- “Bir yazar olmak istiyorsanız, her şeyden önce yapmanız gereken iki şey var: Çok okuyun ve çok yazın. Bildiğim bu iki şeyden kaçınmanın, kestirmeden gitmenin imkânı yok.”
Usta bir korku-gerilim yazarı olan Stephen King’e âit bu sözler. Oldukça kolay okunan, popüler romanlar yazan King, “Yazma Sanatı” isimli kitabında nasıl “yazılmaması” gerektiğini anlatıyor. Oysa biz okumadan yazan ne çok yazar olduğunu biliyoruz.
Okumak sadece yazarlar için önemli değildir elbette. Bilgi çağı olarak adlandırılan çağımız, aynı zamanda “okumanın” da niteliğini değiştirdi. Herkes okur-yazar; elbette internet, sosyal medya okur-yazarı. Bir kitabın kapağını kaldırmadan, internetten “copy-paste” ettiği –yani, kopyalayıp yapıştırdığı- fikirlerin, şiirlerin, edebiyatın okur-yazarı. Bu öyle bir karmaşa ki, okumadan, yazar, düşünür, şair oluyor insanlar. Düşünün ki, Necib Fazıl’ı okuyan herkesin hemen ona âit olmadığını anlayıvereceği bir sözü veya şiiri, Necib Fazıl imzasıyla yayınlayıveriyor biri. Kopyala-yapıştır usûlünce yayılan bu söz, bir de bakıyorsunuz, kelli-felli bir köşe yazarının da paylaştığı “bilgi”ye dönüşüyor. Durum bu kadar vahim. “Bilgi çağında”, bilgiye erişmenin bu kadar kolay olduğu bir ortamda, okumaktan kurtulduğunu zannedenler fena hâlde yanılıyor. Ulaştığın bilginin doğru olup olmadığını anlayamayacak kadar cahil olduğun ortaya çıkıyor oysa.
Stephen Zweig, daha o zamanlar, kitabın yerini neden teknolojinin alamayacağını şu sözleri ile açıklıyor:
- “Artık kitapların sonu geldi, şimdi tekniğin sözü geçerli, diye yakınanlar var. Onlara göre gramofon, sinema makinesi ve radyo, sözlerle düşünceleri çok rahat, daha akıllıca nakleden buluşlar. Yok etmeye başladıkları kitapların kültür tarihi misyonları çok yakında geçmiş olacak... Çok dar görüşler, kısa ömürlü düşünceler bunlar! Kitapların bin yıllık etkisini yok edecek üstün nitelikli bir şeyi teknik bugüne dek bulamamıştır. Basılı kâğıtların oluşturduğu küçük deste, kalıcılığını her zaman isbatlamıştır. Şimdiye kadar hiçbir ışık kaynağı incecik bir kitapçığın aydınlatmasına ulaşamamış, hiçbir suni enerji insan ruhunu dolduran basılı kelimelerin gücüne erişmemiştir. Kitabın yaşı sonsuzdur, o yok edilemez, değiştirilemez. İnsan kendini kitaplara ne kadar çok verirse, onlara ne kadar içten bağlanırsa, hayatı da o kadar yakından tanır. Çünkü dünyasını sadece kendi gözleriyle görmez, kitaplardaki sayısız başka gözlerin de yardımıyla onu çok yakından tanır ve sever.”
Ne var ki kitapların sonunu, onu okumayanlar, okumadan fikir sahibi olanlar, iki üç aforizmayla, koskoca külliyatları devirmiş cakası satanlar getiriyor. Velhasıl, kitapların sonu gelecekse eğer, okur-yazar görünümlü sosyal medya cahilleri sayesinde gelecek.
“İyi Yazmak Üzerine” isimli kitabın yazarı William Zinsser, yazmanın sanıldığı kadar kolay ve eğlenceli olmadığını, çileli bir iş olduğu söylüyor ve ekliyor:
- “Önemli olan şu: Yazınızı kuvvetlendirmeden önce basitleştirmeniz gerekiyor. Bir ânda çıkan cümlelerin her zaman bir gediği vardır. Net değildir, mantıklı değildir, gereksiz kelimelerle doludur, kulağa kötü gelir, fazla iddialıdır, sıkıcıdır, klişe doludur, ritmi yoktur, anlam karmaşası vardır, önceki cümleyle alakasızdır… Bunların hepsi mümkündür. Sonuç olarak önemli olan şudur ki, kendinizi net bir şekilde ifade etmek istiyorsanız gerekli tamiratı yapmalısınız.”
Oysa herkes, cıvıldamalar, devrik cümleler, basit edebiyatlar, duygulu ânlar eşliğinde oldukça eğleniyor görünüyor sosyal medyada. Herkes birer analist, eleştirmen, edebiyat ustası olarak arz-ı endam ederken, takipçi sayısı arttıkça, kitapları yayınlanmış, yazmanın çileli eşiğinden geçmiş yazarları da küçümsemeye başlıyor. Çok tehlikeli bir durumdur bu: Okumadan allame kesilmek.
 
OKUNMASI ZOR ESERLER
Şimdi dönüp kendimize bakalım. Ne kadar çok okursak, ne kadar çok dünyaya açılırsak, bize zor gelen eserleri de o kadar çok anlamaya başlarız. Seviyemiz eğer “sosyal medya okur-yazarlığını” aşamıyorsa, vaktimizi bir kitabın bizi davet ettiği dünyaya ayıramıyorsak, bize zor gelen eserleri okuduğumuzda “niye anlamıyoruz?” yahut “yazar niye anlaşılmaz yazıyor?” diye sormaya hakkımız yok.
Salih Mirzabeyoğlu’nun “Damlaya Damlaya-Yılanlı Kuyudan Notlar” isimli eserinden, İskoç sanat tarihçisi ve edebiyatçısı John Ruskin’in tesbitlerini nakledelim:
“… eğer bir yazarın değeri varsa, ne demek istediğini hemen kavrayabileceğinizi sanmayın. Dahası da var; eserin mânâsını bütünüyle kavrayabilmeniz için aradan uzun bir zaman geçmesi gerekecektir. Bu durum, yazarın söylemek istediği şeyi söylememiş olması ile ilgili değildir; fikrini ifade etmek için kuvvetli kelimeler kullanmayışından da ileri gelmemektedir; sadece fikrine nüfuz etmek isteyip istemediğinizden emin olabilmek için, düşüncelerini ancak üstü kapalı bir şekilde ve bir takım teşbihlerle ifade etmesinden ileri gelmektedir. Bunun neden böyle olduğunu pek anlayamıyorum; ayrıca akıllı kimselerin en derin düşüncelerini her zaman saklamalarına yol açan bu amansız sessizliği ve ketumluğu tahlil de edemiyorum. Bu gibi kimseler düşüncelerini size yardımcı olacak şekilde söylemezler; bunun tam tersi, sizin gösterdiğiniz gayretlere bir mükâfat olarak sunmak isterler ve bu mükâfata ulaşmadan önce onu kazanmaya lâyık olup olmadığınızı kesin olarak bilmeyi arzu ederler.” (*)
Meselâ Salih Mirzabeyoğlu’nun “Ölüm Odası B Yedi” üst başlıklı eserler serisini, daha önce O’nun eserlerini okumamış biri, ilgiyle okuyabiliyor, üstelik –kendi zâviyesinden- anlayabiliyor. Çünkü bahsi edilen kişinin uzmanı olduğu-olmaya gayret ettiği bir mevzuu var; zor ve anlaşılmaz sandığımız eser, o kişiye kendini açıyor. Bu şu anlama gelmektedir: Eğer biz anlamıyorsak, henüz kitap okumanın “a,b,c”sini geçememişiz demektir. Başlangıç seviyesinden başlayarak, ilgilendiğimiz alanları kurcalayarak daha fazla okumamız gerekli demektir.
Böyle bir ortamda okur-yazar olduğumuzu iddia etmek pek doğru olmaz. Üstelik, “Ölüm Odası” gibi bir eseri ardarda ciltler hâlinde yayınlayan Salih Mirzabeyoğlu’nu, bu seviyemizle “okuduğumuzu” iddia etmek, biraz abesle iştigal.
Şöyle diyor Semih Gümüş:
- “Zamanımızın önemli bir bölümünde dünyanın her yerinden pek çok yazarı etkilemiş olan J.L. Borges’in de kimselere benzemez bir dünyası vardı ve bu dünyanın özel ve kapalı olduğunu söyleyebiliriz. Ondan uzak durabilirsiniz. Yahut sizin için çekicidir ve edebiyat anlayışınıza tam uygundur, o zaman da Borges’in hikâyelerini yüzeyden okuyup geçmek yerine, neleri nasıl anlattığını sorarak, böylece derin yapısına girerek okuyabilirsiniz. Açıklık yahut kapalılık, edebî bir metni değerlendirme kriterleri değildir. Biri apaçık, öbürü çok zor anlaşılan iki metin, edebî bakımdan aynı seviyede olabilir ve nitelikli edebî metinler söz konusu olduğunda çoğu kez böyledir.”
Bu edebî metinler için olduğu gibi, fikrî-hikemî eserler için de böyledir. Biz yıllar önce tamamlanan Tilki Günlüğü üzerine tezimizi yazamamış, heceleme döneminde kalmış, kendi fikir ekolümüze gereken alâkayı gösterememiş bir okur-yazar kitlesiyiz. Okuma-yazmayı teoride biliyoruz, fakat kendi “fikir dilimizde” okuma-yazma öğrenip öğrenemediğimiz konusu tartışılır.
Yazımıza İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun şu sözleriyle son verelim:
- “Nasıl ki doyurulmayan açlık bir müddet sonra, açlık hissinin iptali ve neticede ölüme yol açıyorsa, okuma ve fikretme davası için de aynı şeyler sözkonusu... Açlık bir yana, hiç olmazsa böyle olabilmenin özencinde olsa gençler... İnsan olma özenci!..” (**)
 
DİPNOTLAR
* Salih Mirzabeyoğlu, DAMLAYA DAMLAYA -Yılanlı Kuyudan Notlar-, İbda Yay., 2. Basım, İstanbul 1997, s. 53.
** A.g.e. s. 52
 
Baran Dergisi 425. Sayısı