Son dönemde meydana gelen gerilim sonrasında “Çözüm Süreci”nin akıbeti konuşulmaya başlandı. 2012 senesinin başlarında Oslo görüşmelerinin sızdırılmasıyla öğrenilen süreç, Nisan 2013'te Başbakan Erdoğan tarafından ilân edilmişti. Ak Parti hükümetinin geçirdiği çetin sınavlardan Gezi Olayları ve Cemaat Operasyonları esnasında Çözüm Süreci’nin yürürlükte olması Ak Parti için büyük bir şanstı.

Abdullah Öcalan’ın ve hükümetin ısrarla “Çözüm Süreci”nin arkasında durmasıyla gelinen noktada, PKK’nin yönetim kadrosuyla Abdullah Öcalan arasında çeşitli sıkıntılar yaşandığı görülüyor. Yine aynı grubun siyaset planındaki unsurlarından olan BDP ve HDP’nin bu dönemde üzerine düşen görevleri yerine getirememesi, hatta giderek Kemalistleşmesi büyük bir soru işareti olarak karşımızda duruyor. 

Kürd Meselesini bugüne taşıyan faktörleri geçmişten başlayarak ortaya koyalım ve gelinen noktaya nisbetle bir değerlendirme yapalım.

Dinden Kopuş

Devlet-i Aliyye’nin yıkılmasından sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin düşman tanımlamasının birinci sırasında Müslümanlar yer almaktadır. Zaten defaatle yazmış olduğumuz üzere bu devleti kurduran Batılıların birinci şartı, Anadolu topraklarından İslâm’ın ve İslâmî olan her şeyin söküp atılmasıdır. Kurulan İstiklâl Mahkemeleri, devletin üstlendiği bu vazifenin mücessem hâlidir. İstiklâl Mahkemelerinde, büyük çoğunluğu küfür inkılâblarına karşı olan Müslümanlar olmak üzere 30.000 kişi idam edilmiştir ve şehidlerin kanı hâlen bu mahkemeler, dolayısıyla devletin elindedir. Şeyh Said ‘in idamı, Said-i Kürdî’nin sürgün edilmesi ve benzer şekillerde gerçekleştirilen tatbiklerle Kürd milleti, tıpkı Türk milleti gibi İslâm dininden bilinçli ve sistemli bir şekilde tecrid edilmeye çalışılmıştır. 
Devam etmek gerekirse, bir de bugün birçok kesimin farkında olduğu bir husustur ki, Türkiye Cumhuriyeti son derece kincidir. Kendisine karşı kalkışma yaşanan bölgeleri âdeta yokluğa mahkûm etmiştir. Bu gibi bölgelere hiçbir hizmet götürmemiştir ve müsbet yahut menfi anlayışların meydana gelmesi adına da bu mahrumiyet bölgeleri önemli bir rol oynamışlardır. Bu yerlerden birisi olan Lice’yi ele alalım… 

“Şeyh Said İsyanı kapsamında Piran (Dicle) ele geçirildikten hemen sonra halk ayaklanıp Lice’yi de ele geçirir ertesi günün sabahı Şey Said Lice’ye girer. Yanında Lice Müftüsü Abdülhamit Bey, Lice’li Mele Mustafa ve Lice Mirleri Hakkı ve Hüseyin beyler vardır. O günden sonra isyanın merkezine dönüşen ve Diyarbakır’ın ele geçirilmesi için kilit önem taşıyan Lice halkının tümü isyana katılır. Diyarbakır kuşatması başarılı olamayınca isyan kuvvetleri dağılmaya başlar ve 1 Nisan 1925′te Lice’deki isyan da kanlı bir şekilde bastırılır ve Lice tekrar devletin eline geçer. Lice için isyandan geriye kalan ise ölen 6.419 kişi, yakılan 30 köy ve 1.284 evdir. İsyandan geriye kalan küçük ölçekli direniş gruplarını tamamen « temizlemek » amacı ile 24 Ekim 1927′de Genelkurmay Başkanlığı’nca “Biçar Tenkil Harekâtı” ismiyle başlatılan geniş çaplı operasyonlarda Lice, Kulp, Hazro ve Silvan bölgesinde 280 köy yerle bir edilir ve 2.000′den fazla sivil insan katledilir. Bu isyandan en fazla etkilenen ilçe konumundaki Lice halkı uzun süre isyanın yaralarını sarmaya, yaşadıkları acıların gerçeği ile barışmaya çalışır. İsyanda yarattıkları algı ile Lice artık devletin gözünde « düşman »dır ! İlçeye yönelik yatırımlar devletin askerî ve bürokratik hâkimiyetini tesis etmeye dönük hamlelerin ötesine geçmez. Şeyh Said isyanının bedelini sadece ölenler değil onların çocukları da üstlenmiş gibidir adeta.

Yaşanan dehşetin bütün detayları yaşlıların uzun kış gecelerindeki anlatımlarıyla köklü bir tarihî hafızaya ve Lice’lilerin kimliğini kuran bir direniş ivmesine dönüşür. Bu hafızayı besleyen diğer bir boyut ise kaçakçılık yapan Lice’li grupların İran, Irak ve Suriye Kürdistanı’ndaki gelişmelerden haberdar olması, Mahabad Cumhuriyeti’nden Barzani hareketine kadar tüm siyasî gelişmeleri ilçenin gündemine taşıyor olmalarıdır. Nitekim bu tarihî hafızanın siyasî bedene büründüğü ilk görünümler 1959′daki ilk Kürd siyasî kıpırdanışı olarak görülen “49′lar Davası”dır. Davada yargılananlar içerisinde iki Lice’li üniversite öğrencisi de vardır. O dönemin bütün gündemi bu davada yargılanan gençler ve dava ile geçmişte ilçede gerçekleşen arasında kurulan süreklilik ile ilgilidir. 1965 yılında kurulan ve Xoybûn’dan sonraki ilk Kürd teşkilatı olma özelliğini taşıyan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin o dönemdeki kalesi de Lice olur.

Daha sonra Kürdistan genelinde gerçekleşen Doğu Mitingleri’nin ikinci dalgası 24 Ağustos 1969′da Lice’deki büyük bir miting ile başlar. İlçede Şeyh Said isyanında oluşan siyasî ruh günden güne daha örgütlü bir boyuta ulaşırken, 6 Eylül 1975′te meydana gelen Lice Depremi, ilçe için ikinci büyük felaket olur. Üç binden fazla kişinin öldüğü depremde ilçe merkezi kelimenin gerçek anlamında yok olur. Devlet Lice’ye yönelik şefkatli kollarını açmaktan imtina etmeyi sürdürmeye devam eder. Depremin ardından devlet tarafından gönderilmeyen yardımlar, açlık ve sefalet içinde kalmış olan Lice halkının öfkesini artırır ve halk 17 Kasım 1975′te devlet dairelerini işgal ederek tavrını ortaya koyar. Ekim ayında yetiştirileceği sözü verilen prefabrik evler yapılmadığı için Lice halkı 21 Kasım 1975 tarihinde Diyarbakır merkeze doğru üç günlük protesto yürüyüşü başlatır.

Depremin bütün korkunçluğuna rağmen Lice 1970′lerin ortalarında yükselen Kürd hareketlerine kayıtsız kalmaz yine de. Bütün Kürd örgütleri hızlıca örgütlenme imkânı bulur Lice’de. Nitekim 12 Eylül darbesinin ardında ayakta kalmayı başaran yegâne Kürd örgütü durumundaki PKK de 1978′de Lice’nin Fis Ovası’nda kuruluş toplantısını gerçekleştirir ve o günden sonra Lice halkı örgütü desteklemekten geri durmaz. 1990′larda savaşın en yoğun gerçekleştiği merkezlerin başında gelen Lice’de halk bu defa korucu olmayı redettiği için göçe zorlandı, şiddete maruz kaldı, öldürüldü. Onlarca köy boşaltıldı ve 1990′dan 1995′e gelindiğinde ilçe nüfusu 47 binden 24 bine düştü. 1999′a gelindiğinde Lice’ye bağlı 54 köy içerisinde 34 köyün nüfusunun yarıdan fazlası göç etmek zorunda kalmıştı.” (Adnan Kural – www.toplumvekuram.org)

Görüldüğü üzere Türkiye Cumhuriyeti afet olan bir bölgede, 50 sene evvel kendisine başkaldırdılar diye vatandaşına kin gütmekte, yardım elini esirgemektedir. Bugün muhatab olunan birçok problemin sebebinin anlaşılması bakımından Lice, son derece önemlidir. 

Tüm bu saydığımız ve saymadığımız nedenlerden ötürü toplumun aidiyet duygusu dinden kayarak farklı eksenlere savrulmuştur. Kemalist T.C., Devlet-i Aliyye’nin İslâm merkezli aidiyet anlayışını ortadan kaldırırken, beraberinde nizâmı da ortadan kaldırdığını ilerleyen zamanlarda çok ağır bedeller ödeyerek öğrenmiştir. Aidiyet duygusunun merkezinden İslâm kalkınca, faşistlik peydah olmuş ve bu durum çözümsüzlüğe çözümsüzlük katmıştır. 

Çözüm Süreci

Kürd hareketinin bugün faal olan aktörlerine bakacak olursak; BDP-HDP, KCK ve PKK’nin unsurlarını sayabiliriz. 

Seneler boyunca askerî ve siyasî bakımdan Türkiye Cumhuriyeti ile mücadele eden Kürt hareketi, Ak Parti’nin bu sorunu çözüme kavuşturmak noktasında attığı kararlı adımlarla “Çözüm Süreci” başlığı atında yeni bir döneme girmiştir. Senelerdir ateşkes gerçekleşmesi noktasında yaşanan sıkıntılar çözüme kavuşturulmuş, devletin üst kademelerinin bizzat Abdullah Öcalan ve örgüt yöneticileriyle gerçekleştirdiği görüşmeler sonuç vermiştir. 

Kürd hareketinin kendisini meşrulaştırmak noktasında kullandığı haklı argümanlardan “anadil yasağı” gibi bir takım problemler Ak Parti tarafından ortadan kaldırılmış ve esasında PKK’da bir nev’i masaya oturmak zorunda kalmıştır. Asıl önemlisi, Başbakan Erdoğan’ın aidiyet merkezine İslâm’ı koyan söylemi Kürd hareketinin tabanında büyük destek bulmuştur. Abdullah Öcalan’da 2013 Nevroz’unda yayınladığı bildirisinde, kendisini bu meşruiyet zemininde konumlandırarak, işlerin artık İslâm’dan başka herhangi bir merkez etrafında yürütülemeyeceğinin hem farkında olduğunu hem de şart olduğunu deklare etmiştir.

Kürt hareketinin tabanını meydana getiren Müslüman millete nisbetle özellikle siyasî planda Kürd halkını temsil iddiasında bulunan BDP-HDP’nin kadrolarının sahib oldukları anlayış tabanla çelişmektedir. Sosyalist jargonu benimseyen, kaba milliyetçi reaksiyonlar gösteren ve isteyen değil de istenen konumuna düştüğünde de tabanına Kemalist devlet gibi tavır takınmaktan hâyâ etmeyen bir siyasî kurumdan bahsediyoruz.

Hemen açalım: Bunca senedir sürekli mağdur edebiyatı üzerinden siyaset yapan BDP, Diyarbakır Belediyesi önünde çocuklarının akıbetine soran, yani ilk kez isteyen değil de istenen konumuna gelen BDP’nin, annelere verdiği tepki, bu sürecin ruhundan ne kadar uzak, anlayışının ne kadar kıt ve çapının ne kadar dar olduğunun ilânıdır. Şu veya bu şekilde "dağa" götürülen çocuklarının akıbetini öğrenmek, onlara kavuşmak için toplanan annelerin üzerine belediye çalışanları vasıtasıyla köpük sıkan, darb eden, "biz askerlik şubesi miyiz" diye açıklama yapan, "dağa gitmiş bunda ne var ki" diye bildiri yayınlayan siyasî partinin bütün varlığını istemekte bulduğu, istenen olduğu takdirdeyse direkt olarak Kemalistleştiği maalesef su götürmez bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. 
Abdullah Öcalan önderliğinde hâlen sürmekte olan “Çözüm Süreci” içerisinde BDP-HDP’nin sahib olduğu anlayışın kesinlikle yeri yoktur. Bu kadroların hızlı bir şekilde değiştirilmesi sürecin hızlanması bakımından mühimdir.

Çözüm sürecini etkileyen faktörlerden birisi de işin ekonomik tarafı... Uyuşturucu, kaçak ve toplanan haraçlardan elde edilen gelir 1 milyar doları buluyor. Dönen paranın bu boyutlara erişmiş olması hem örgüt hem de örgütle işbirliği içerisinde olan devlet görevlilerinin “Çözüm Süreci”nin karşısında yer almasına neden oluyor. 

Çözüm

Ak Parti’nin icraatları maalesef söylemde kalıyor. İster özgür kalmak için olsun, isterse davayı çözmek adına olsun Öcalan'ın bugüne kadar sürdürmüş olduğu tutumun, hükümet tarafından net adımlar atılmadığı takdirde, akim kalacağı anlaşılmaktadır.

Kürt hareketinin bugüne kadar kendisini konumlandırdığı, tabanıyla çelişen kaba milliyetçi-sol anlayışıyla bu süreci bir adım daha öteye taşıyamayacağı da aşikâr. Tıpkı Kürt hareketinin içinde bulunduğu çıkmaz gibi, T.C.’nin de Laik-Kemalist rejim anlayışıyla ne içeride ne de dışarıda artık atabileceği tek bir adım dahî kalmamış bulunmaktadır.

Anadolu’nun yeniden bir ideal ekseninde buluşmasının olmazsa olmaz şartı İslâm’dır, ümmet anlayışıdır. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu 1992 senesinde ZendPress Haber Ajansıyla gerçekleştirmiş olduğu bir söyleşide, hem durumun teşhisini hem de nasıl tedavi edileceğini, kafalardaki karışıklıkları da ortadan kaldırmak suretiyle ortaya koymuştur. Yerimiz münasebetiyle meseleyi dar bir plandan ele almış olsak da, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Bütün Yönleriyle Kürt Meselesi” başlıklı söyleşisi gerek İBDA Yayınlarından çıkan “Adımlar -1984’den 1996’ya” adlı eserden, gerekse internet üzerinden okunarak istifade edilebilir.

Devam edecek olursak, bugün hem Abdullah Öcalan, hem Receb Tayyib Erdoğan meşruiyetin kaynağı meselesinde, meşruiyetin merkezinde İslâm’dan, Mutlak Fikir’den başka bir anlayışın olamayacağı hususunda mutabık görünmektedirler. İki lidere mukabil, devlet ve Kürt hareketi içerisinde bu süreci baltalamaya, geciktirmeye ve kaşıyarak zamanın ruhu karşısına dikilmeye çalışan çeşitli kesimler de yok değildir. Fikir planında akıl sahiblerinin ittifak ettiği bu hususun artık madde planında heykelleştirilmesi zarurîdir. Bunun haricinde atılacak adımların güdük kalacağı ve zaman israfına sebeb olacağı aşikardır. Bunun da elbet bir bedeli olacaktır.

“Mutlak Fikir'e muhatap Bütün Fikir"in, yani İBDA'nın, ihtiyaç olmaktan çıkarak zaruret hâlinde kendisini dayattığı zamanımızda artık her kesimin doğru okumaları gerçekleştirerek kendisini bu kaskatı hakikat ekseninde konumlandırması şarttır. Aksi takdirde hangi taraf yahut kesim olursa olsun, ya kendisini iptal edecek yahut oyuncak olmaktan kaçamayacaktır. E, herhalde oyuncak olan da "ben oyuncak oldum" diyerek kendisini kurtaramayacaktır; her suçun bir cezası vardır.

Baran Dergisi 387. Sayı...