“Dünya bir inkılap bekliyor…
Dünyanın beklediği bu inkılap, üç daire halinde…
Dış daire dünya, içindeki daire İslâm âlemi, onun da içindeki Türkiye… Asıl Türkiye… Merkez Türkiye.”
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in özette belirttiği Türkiye hakikati ve taşıması gereken aslî hüviyeti, yukarıda alıntısı yapıldığı gibidir.
Mesele sorumluluk bilincine varıp, ne zaman göndere çekeceğimiz mevzuudur kültür davamız bayrağını.
Zira düşman, Türkiye’nin ve Türk’ün gerek İslâm Dünyası’nda, gerekse yeryüzü coğrafyasında üstlenmesi gereken misyonunun bizden daha fazla farkında. Bunun içindir ki, bütün davaları bizi kültürel bağlarımızdan,  kodlarımızdan koparıp uzaklaştırmak, uzaklaştırmaya güç yetiremedikleri noktada ise değerlerimizi sulandırma yoluyla maksadından uzaklaştırıp, içini boşaltarak anlamsızlaştırmak peşinde...
Yozlaşmayı ne kadar içselleştirdiğimizi anlamak için kadim medeniyetimizin müstakil yapı(t)larını okuyup temaşa etmemiz ve metropolden kısa süreliğine uzaklaşıp, belki de kısa süreli uzlete çekilmemiz dahi kâfidir.
İçerisinde bulunduğumuz hâl ile olmamız gereken, hatta dostlarımızın bizi gördüğü yeri bilmek için, şahit olduğum bir olayı aktarmak istiyorum.
90’ların başında henüz ilk özel televizyonlar yayın hayatına başlamıştı ki; balkondan heyecanla beklenen yayınlar soğuk duş etkisi uyandırmıştı. Bu televizyonların payitaht İstanbul’dan yayın yapıyor olması imkânsızdı-olamazdı. Olsa olsa gâvurlar tarafından ülke dışında kurulup, Türkiye’den yayın yapıyormuş gibi gösteriliyorlardı. Zira Boşnakların hayallerini süsleyen Türkiye bu ekranlarda gördükleri olamazdı, bu imkânsızdı…
Onlara göre bir gün Osmanlı’nın çocukları, Ertuğrul’un torunları, Selahaddin’in evlatları, Alparslan’ın, Fatih’in, Yavuz’un yurt kıldığı Anadolu evlatları yeniden Balkanlara uzanıp onları yeniden hüviyetlerini kovuşturacak ve balkanları yeniden yaşanılabilir bir yurt kılacaktı.
Bundan dolayı ki 95’de yaşanan ve yürekleri dağlayan Srebrenitsa katliamı sonrasında Sırp güçleri; “Türkleri yendik” diye sevinç naraları atıyorlardı. Batı çok iyi biliyor ki, “Türk” küfrün egemenliğine hayat hakkı tanımayan Müslüman’ın adı ve kimliğidir.
Ve bir ses yankılanıyor, asırların sessizliğini yırtan; “Sen oradan kıracaksın zincirleri, ben buradan” İftihar etmemiz ve sıkı sıkıya kenetlenmemiz gereken fikrî ve kültürel kimliğimizden utanmayı öğretti bize uyar(ı) dünyanın çocukları
Böylece ortaya çıkan kimlik; aşağılık kompleksine bürünmüşlük…
Bundan birkaç yıl önce, bir yılbaşı (Noel) gecesinde, saatlerin 23.00’ü geçtiği dakikalarda İstiklâl caddesinde rastlaştığımız bir delikanlıyı anlatmak istiyorum. Kutlu değerlerine burun kırıp, Batı’nın safsatalarına yönelik ağızlarının suları akan topluluğa şöyle sesleniyordu, büyük bir özgüvenle;
“Batı Taklitçiliğine gerek yok!..
Kula kulluğa gerek yok,
İzzet Allah’a kulluktadır…”
Hamaset yapmadığımızı, hayalperest olmadığımızı, iddiamızın salt bir ütopya olmadığını anlamak için Medeniyetimizin inşa ettiği şehirleri ve şaheser yapıtlarını gözlemek yeter. Medeniyetimiz, ele aldığı insanı anne karnından mezara kadar kuşatacak bir yapıya sahiptir.
Elbet inşa ettiği insan da ona nispetle eserleri veriyor insanlığa…
Kurtuba’dan, Semerkant’a, Nil’den, Maveraünnehir’e, Kudüs’ten Hicaz’a, Anadolu’dan Balkanlara, yüzlerce İslâm Kenti Medeniyetimizin görkemli eserlerine ev sahipliği yapmaya ve onları himaye etmeye devam etmektedir.
İslâm medeniyet ve kültürünün inşa ettiği aklın ortaya koyduğu eserler, sahiplerinin kendilerini İslâm’a muhatap anlayışa nisbet etmeleriyle orantılı olarak nitelik kazanmışlardır.
Buna karşın sekülerist paradigmanın eğitim süzgecinden geçen, zihinleri iğdiş edilen modern zamanların mimarları var ki onlar akıllara ziyan; zira inşa ettikleri kentler ve yapıtlar ortada...
 
Devam edecek...
Baran Dergisi 448. Sayı