmî ve askerî sahalarda kendilerinden çok önde olduklarını görmeleri, tutarlı ve ruhlara hitabeden bir dünya görüşü üretmekten aciz ve sadece dünyevî ve semavî “cennet hayalleri” satıp yetmediği yerde despotizme başvuran Kilise’nin hükümranlığındaki Batı Hıristiyanlarının derinden etkilenmesi sonucunu doğurmuştur. Elbette bu vaziyetin tabii neticesi, ya dinlerini yeni bakış açılarıyla yorumlamak ya da toptan inkâr etmekti. Bizim ilgi sahamıza giren ilk gruptakiler.
İslâm âleminde hastanelerin, okulların, içtimaî yardımda bulunan müesseselerin çokluğu muhtemelen bu “Frenk” tayfasını afallatmış olmalı. Başta sadece yıkma yönünde çaba gösteren Haçlılar, akabinde belli bölgelerde egemenlik kurup “devlet” olunca, yıkma işlerini bir kenara bırakıp düzeni tesis ve “yapma” faaliyetlerine girişmek durumunda kaldılar. Şaka bir tarafa, İslâm coğrafyasında şu veya bu şekilde iki asır boyunca “devlet” olarak varlıklarını sürdürdü Haçlılar. Bu arada Müslümanların kurdukları birçok müesseseyi de kendi veya hemen komşu İslâm ülkelerinin idareleri altında işlerken gördüler.
Haçlı kontlukları, bulundukları bölgeler itibariyle hem Müslüman topluluklarla hem de Bizans ile yoğun bir münasebet kurmak zorundaydılar. Civarlarındaki toprakların mülkiyet durumuna başlangıçta yaşanan savaş hali sebebiyle pek ehemmiyet vermemiş olsalar da, zaman içerisinde nisbî barış hali tesis edildikçe bu husus dikkatlerini çekmiş olmalı. Zaten dinî yaşayışlarından ve kahramanlıklarından müteessir oldukları civar Müslümanlarının, bilhassa da Selçuklu Türklerinin kurumsal düzenleriyle alakadar olmaları, Avrupa’da tecrübe edip bu coğrafyaya ithal etmeye çalıştıkları “feodalite”nin bir türlü dikiş tutmaması üzerine başlamıştı. Müslümanlar, sevab kazanmak maksadı ile cemiyeti ilgilendiren her hususta vakıf kurma itiyadındaydılar.Bunun neticesi olarak İslâm coğrafyasında külliyetli miktarda arazi, vakıflara akar sağlamak gayesiyle tahsis edilmiş bulunmaktaydı. Bu durum, toprak mülkiyeti konusunda son derece mutaassıp Haçlıların İslâm coğrafyasında –ve tabii Bizans’ta da- yüz yüze geldikleri ve onları son derece şaşırtan bir hakikatti. İnsanların kendi arzularıyla, hem de en verimli arazilerini ihtiyaç sahiplerine yardım maksadıyla ellerinden çıkarmaları ve bundan hiçbir maddî getiri beklememeleri, onların pek alışık olmadıkları bir vaziyetti.
Kilise, geçen sayılarımızda da işlediğimiz üzere, Roma’dan kalma bir gelenekle mülk edinebilmekte ve para ticareti yapabilmekteydi. Normalde faiz, tıpkı İslâm’da olduğu gibi, Hıristiyanlıkta da yasaktı. Ancak Hıristiyan din âlimleri, omurgasız ve menfaatçi mizacın şiarı olan “kuralları zaman ve zemine uygun olarak değiştirme” refleksine sahiptiler ve Hıristiyanlığın diğer tüm rahmanî cihetlerini törpüledikleri gibi bunu da törpülediler. Dolayısıyla, tanrı’nın hizmetine matuf olması kaydıyla faiz yasağı gevşetildi ve Kilise’nin belli bir faiz karşılığı borç veren bir kuruluş tarzında çalışmasının önü açıldı. Tabii bu gerekçe göstermelikti ve fiiliyatta da bu şekilde tatbik olunmadı. Müslüman ülkelerde de (rıbh) adı ile bilinen belli bir gelir karşılığında borç veren vakıflar tesis olunmuştur; ancak bu gelir, tabii vakıfların genel çalışma prensibi gereği, tamamen hayır işlerine harcanmak durumundadır, hiçbir dünyevî gayeye tahsis olunamaz. Para vakıfları başlığı altında toplanan bu tarz kurumlar dışında da bu işlemi yapma salahiyeti kimseye tanınmamıştır. Kilise ise bu yöntemi, Yahudilerde olduğu gibi, kendi kurumunun kasasını doldurmak ve halkın aleyhine sürekli semirmek maksadıyla istismar etmiştir. İslâm’daki para vakıfları (rıbh) namı ile aldığı fazla değeri kayıtsız şartsız fakirlere dağıtır, yani bir nevi zenginlerden fakirlere doğru servet transferi metodu olarak kullanırken, Kilise tam tersi bir yol izlemiştir.
Birinci Haçlı Seferi’nde kurulan Kudüs Krallığı ve diğer kontluklar münasebetiyle birçok Avrupalı bu coğrafyaya yerleşti. Bunların çocukları bir asır sonra farklı bir nesil haline gelmişlerdi; mutaassıp ve dünyaya kör dede veya babalarından farklı olarak yeni bir kültür ile temas etmelerinin zenginliğine sahiptiler. Bu insanlar şu veya bu sebeple ana vatanlarına geri döndüklerinde (tabii asıl geri dönüş sebebleri Müslümanlar tarafından kovalanmalarıydı) İslâm ve bir miktar da Bizans medeniyetinin tesis ettiği müesseselerin benzerlerini kurma çabası içine girdiler. Endülüs ve Sicilya gibi yerlerde de Hıristiyanlar İslâmî müesseselerle karşılaşmışlardı, ancak Avrupa’da ciddi manada hastanelerin, üniversitelerin, kütüphanelerin ve sosyal yardım kuruluşlarının tesisinin Haçlı Seferlerinin hemen ardından vukû bulması, asıl tesirin Haçlı Seferleri sonrasında kurdukları devletçikler vasıtasıyla olduğu tezini güçlendirmektedir.
Burada ortaya attığımız tez, Roma dönemi sonrasında Hıristiyan Avrupa’da hiçbir hayır kurumunun tesis olunmadığı değildir. Bilakis bu hususta birçok örnek de mevcuttur. Ancak bu tarz kurumların banilerinin çoğunlukla dünyevî beklentilerle bu faaliyetlere giriştiklerini, halisane niyet taşıyanların da Avrupa’nın o devirdeki manevî ve hukukî vasatından ötürü ancak kısa ömürlü tesisler oluşturabildiklerini ifade etmek istiyoruz. Batı ve Orta Avrupa’da 12. Asır ve sonrasında ülkelerin üst tabakalarını oluşturan sınıfların zihnî çerçevelerinde büyük bir dönüşüm yaşanmaya başlanmış ve bu durum 15. Asır (Rönesans)ının zuhuru için müsait şartları hazırlamıştır. Bu dönüşümün tetikleyicisinin, Müslümanlarla girdikleri münasebet olduğunu ve bu münasebetin mahiyetinin, hep ileri sürüldüğü gibi,Yunan klasiklerinin Avrupalıların istifadesine sunulmasından ibaret bulunmadığını belirtmek istiyoruz. Suriye, Filistin ve Anadolu’da kurdukları kontluklar marifetiyle ve civardaki ülkelerle girdikleri yoğun ticarî bağlar münasebetiyle Avrupalılar, Müslümanların yaşayışlarından ve kurumlarından son derece etkilendiler.Avrupa’nın orta çağlar boyunca bir türlü üzerinden atamadığı içtimaî ve idarî buhranı, İslâm ülkelerindeki kurumsal yapıları ve benzeri bir ortamı Avrupa’da oluşturmakla aşabileceklerine kanaat getirdiler.
Gelecek sayımızda kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Baran Dergisi 443. Sayı