(Av. Güven Yılmaz, Carlos’la gerçekleştirdiği telefon görüşmesinin ilk dakikalarını teknik bir problemden dolayı kaydedemiyor, ancak konuşmasının bu ilk bölümünde Carlos, FURKAN dergisinin yeni sayısının ulaştığını söylüyor. Av. Yılmaz da, Carlos’un Kumandan Mirzabeyoğlu’na, Av. Ali Rıza Yaman’a, gazeteci Fazıl Duygun’a ve kendisine gönderdiği kartların, ayrıca Carlos’un Sudan’dan kaçırılışının 20. yıldönümünü hatırlatıcı “Sudan Airways” amblemli bir tişörtle çektirdiği fotoğrafın kendilerine ulaştığını belirtiyor. Bunun üzerine Carlos, fotoğraf çektirmek istediğinde karşısına çıkartılan engelleri anlatmaya başlıyor kızgınlıkla.)

Başka mahpuslar, bahçede, şurada burada, istedikleri yerde fotoğraf çektirebiliyorlar; onlara kimsenin herhangi bir problem çıkarttığı yok. Fakat iş özellikle bana gelince, fotoğraf çektirmem son derece güç oluyor. Diğer şeyler gibi, bunun için de sabotaj yapıyorlar bana. Çok ama çok alçaklar. Benimle açıkça karşı karşıya gelemiyorlar ama böylesi ufak tefek şeyleri bahane ederek sürekli güçlük çıkartmaya bakıyorlar.
Her neyse…
Bana soracağınız herhangi bir soru var mı?
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını, dilediği gibi konuşabileceğini söylüyor Carlos’a.)

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne iki yıllığına “geçici” olarak seçilen yeni devletler vesilesiyle, özellikle Venezüella hakkında konuşmak istiyorum bugün.
Venezüella, bildiğim kadarıyla, tarihinde ilk kez seçiliyorbu konseye. Yalnız, çok tuhaf bir hâdise gerçekleşiyor ve tüm BM üyeleri Venezüella lehine oy kullanıyor, kimse aleyhte oy kullanmıyor,  yalnızca 10 ülke “çekimser” kalıyor. Ki bunlar da NATO ülkeleridir muhtemelen. Fakat 10’dan fazla NATO ülkesi olduğuna göre, eminim Türkiye ve Portekiz gibi başka NATO üyesi ülkeler de oy vermiştir Venezüella’ya. (Carlos gülüyor.)

İki yıllığına Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne seçilmek, “sembolik” bir mesele kuşkusuz. Birleşmiş Milletler’de “veto hakkı”na sahib olan sadece beş devlet var sonuçta. Bunlar da II. Dünya Savaşı’nın galibleri olan ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve eski adıyla Sovyetler Birliği, yeni adıyla Rusya.
Bunun üzerinde duralım biraz.

Birleşmiş Milletler içerisinde elbette bazı ülkelerin “veto hakkı”nın olması ve bu hakkın, meselâ, silâhlı kuvvetler marifetiyle bir ülkeye saldırganca müdahale edilmesine ve o ülke halkının tehlikeye düşürülmesine karşı engelleyici biçimde kullanılması elbette “prensib” olarak iyi bir şey. Aynı şekilde, bir ülkede iç savaş çıkması durumunda, bu saçmalığı engelleyecek bir müdahalede bulunmak da bazen gerekli olabilir.

Ne var ki, hiçbir zaman böyle yapılmamıştır maalesef.
Örnek olarak; Sovyetler Birliği’nin Birleşmiş Milletler’deki temsilcisi Andrey Gromıko’nun hazır bulunmadığı bir demde karar alınmış ve Kore’ye müdahale edilmiştir. O günden bugüne 65 yıldır da ABD veya BM kuvvetleri bulunmaktadır Güney Kore’de. Görüldüğü gibi, “yan yollar”a saptırılabilen bir sistem var burada.
Diğer yandan, II. Dünya Savaşı’nı kazanan güçlerin tesis ettiği bir sistem bu. 1945’teki San Francisco Konferansı’yla kuruluşunun üzerinden 69 yıl gibi uzun bir zaman geçmiş. Savaşın ardından belli bir müddet söz sahibi olunması anlaşılabilir. Ancak, üzerinden 70 yıl geçtiği hâlde, hâlâ bu “II. Dünya Savaşı Sistemi”ni muhafaza etmenin artık hiçbir makûl sebebi yok. Beş devlet dışında kimsenin hâlâ “veto hakkı” yok BM’de.

Bana soracak olursanız, BM’de “veto hakkı” olmalıdır ama bu sadece BM Güvenlik Konseyi’nin “daimi üye”si beş devletin elinde olmamalıdır. Bir diğer ifâdeyle, bugünkü yapısıyla “BM Güvenlik Konseyi” ortadan kalkmalıdır. “Veto hakkı”na gelince, bu da –tüm üye devletlerin hazır bulunduğu- BM Genel Kurulu’nda ve onun ya şimdiki gibi iki yıllığına veya daha fazla bir süreliğine seçeceği belli sayıda ülkede olmalı, bu devletler de düzenli olarak değişmelidir. Yoksa, “veto hakkı”nın şimdiki gibi sadece beş süpergücün elinde olması yanlıştır. Kaldı ki, mevcud konsey içerisinde Hindistan yok amaFransa var; benim teklif ettiğim sistemde ise tersi olur muhakkak! (Carlos gülüyor.)
Özetle, sözkonusu beş büyük gücün savaşın bitişinden itibaren 70 yıldır güya bir savaş hakkı, bir fetih hakkı olarak ellerinde bulundurduğu bu “imtiyaz” artık sona ermelidir. Savaş veya âcil durumlar için gerekli olabilecek bir “veto hakkı” ise, BM Genel Kurulu’nda birkaç yılda bir muntazaman yapılacak seçimler sonucunda belirlenecek devletlerin teşkil edeceği yeni bir “güvenlik konseyi”ne tanınmalıdır. Aynı şekilde, BM üyesi olan her devlet, seçildiği takdirde bu “veto hakkı”nı kazanabilmelidir. “Demokratik” olan işte budur, ki bugün mevcud olmayan da yine bu. II. Dünya Savaşı biteli o kadar zaman olmuş; bu kadar yeter.

Bu arada, birkaç ay önce yeni bir dışişleri bakanı seçildi Venezüella’da. Benimle aynı soyadı taşıyan, babası komünist bir gerilla olan ve birkaç ay öncesine kadar –neredeyse 15 yıldır- Venezüella devlet petrollerinin başında olan Rafael Ramirez. Kardeşim Lenin de bir dönem danışmanlığını yapmıştı onun, ama hoşuna gitmeyen bazı işlerden dolayı ayrılmıştı oradan. Neyse…
Venezüella’nın BM Güvenlik Konseyi’ne geçici üye olarak seçilmesi bir zaferdir. Üstelik, Rafael Ramirez’in, henüz dışişleri bakanlığının ilk günleri olmasına rağmen, BM Genel Kurulu’nda bu kadar yüksek bir oy alarak kazanmasını da olağanüstü buluyorum. Kötüye değil, iyiye işarettir bu.

Neler olup bittiğini önümüzdeki günlerde daha iyi öğreneceğiz. Bugün yarın Venezüella’yla konuşacağım, o zaman işin aslını daha iyi bileceğiz.
Burada hâlâ bir direniş gösteriyorum, fakat burada bulunmam da Venezüella dışişleri bakanlığı bünyesindeki bazı önemli memurların hatası yüzündendir. Vaadler, vaadler, vaadler; ama ben hâlâ buradayım! Benim savunma masraflarım bile ödenmedi ki, Türk avukatlarım bunu iyi bilir. İsviçre’deki, Almanya’daki, Japonya’daki, Beyrut’taki avukatlarım, hâkezâ. Fransa’da hiç karşılıksız olarak davama bakan avukatlarımı zikretmiyorum bile.

Sonuç olarak, Venezüella’daki durum pek parlak değil. Bu bakımdan, Birleşmiş Milletler’deki bu zafer de inşallah emperyalistlerin bir oyunu değildir. O delice “komplo teorisi” zihniyetine iltifat etmek istemiyorum; umarım öyle bir “komplo” ve “manipülasyon” yoktur ortada. Buna rağmen, olan bitenleri çok ama çok tuhaf bulduğumu belirtmeliyim.
Ne olursa olsun, zafere ve ölene kadar savaşmak zorundayız. Zaferimiz kaçınılmazdır, çünkü tek bir ilâh vardır: Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah.
Allahü Ekber.
 
18 Ekim 2014 

Baran Dergisi 406. Sayı