Esselâmü aleyküm.
Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
İyiyim, teşekkür ederim.
Dün bir dergi geldi. Hani yeni çıkan, ilk sayısı çıkan dergi: ADIMLAR. Ortak dostumuz, sizin de meslekdaşınız Ahmed Arslan’ın Rimbaud hakkındaki bir makalesini gördüm orada. Rimbaud’u sevmesi güzel.
Benim için hangi haberleriniz var?
(Av. Yılmaz, yeni bir gelişme olmadığını; aynı durumların devam ettiğini söylüyor.)
Peki Kumandan Mirzabeyoğlu?
(Av. Yılmaz, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun çok iyi olduğunu söylüyor.)
Allah yardımcısı olsun.
Bana soracağınız herhangi bir soru var mı?
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını; dilediği konu hakkında konuşabileceğini söylüyor Carlos’a.)
Önce Venezüella ile başlamak üzere, birkaç mevzu hakkında konuşmak istiyorum bugün:
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Venezüella’yı iki yıllığına “Güvenlik Konseyi”ne seçti. “Veto hakkı” bulunan beş daimi üyeden ayrı olarak, Venezüella’nın Güvenlik Konseyi’nde böyle bir hakkı bulunmayan “geçici üye” koltuklarından birine seçilmesi ilk defa oluyor.
Üstelik bu çerçevede çok acayib bir şey oldu ve gizli oylama yapılmasına rağmen, 10 çekimser ve 1 karşı oya mukabil, kalan 181 oyun tamamını alarak seçildi Venezüella!
İki anlama gelebilir bu: Ya Venezüella’nın destekçisi çok sayıda ülke vardır veya Venezüella da acaba ABD ve diğerlerinin oyununda figüran olur mu şeklinde bir yoklamadır bu yaşananlar. Ardında ne olduğunu göreceğiz. Ancak tabiî ki ümidim, bunun kötü değil, iyi bir gelişme olduğudur. Mesele çok net değil henüz.
Olumsuz yaklaşmak istemiyorum; bu yüzden “iyi bir haber” olduğunu umuyorum. Ancak şu da var ki, Venezüella’ya karşı olan birçok ülkenin kalkıp Venezüella’nın seçilmesi istikametinde oy kullanması çok tuhaf.
Oyların çoğunluğunun Venezüella lehine çıkması normaldir; bunu anlayabilirim. Fakat, aleyhte tek bir oya karşılık, neredeyse oyların tamamının Venezüella’nın lehine çıkması çok acayib. Neler olduğunu da çok merak ediyorum bu yüzden.
Ne olursa olsun, olumlu yaklaşmak istiyorum. Herşeyin en iyisini ümid edelim, ama en kötüsü için de hazır olalım.
Venezüella demişken; kendi davam çerçevesinde birşeyler olacak, bir haber gelecek diye bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum, ama hiçbir haber geldiği yok. Sizin gibi, -meselâ- Beyrut’taki avukatlarım da bir haber bekliyor ama nâfile. İşler vakit alır diyelim, neler dönüyor bilmiyorum, ancak bunlar hiç de iyiye işaret değil; çok kötüye işaret. Bu kadar küçük bir iş bile yapılamıyorsa, ülke için çok daha önemli işler nasıl yapılabilir acaba? Asıl merak ettiğim de bu.
Her neyse…
Biraz da Türkiye, Suriye, Irak ve Kürtlerin durumu hakkında konuşmak istiyorum.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, [Suriye’nin kuzeyindeki Kobani şehrinde PKK yanlısı Kürtlerle “İslâm Devleti” cihadçıları arasında devam eden çatışmaya Kürtler safında iştirak etmek üzere] 200 peşmergenin Türkiye Cumhuriyeti topraklarından Kobani’ye geçmesini kabul ettiklerini açıkladı. Irak’ın kuzeyinde –resmî rakamlara göre- 100 binden fazla peşmergenin bulunduğu düşünülürse, bu sayı çok gülünç. Sadece 200’üne izin veriliyor.
PKK’nın Türkiye’den önce Suriye’de kurulduğu malûm ve örgütü kuran Kürtlerin ilk günden bugüne Irak Kürdistanı’ndaki Kürtlerle bir çeşit soğuk savaş içerisinde olduğu da biliniyor. Derken, peşmergeler kendi Kürdistan sınırlarındaki DAİŞ’in [Irak ve Şam İslâm Devleti] ilerleyişini durdurmak üzere harekete geçiyor ve Kobani’de PKK yanlılarıyla cihadçılar arasında zaten süren savaşa da –PKK yanlıları kendi öz güçleriyle DAİŞ’e üstünlük sağlayamadıkları için- ayrıca dahil olarak askerî birlik gönderiyorlar. Peki kaç kişiden oluşuyor Kobani’ye gidecek bu birlik? Sadece 200! Türkiye bu kadarına izin veriyor çünkü. Kötü bir komedi diye buna denir. Şayet insanların Kobani’ye gelmesine izin verecekseniz, daha fazlasına izin verir, sayı sınırı da koymazsınız.
Diğer yandan, Iraklı peşmergeler, Türkiye’deki mevcut hükümete tehlike teşkil etmiyor. Aksine, müttefiktir onlar. Demek ki korkulan veya plânlanan başka bir şey var burada. Öbür türlü, 200 peşmerge gönderme hâdisesi tam bir komedidir. Ya peşmerge Kobani’yi savunmak için aslında adam göndermek istemiyor veya hâlâ marksist-leninist Kürtlerin elinde olan o bölgeye sızıp oraları kontrol etmek üzere, NATO ülkeleri –özellikle ABD- tarafından hazırlanmış bazı adamlar gönderilecek Kobani’ye.
Orada tam olarak neler oluyor bilmiyorum. Uzaktan bilmek de zor. Hattâ Türkiye’den bile bunları bilmek zor. Her ne olursa olsun, bu görünüşte absürd duruma bakarak aldanmamak gerekiyor. Ne de olsa Barzanîler gibi feodal beylerin, yüzyıllara dayanan, uzun, çok uzun bir tecrübeleri var ve bir şey yapıyorlarsa şayet, ne yaptıklarını biliyorlardır. Bu bakımdan, 200 adam göndermek gibi bir komedinin ardında ne yatıyor, gerçekten bilmek isterdim. Bu gönderilecek insanlar, gerçek Kürt milliyetçileri midir, yoksa Amerikan ajanları mı, bilemiyorum. Tuhaf şeyler…
Netice olarak, tüm bu olan bitenlerin bedelini, kan, yıkım ve çile olarak; bombardıman altında artık okula gidemeyen çocuklarıyla yahut sınırın Türkiye tarafındaki mülteci kamplarındaki insanlarıyla, bölge ülkelerinin halkları ödeyecektir. Çok üzgünüm bu yüzden.
Oysa barış içinde birlikte yaşayabilirdi bu bölgenin insanları. Ne var ki, bir hiç uğruna ve binler hâlinde birbirlerini katlediyorlar şu ân.
Yine, cihadçılar da kazanamayacaktır bu savaşı. Herkes –ki buradaki “herkes”ten kasdım insanlar değil; hükümetleri, devlet güçlerini kastediyorum- onlara karşı çünkü. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki tüm o yozlaşmış rejimleri yıkacaklarından korkuluyor. Bu devrimci İslâmcı örnek, dünyadaki çok sayıda insanı korkutuyor.
Bilemiyorum, ancak çok kötü bir his var içimde.
Evet, sadece insanlar acı çekecek, üzerlerine giyecek birşeyleri bile olmaksızın birçoğu mülteci olacak, kalanları ise ölmeyi bekleyecek. Ölmeyi bekleyecekler, çünkü kendilerinden çok daha eğitimli, aynı şekilde, peşmergeden bile daha tecrübelidir DAİŞ savaşçıları.
Denildiği gibi; en iyisini ümid edelim, ama en kötüsüne de hazır olalım.
(Carlos, sözünün burasında, Fransa’daki güya “de Gaulle’cü” UNP partisine lider olmak için, eski cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin bir kampanya başlattığını söylüyor. Ancak bu partinin artık vatansever “de Gaulle’cü” anlayışla bir alâkalarının kalmadığını, ne içte Fransa’nın çıkarlarını herşeyin üstünde tuttuklarını ne de dışta uluslararası plânda her ülkeyle iyi diplomatik ilişkiler kurduklarını vurguluyor.)
ABD, Irak’ı bombalayıp insanları öldürüyor ve bu müdahalesinin meşruiyetini mevcut Irak hükümetine dayandırıyor. Fakat böyle bir hakları yok, çünkü mevcut Irak hükümetinin halk çoğunluğu katında bir meşruiyeti yok, kendilerini bu ajan hükümet içerisinde temsil ediliyor görmüyor insanlar. Kaldı ki, Irak başbakanının değişmiş olması, bu yeni başbakanın ABD işgal güçleri tarafından oraya yerleştirilmediği anlamına da gelmiyor. Zaten Amerikan işgal güçleri, eskisi kadar olmasa bile, hâlâ Irak içindedir; Irak’ta –saldırı ve bombardımanlarını yürüttükleri- tesisleri ve özel kuvvetleri var hâlâ.
Diğer tarafta, Suriye’ye de saldırıyor işgal güçleri. Suriye hükümeti ise “bırakın yapsınlar!” diyor, çünkü Şam hükümetinin en tehlikeli düşmanları öldürülüyor bu saldırılarda. Ne olursa olsun, alınmış herhangi bir uluslararası karar olmadığı için, uluslararası hukuka göre de “kanundışı”dır bu saldırılar. Buna rağmen devam ediyor.
Absürdlük öbür tarafta da da devam ediyor. El-Cezire televizyonunun haberlerinde gördüm: Rakka’da [“İslâm Devleti”nin üslendiği Suriye şehri] birkaç düzine Suriye ordusu askeri –öyle general de değil, basit er!- kafaları baltayla kesilerek öldürülüyor ve caddelerde halka teşhir ediliyordu. Çok acayib, çok zalimce bir hâdise. Böyle bir aşırılık uygulayarak, -ki cihadçıların hepsinin ille de kötü olduğu anlamına gelmiyor bu; Arab milliyetçisi Baasçılar gibi, savaşanların çoğunluğu kendilerini bu cihadçı kisvesiyle perdeliyor sonuçta- ABD’nin empoze ettiği Irak hükümetine karşı direnenleri lekeliyorlar. Kafaları kesilenler, işledikleri suçların cezasını çeken hain bakanlık yetkilileri değil ki; ülkenin her yanında rastlayabileceğiniz, sokaktaki basit insanlar bunlar.
Böyle olunca, mevcut Irak ve Suriye topraklarında yaşayan insanları daha fazla çile ve daha fazla yıkım bekliyor ki, acaba diyorum, Amerikalılar ve NATO bu “problem”i gerçekten bitirmek mi istiyor, yoksa mümkün olduğunca uzatarak, bunu İsrail’i dış saldırılardan korumanın bir yolu olarak mı görüyor?
Neler olacağını bilmiyorum; belki hiçkimse bilmiyor.
Evet, absürdlük…
Bir başka absürdlük de internette ve dünya basınında cereyan ediyor. Bir yandan DAİŞ sözcülerinin aşırı açıklamaları, diğer yandan kafa kesme videoları, öbür yandan kendilerine karşı saldırıya geçen ülkelerin vatandaşlarına karşı DAİŞ’in yaptığı tüm müslümanların saldırıya geçmesi çağrıları, internette ve dünya basınında arz-ı endam ediyor. Bu demektir ki, işler iyiye değil, daha da kötüye gidecek. Bunlara karşılık ABD ise, “onu vuruyoruz, bunu vuruyoruz!” diye sadece basit propagandalardan medet umuyor.
ABD’nin yaptığı da bu bakımdan saçmalıktır, absürdlüktür. Arab milliyetçileriyle birlikte savaşan cihadçı öncüler, ABD’nin sözkonusu “karşı propaganda”sından dolayı daha avantajlı duruma geçiyor çünkü. Daha önce de dediğim gibi; şundan dolayı:
Dünyadaki herhangi biri, hiçbir örgütle temas bile kurmadan, DAİŞ’in yaptığı savaş çağrısına icabet edebilir ve “İslâm Devleti”ne karşı saldırıya geçen ülkeler içinde –buna Türkiye de dahil- veya bu ülke hedeflerine karşı saldırılar düzenleyebilirler. Dünyadaki yüzmilyonlarca müslüman arasından, DAİŞ’ten aldıkları ilhâmla böylesi saldırılar düzenleyebilecek, kendiliğinden silâha sarılacak insanlar mutlaka çıkacaktır. “İslâm Devleti”nin halifesinin verdiği fetvadan şahsen ilhâm alarak, şimdiden bu şekilde saldırılar yapılmaya başlandı bile. Üstelik bu daha başlangıç, muhtemelen çok uzun süre ve daha da artarak devam edecektir.
Daha önce de söyledim bunları. Geleceği görebilecek sihirli bir gücüm mü var? Hayır. İnsanların belli şeylere nasıl tepki vereceklerini bilecek kadar tecrübem var yalnızca.
Peki, o emperyalistler, o NATO ülkeleri, ABD ve müttefikleri, normalde bu kadar bariz hatalar yapmadıklarına göre, belki de “savaş”ın bu şekilde devam etmesini istiyorlardır. Savaşı belki de sadece nötralize etmeyi düşünüyorlardır. Belki de mevcut Arab rejimlerindeki silâhların günün birinde siyonist İsrail devletine karşı kullanılmaması için, bu silâhların Arablar arasındaki iç savaşta kullanılmasını arzuluyorlardır.
Sebeb gerçekten bu mudur bilmiyorum, ama başka türlü mantıklı bir açıklama da bulamıyorum şahsen.
Ayrıca; Hizbullah’ın bugün aldığı pozisyon da çok üzücüdür. Bugüne kadar yegâne haysiyetli politik liderliğe sahib yapılanma olan Hizbullah’ın lideri, o Şiî imam, Suriye’deki muhalif cihadçılara karşı savaş açıyor, tabiî bunun bedelini de ödüyor; ölüyor ve yaralanıyorlar. Suriye’ye yabancı müdahalesine karşı olduklarını söylüyorlar, fakat Amerikalıların düşman bellediği için vurduğu cihadçıları onlar da düşman belliyorlar. Tü bu çatışmalarda da karşılıklı dinî-mezhebî zıtlaşma ve mülâhazalar belirleyici oluyor.
(Carlos, insan olarak Alevileri sevdiğini ancak onların İslâm çizgisinden sapmış bir kol olduğunu ilâve etme gereği duyuyor; Aleviler hakkında daha önce BARAN için yaptığı bazı değerlendirmeleri özetliyor.)
Diyeceğim o ki, Batı medyasının “propaganda” tavrı absürdtür. Bu ülkeleri yöneten insanlar aptal olmadığına göre, bunu kasden mi yapıyorlar diye düşünüyorum. Önce bir kargaşa doğurup, sonra da İslâmî inançları bakımından “politik militan” binlerce müslümanın kafasını mı kopartmayı plânlıyorlar? Dünyada her gün daha fazla insan, sadece hıristiyanlar da değil, yahudiler bile müslüman oluyor çünkü. Korktukları bu problemi toptan halletmek için, önce provokasyonlara izin verip, sonra da “gerekli baskı tedbirleri”ni almayı mı düşünüyorlar? Bilâhare uygulayacakları baskı tedbirlerine şimdiden kendi halklarını mı hazırlıyorlar? Böyle giderse, Batı toplumları bunu kabullenecektir elbette.
Kuşkusuz bu benim pozisyonum, benim hissettiğim bir şey. Ancak modern tarih, yakın tarih ve yakın gelecek, benim kuşkularımın haklı olup olmadığını gösterecektir. Korkarım, bu müşâhedelerim bakımından hatalı değilim. Maalesef, çoğunluğu müslümanlar, özellikle iyi müslümanlar olmak üzere, insanlar bundan dolayı acı çekecektir.
İnşallah, sömürgecilerin çizdiği sınırlar içinde de olsa, Suriye rejimi –geçiş dönemini başarıyla atlatarak- gerçek bir demokrasi tesis edip ayakta kalır ve halkın çoğunluğunun desteklediği bir hükümet kurar. Böyle bir örnek, Irak, Ürdün ve Lübnan’da da takib edilecektir.
Diğer yandan, DAİŞ’e yönelik propaganda kampanyası, DAİŞ’in aleyhine değil, çıkarınadır. Bunun sonucu olarak da, daha fazla müslüman, hattâ daha yeni müslüman olmuş yahut çok da dindar olmayan insanlar, silâha sarılıp her yerde saldırılar düzenleyecektir. Bunu yaşayıp göreceğiz; hattâ Türkiye’de bile başlayacaktır.
Yanılıyor olmayı umardım, ancak –korkarım- yanılmıyorum. Bu da çok üzücü.
Keşke bu bölgenin insanları, azınlıklara da saygı gösterek, istedikleri rejimi kurabilseydi. İslâm’ın ve gerçek müslümanların idare ve koruması altında olmak üzere, huzur ve barış içinde yaşamamızın biricik yolu budur.
Allahü Ekber.
Baran Dergisi 407. Sayısı