Kadim dostum Muzaffer Doğan Bey ile sohbet ederken, başlık yaptığım bu cümleyi kullanmıştı: “Necip Fazıl’sız edebiyat olur mu?”; diye. Ne yazık ki oluyor herhalde: Bir kesim edebiyatta, Üstad’a kendilerini kapalı tutmaktadır. Hiç unutmam, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde hocalık yapmış ve oradan da emekli olmuş bir kadın benim bulunduğum şehrin üniversitesine gelmişti. Gıyaben tanıdığımız, Mehmet Kaplan’ın asistanı olarak üniversitesinde görev aldığı için sağ kesimde olduğunu düşündüğümüz bu kadını, üniversitede okurken bir talebesi ile ziyarete gitmiştik. Sözün başında; ‘Arzu buyurursanız bir gün evimizde sizi ağırlamak isterim Hocam”, dedim. Tebessümle,’Olur bakalım’ karşılığını verdi. Söz sohbete dönüştü, öğrencisi kendisine Necip Fazıl’dan söz edince, kadın birden ciddileşti ve hiç akla gelmeyecek bir tepki verdi. Üstelik bir de ağır ve incitici bir dil kullandı. Şaşırmıştım, hemen oradan uzaklaştım, bir daha da arayıp sormadım, evime de davet etmedim.

Bir edebiyat hocasının, hatta edebiyata ilgi duyan her insanın Necip Fazıl’ın şiirlerini bütünüyle benimsemesini beklemek elbette ki düşünülemez. Beğendikleri ya da beğenmedikleri varsa söyleyebilir.  Eleştirebilir, eksiğini-fazlasını dillendirebilir. Hatta ‘Necip Fazıl’ın şiiri bana hitap etmiyor’, da diyebilir. Bunun yadırganacak tarafı yoktur. Çünkü hiç kimse yazdıklarıyla tartışılmaz değildir. Bakınız, Yunus Emre şiirleri için bu öngörüyü ne güzel kullanmış ve uyarılmasının normal olduğunu söylemiştir:  

 

“Dervîş Yûnus bu sözü eğri büğrü söyleme

Seni sigaya çeken bir Molla Kâsım gelir”1

Ancak aşağılayıcı bir dil kullanarak toptan ademe mahkûm etme hakkı yoktur. Sonra, bir edebiyat hocasının edepli olması gerekmez mi? 1950 öncesi toplumun yaşadığı siyasî travmada kendi insanının yanında yer alıp sisteme başkaldıran bir şairi anlamamak, o döneme özlem duymak demektir. Demek ki, mevcut kapasitesiyle Necip Fazıl’ı anlayacak seviyede birisi değilmiş.

Sanırım özellikle radikal sol’dan kendisine yöneltilen ağır saldırıların yanında bu tür düşmanca tavırları bildiğinden olacak ki, Üstad bir beyitinde şöyle der:

Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın;

Gündüz geceye muhtaç, banaysa sen lazımsın.”2

           

Gücünü kendinden gören her edebiyat adamı, dışarının telkinlerinden pek etkilenmez. Bunun en canlı örneği Necip Fazıl’ın bugüne kadar gelen duruşudur. Tehditlerle, kanunlarla, cezaevleriyle susturmak istediler, o yüklendiği manevi sorumluluğunun idrakinden uzaklaşmadı. Böyle çiğ çıkışların takozu ne ölçüde etkileyecektir, bu mümkün mü?

Bu işin bir de mesleki sorumluluğu bakımından ahlaki tarafı var: Bu tür duruş sergileyen böyle katı tavırlı olan hocalar, derslerinde edebiyattan, şiirden, hikâyeden, romandan, denemeden söz ederken, böyle bir ismi yahut benimsemedikleri isimleri nasıl anlatırlar, meraka değer doğrusu? Bizde kültürün gelişmemesinin ana sebeplerinden biri, sekülerleşen bu tür insanların taraflı olmalarıdır. Bu hanım hocanın Necip Fazıl’ı önemsemediği, hatta ona karşı ağır dil kullanması, Necip Fazıl’a bir şey kaybettirmez. İlim adamıysan objektif olmak durumundasın. Kendi keyfi tercihini başkalarının karşısında bir insanın kişiliğini zedeleyecek şekilde kullanmaya kalkarsan bu kültür istismarı olur. Bakın, bu konuşmanın üzerinden yıllar geçtiği halde, bugün bu davranış, olumsuz bir örnek olarak kınanıp anlatılabilmektedir. Kaybeden kim, Necip Fazıl mı, ona hezeyanlarıyla saldıranlar mı? İlim adamı oluğunu zannedenlerin akil insan kabul edilemeyişinin nedeni buymuş. Çünkü karşısındakine saygı göstermeyen, kendisi de bunu görememektedir. 

Bu meseleden dolayı, Üniversitede kendisini yanına asistan olarak alıp yetiştiren Prof. Dr. Mehmet Kaplan’dan mı telkin geldi diye düşündüm. Üstad hakkındaki tespitlere bakınca, böyle bir şansı da yakalayamamış; Kaplan, “Cumhuriyet Devri Türk Şiiri” kitabında Üstad’ın “Kaldırımlar” şiirini ele alarak uzunca bir tahlil ve değerlendirmede bulunarak “O bir mizacın şairidir”, der. Kaplan, bu şiirden hareket ederek, şairin ruh dünyasını anlatırken şu ifadeleri kullanır:

’Kaldırımlar’da bu mizaç en sanatkarane ifadelerinden birini bulmuştur. Şairin kudreti, kendi ruh haline en uygun sembol, atmosfer ve ahengi bulabilmesindedir. Türk edebiyatında büyük şehrin ortasında ferdin yaşadığı yalnızlığı bu kadar kesif ve kuvvetli olarak anlatan pek az şiir vardır. Necip Fazıl, duygularına en uygun hayaller yaratmakta mahir olan bir şairdir. Onun şiirlerinde imajlar bir süs veya kelime oyunu değil, fonksiyonları olan, duyguların mahiyetini ve şiddet derecelerini ifade eden vasıtalardır. “Kaldırımlar”da mısraların kuruluşları da dikkate şayandır.  Her mısra kendinden önce ve sonraki mısraa bağlı olmakla birlikte tek başına bir manzara veya ruh halini tespit eden bir bütündür.”3

İlim adamındaki objektif bakışın güzel örneğini Mehmet Kaplan’ın bu ifadelerinde görürüz. Aşağıdaki metinde, sağda Necip Fazıl’ı anlattıktan sonra solda yer alan Nazım’ı da ihmal etmez ve şunları söyler:

“Son zamanlarda Nazım Hikmet’i piyasaya sürenler, onu beynelmilelci bir şair olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Dayandıkları başlıca delil, Nazım’ın eserlerinin muhtelif dillere çevrilmiş ve hakkında övücü yazılar yazılmış olmasıdır. Yalnız bunları yapanlar umumiyetle komünistlerdir. Nazım, ne hayat görüşü, ne şekil, ne de üslup bakımından dünya şiirine yeni bir şey katmış değildir. 20. Yüzyıl dünya şiirine istikamet verenler Nazım’ın belagatten ileri gitmeyen parlak ve şişkin ifadelerle dolu sığ ve fazla gürültülü şiiri büyük bir değer ifade etmez.”4

Bu kadın, anlaşılan hocasının bu gözlem kabiliyetinden etkilenmemiş, yazık doğrusu!

Demek ki, bazıları göründüğü gibi düşünen ve yaşayan olamıyormuş. Üniversitede edebiyat hocası olmak, imtiyaz alanını sahiplenmek değildir... Bir edebiyat uzmanı ise eleştirebilir, eksiğini fazlasını söyleyebilir, ancak tahkir ve tezyif eden bir dil kullanmaz, kullanamaz! İşi bu yöne sürüklediniz mi kişiliğinizdeki zaaflarınız ortaya çıkar. Bu da başkalarının kişiliğine saldırı hakkını size vermez. Bunu yaparsanız küçülen siz olursunuz.

Bakınız, bu kabul ahlakı açısından meseleye bakınca aklıma Nazım Hikmet geldi. İbretlik bir olaydır, üstelik yazı yazdıkları dönemlerde birbirlerini hırpalamaktan da geri durmamışlardır. Önce Nazım’la Necip Fazıl’ın bir diyalogundan söz edeyim:

Necip Fazıl, Nazım Hikmet Sultanahmet cezaevinde hapiste iken onu ziyarete gider,

Konuşurlarken, bir ara şu ifadeyi kullanır: “Nazım, benim rejimimde olsan seni asardım. Ancak bu hiçlik rejiminde, bu milli şef döneminde senin sürünmeni istemem. O yüzden ziyaretine geldim.” Nazım Hikmet de şu karşılığı verir: “Benim rejimimde olsa, ben de seni asar, sonrada darağacının başında ağlardım, seni anlıyorum.”5

İki ucun birbirini anlama seviyesi, kişiliklerinin olgunluğunu gösterir. Bunca zamandır edebiyatın ve edebiyatçıların içindeyim. Nazım Hikmet’e bizim karşımızda kabul ettiğimiz kesimin Maocusundan Ateistine, Marksistinden salon Sosyalistine, devrimcisinden klasik solcusuna kadar hemen hiçbiri toz kondurmazlar. Onlar için, tabudur; tartışılmaz bir isimdir.  Bir dönem onun Rusya’daki mezarını devlet Türkiye’ye getirmek istedi. Hepsi birden karşı çıktılar. Çünkü onu sahiplenme büyüsünün bozulmasını istemiyorlar.

Bizde ise yukarıda örneğini verdiğim örnek ortada. O bu tepkide yalnız mı? Elbette ki değil. Birçoğu Necip Fazıl’ın gerektiğinde bir şiiriyle kitleleri ayağa kaldırmasını hazmedemedikleri ve onun hitabetiyle de olağanüstü yeteneğine ulaşamadıkları için tavır alıyorlar. Bir başka üniversitenin mezun ettiği genç bir edebiyat öğretmeni, derslerinde yine böyle bir kadın hocanın; Kuran’ı Kerim için; “Yırtılır ey köhne kitap yarın/Fikirlere mezar olacak sahifelerin” (6) diyen Tevfik Fikret’i haftalarca anlattığını, Akif’ten ise birkaç derste söz edip geçiştirdiğini söylemişti.  Hâlbuki her edebiyat adamı, her şair ve yazar ancak yeteneği ve eseriyle bu ülkede ve bu insanlar arasında yer edinir.

Necip Fazıl’ın ruh hamurunda iki önemli merkez vardır. Birisi ‘Allah’, diğeri ‘Resulüdür’. Şiirinde bunu böyle söylüyor:

 
“Sakarya; sâf çocuğu, mâsum Anadolu'nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşiyle ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!”7

Allah yolunda divaneye dönmüş’ ve ‘Kılavuzu Son Peygamber’ olan bir adamla, dünyevileşmenin divanesi ve kılavuzlarını başka kapılarda arayanlar bir araya gelebilirler miydi? Bu, eşyanın tabiatına aykırı gibi bir durumdur. Ne var ki, birbirimizi anlama ve kabulde tahammül ve saygıyı kaybedersek, o zaman parçalanmış bir kültür mozaiği çıkar ortaya.

“Kâbe Arab’ın olsun, / Bize Çankaya Yeter”8 diye şiir yazan adamı; ülkemizin kaderinde etkili olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne taşıyarak Milletvekilliğiyle ödüllendiren ve Türk edebiyatında yer veren zihniyetin Necip Fazıl’ı anlamaları mümkün mü?

“Anladım işi, sanat, Allah’ı aramakmış;

Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış”9

Necip Fazıl’a sırtını dönenler onun üstteki beyitte özetlediği hususiyetlerinin farkında olamadılar. Bana göre talihsizlikleri burada başlamaktadır. Hâlbuki Necip Fazıl’ın kabiliyeti kimsenin önünde set değildir. Ondan beslenmek varken, ona husumet duymak, ancak bu tavrı seçenleri küçültür. Necip Fazıl’a inanan insanları güçlü gösteren bu tür patavatsızlıkların farkında olmalarıdır. Bilinmesi gerekir ki, Necip Fazıl’a bir şey olmaz. O itibar kulesinde yine bu ülkenin aydınlık geleceği için eserleriyle varlığını sürdürecektir! Ya öbürleri, açın edebiyat mezarlığına bakın daha kimleri göreceksiniz!

________________________________

1-Yunus Emre Divani; Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Yayına haz. Dr. Mustafa Tatçı, s. 66. Ankara - 2021

2- Necip Fazıl Çile; 438.

3- Mehmet Kaplan, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, 85.

4-Age. s.360

5-ensonbaber.com

6-Bk. Tevfik Fikret, Tarihi Kadim Şiiri

7-Necip Fazıl, Çile; Sakarya Türküsü s.398.

8-Kemalettin Kamu, Uyanış Dergisi; 15 Ağustos1929

9-Necip Fazıl, Çile; s.39.

Aylık Baran Dergisi 27. Sayı, Mayıs 2024