BD-İBDA* 
    Bu ruh, sistem ve ismin, bağlı olduğu imân  mihrakına göre hiçbir istiklâli yoktur; ve bu ruh, sistem ve isim, ancak başbuğ imânın her iradesini yeni insan ve yeni dünya üzerinde zerre zerre nakşedici köle bir emir subayından ibarettir.

Büyük Doğu; İslâmiyetin emir subaylığı…

Büyük  Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı… Sadece,  “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi; ve çoktan beri kaybedilmiş bulun bu saffet ve asliyeti 21. Asrın eşiğinde eşya ve hâdiselere tatbik etme işi!..

Kalın çizgilerle üzerinde  durduğumuz meselelerden de belli oldu ki, ne “Ehli Sünnet” dışındaki eblehler, ne de kendini “Ehli Sünnet” sanırken İslâm’ın bâtınını reddeden ahmaklar, “İslâmî bir dünya görüşü” terkibini ifade edemeyeceklerdir… Bunca zaman edememelerinin sebebini anlayamamaları bir yana, anlatılanı da anlayamadığı için reddeden bu keleşler sürüsü, zaten bu vasıflardan arındıkları gün, kendilerine Büyük Doğu-İbda mücadelesinin insanları olarak bulacaklardır!..


KESİNTİSİZ DEVRİM**

“Bir günü bir güne eş olarak geçen aldanmıştır” buyuruyor Allah’ın sevgilisi… Eşya ve hâdiseler zemininin sürekli yeni olması, eşyâ ve hâdiselerin zaptı memuriyetinin de sürekliliğini vurguluyor. Burada insanın rolünü öz olarak ifâde edersek; insan, “hareket içinde hareket eden” bir görev yüklenmiştir…

İslâm’ı bilmek ve tatbik edebilecek duruma gelmek, ezbere klişeleri bilme, yâni, “kuru kabuk bilgisi işi” değil, bilmeyi bilici duruma gelmeyi, yeni durum karşısında tavır alabilici melekeyi kazanmayı, tahassüsü edinmeyi, tek kelimeyle kültür-irfanı gerektirir. İrfan sahibi olmak, neyi niçin bilmesi gerektiğinin şuuru ile öğrenmek ve tatbik etmek için… Tatbik etmek; hem aksiyon ifâdesiyle mevzûunu aramak, öğrenmek ve düşünmek, hem de öğrendiğini ve düşündüğünü pratiğe geçirmek için…

“Akan su pis tutmaz” hükmünün belirttiği mânâya ters düşen şabloncunun, zamanı nefsinde kokutan ve davayı içeriden çökerten durumu; ve “temizlik imandandır!” hikmetince mücerette de pisliğin hareketsizlik demek olduğu anlaşılmıyor mu?.. Ve tabiî, ideolocya manzûmesi hâlide –âhenginde- herşeyi alâka nisbetleriyle içiçe düşünmenin doğruluğu ve zorluğu ile, ölçüleri alt alta sıralamayı marifet sayan şabloncunun işportacı şivesindeki ucuzluk… Aradaki fark hecelenmiyor mu?..

Bir bünyenin kendi içinde, kendi öz nizamını sarsıcı ve yeni nizama yol arayıcı her hareket, ihtilaldir; ve bu davranış, içi beşeriyet kadar kalabalık tek fertten, üç-beş kişilik aileye, sekiz-on ailelik kabileye ve koskoca cemiyete, hâsılı topluluk belirten her varlığa kadar, esasta ve mücerrette birdir… insan ve toplum için ihtilâl, “şuur”un bozuluş ve yıkılışını belirttiği gibi, bunun dış plândaki tezâhürlerinin mânâsını da kuşatır. Şuurdaki bu bozuluş ve yıkılış, tohumun çatlaması ve ağaca doğru gelişimi şeklinde bir oluşum süreci belirtebileceği gibi, bunun tam tersi, statikleşme ve kabuklaşma süreciyle bir çürüme ifâdesi de olabilir. 

Birinci durumda “eşyâ ve hâdiseye âit yeni verilerle şuûrun muhtevâsının zenginleşmesi” neticesi bir “inklâb-oluşum”dan bahsedilirken, ikinci durumda, eşyâ ve hâdiseye âit yeni verilerin “şuur” terkîbinde yeni terkîbe ulaşamaması ve çözülüş veya eşyâ ve hâdiseler karşısındaki “sağır” şuûrun, “zapt” görevini yerine getirememesi, kabuklaşma ve çürüyüş vardır…

Birinci görünüşüyle “müsbet”, ikinci görünüşüyle “menfiliği” gösterici iki yön…

Mücerret anlamdaki “ihtilâl-inkılâp” mânâsına nazaran her ân kendini aşmaya ve yeni fethe memur insanın bir ân önceki eserine ve içinde bulunduğu cemiyetin küf ve pas tutmuş köşelerine -her zorluğa rağmen- AYKIRI oluşu nerede, AYKIRI OLMAK süksesi adına ve işi âdeta amuda kalkmış vaziyette işeme hüneri seviyesinden görmek nerede?.. Güyâ arayıcı ve imânı aramanın zıddı zannedenler, her ân tekâmül eden ve tekâmül ettiği yere nisbetle geride kalan her hâli küfür bilen velî mizacından ölçü kapsınlar… Bahsettiğimiz küfür Allah ve Rasûlüne inanmama mânasında değildir!..

Bir dünya görüşünü hayata geçirmekten bahsedildiği ân, söylenmek istenen şey, “sistem”i hâlihazırdaki yaşanana hâkim kılmayı istemek değil midir?... Böylece, içtimâî plânda mevcut düzeni ve rejimi, “yeni için yıkma işi” olarak ihtilâlin, gayeye nisbetle vasıta değeri anlaşılır; dünya görüşü, “ihtilâl”in niçinine cevaptır… Vasıta anlamında “ihtilâl” ise, kendi çapında “nasıl” mevzûu… Buradan çıkan tabiî sonuç, “nasıl” ihtilâlden önce, mutlaka “niçin” ihtilâl ve “vâsıtanın müstakil değer belirtmeyeceği” gerçeğidir; bu mânâsıyladır ki ihtilâl, “inkılâb-oluşum”un mânâsını da kuşatır…

İkisi arasındaki soylu ve özlü ilişkiye gelince şu:

“Üstün mânâsıyla inkılâb vâsıtası ihtilâl, vasıtalık ettiği şeye göre kıymetlenir. Gâye, ulvîlerin ulvîsi Allah yolu olunca da, yığınların bazen hiç ve bazen hep, bazen bâtıl ve bazen hak yüzünden birbirine girmesinden ibaret vâsıtayı müstakil değer kabul etmez. Vâsıtayı hangi şekilde bulursa onda kullanır ve inkılâb ismini alır.”

Bir ilke: Beklediğimiz inkılâbın dış vâsıtalarına, ancak, bunların iç desteklerini beslemek şuuruyla el atabiliriz Su bulunmadan boru döşenmez…

İkinci ilke: İslâm inkılâbında siyâset, iç’e doğru olmak ve dış’a doğru da bunu tamimleştirmek gâyesine bağlıdır…

Üçüncü ilke: Her iki ilkenin belirttiği mânâya sımsıkı perçinli olarak, “iş içinde eğitim” prensibi. Geliştikçe gelişecek prensiplerle gelişmek!..


*İbda Diyalektiği / sayfa:103

**İbda diyalektiği / sayfa:104

 Baran Dergisi 417. Sayısı