Bilindiği üzere 7 Haziran’dan beri, kamuoyumuzun dikkati koalisyon tartışmaları etrafında yoğunlaştı. 7 Haziran’dan beri her sabah koalisyon ihtimalleriyle kalkıp her gece bu ihtimallerin (varyasyon)larıyla yatıyoruz. Her ne kadar bu yazıya “kamuoyu koalisyon tartışmaları etrafında yoğunlaştı” diye giriş yapsam da, bunun daha doğrusu, “kamuoyu” mevzu tartışma etrafında yoğunlaşmadı, bilakis yazılı ve görsel medya tarafından “yoğunlaştırıldı” ifadesidir.  İçinde bulunduğumuz yüzyılın en büyük “numara”larından birisi de, olmayan bir şeyi olmuş, olmuş bir şeyi ise olmamış gibi göstermek… Bizim medyamız da bu hokkabazlık sanatında epey mahirdir. Bu koalisyon ihtimallerinin, (varyasyon)larının ağzımıza, burnumuza, gözümüze, kulağımıza sokularak toplumda çok ehemmiyetli bir iş yapılıyormuş intibaı uyandırabilme becerilerini de inkar etmemek gerekiyor. İki hafta önce inanmadığı âleme giden Erol Simavi’nin “Türkiye’de birinci kuvvet medyadır” sözünü esas alarak söylersek memleketimizin bu güne kadar nasıl yönetildiğini ve bu günden sonra da Erol Simavi zihniyetindeki insanların nasıl yönetmek istediklerini de sanıyorum bilmeyen kalmadı. Bu durumun farkına varmak istemeyen ya art niyetli ya da büsbütün cahildir. Bu bahsettiğim husus “medya” dediğimiz yazılı ve görsel irtibat vasıtalarının toplumları (manipüle) edici tarafı…
Batı Dünyasındaki medya patronları ekseriyetle Yahudi olduklarından, Adolf Hitler hakkında karalayıcı haberleri Batılı medya “organlarında” bol bol görmeniz mümkündür. Buna bağlı olarak Batılı gibi düşünen başka memleketlerdeki Batıcı zihniyetler de tabiî bir şekilde Adolf Hitler düşmanıdır. Elbette Hitler’in ırkçılığını ve sâir bazı fikirlerini biz de reddediyoruz; fakat Batılı ve Batıcı insanların Adolf Hitler “nefret”inin bende bu duruma bağlı olarak Hitler’e karşı bir sempati uyandırdığını da inkar edemem. Dünyayı mahveden, altını üstüne getiren, yarısını obez, yarısını hastalık hastası, geri kalanı da ilaç manyağı yapan bu vahşi adamların herhangi bir adamı sevmemeleri bahsettiğim gibi bende tabiî olarak Hitler’in söylemlerine karşı bir merak uyandırdı. Böyle olunca da  Kavgam eseri başta olmak üzere hayat hikayesi ve yaptığı birçok konuşmayı inceleme fırsatı buldum. Hitler’in yanlış fikirlerini elediğimde birçok sıhhatli görüşüne de rastladığımı belirtmek isterim.
Dünya kamuoyuna Hitler etrafında empoze edilen“nefret”in kökenlerine baktığımda, en azından Batılı adamın zihnî yapısı içerisinden bakmaya çalıştığımda gördüğüm şey Adolf Hitler’in Alman milletini “bir iman merkezi” etrafında toplamasının kıskançlığı yatıyor. 1937 yılında Nürnberg’de düzenlenen mitinge (o zamanki irtibat vasıtalarını da hesaba katarak düşünelim) Hitler’i dinlemek için, üç milyonun üzerinde Alman gelmişti. O günün şartları içerisindeki bu devasa bağlılığa karşın bugün Batılı adam pop konserleri ve sâir benzer etkinlikler dışında böylesi bir kalabalığı, hem de bir “dava” mevzuu etrafında bir araya toplayamıyor. Tabii bunun kıskançlığını da yaşıyor. Bana kalırsa, Batılı adamın zihni altyapısındaki Hitler nefretinin kökeni sadece Yahudilere yaptıklarıyla sınırlı değildir. Batılı adam kendisinin “en ileri” olarak addettiği “demokrasi”ye mukabil insanını “bir iman merkezi” mihrakı etrafında toplayamazken, “diktatör” dedikleri Hitler’in bir işaretiyle koskoca Alman milletini bir araya getirmesi onlarda Hitler’e karşı gizli bir hınç doğuruyor…Hitler belki Yahudiyi-kötüyü teşhis etmekte mahirdi ama kötüyü defettikten sonra yerine iyi-doğru-güzel’i yani esas olanı bulmayı beceremedi ve bütün davayı “Nasyonel Sosyalizma”ya bağlayıverdi ki bu mevzu ayrı …
Bu yazıda bahsetmek istediğim, Erol Simavi’nin “birinci kuvvet” dediği “medya”nın herhangi bir şeyin niteliğini değiştirebilme, abartabilme, tahrif edebilme kuvveti ve bugün içinde bulunduğumuz “yönetim biçimi”nin yani “demokrasi”nin bize sanki kurtarıcı ilaç gibi satılmış olması…7 Haziran’dan beri süren “koalisyon” etrafındaki bütün yazılar, televizyon programları ve buna dair her şey, bir anda zaten bildiğim bir şeyin kafama “dank” etmesine vesile oldu: Her mevzuyu kilitleyen, her mazlumun, her garibanın, milletin sıradan her bir ferdinin işlerinin görülmesi ortaya çıktığında ötelenen; fakat “bazı” seçkinlerin işlerinin her daim yürütüldüğü bir tezgâhın adıdır demokrasi... Savaşlardan bunalan Avrupa’nın Hitler’den sonra icat ettiği bütün olumsuz yanlarının tırpanladığı, yönetim biçimi olarak işlevsel hâle getirmek için günümüzde “başkanlık” ve “yarı başkanlık” olarak kullandıkları demokrasi, bizim gibi ülkelere ihraç edildiğinde ise erkler ayrılığı, cartlar ayrılığı, curtlar ayrılığı diye bölüne bölüne bölünen, amip gibi çoğalan, virüs gibi hareket eden, başbakanına göre değişen, medya patronuna göre eğilen, generallere göre selam duran bir acayip “şey” oluveriyor… Adolf Hitler’in bana “sempatik” gelen tarafı da işte tam burada devreye giriyor; ilk gençlik yıllarında devamlı meclise giden ve işlerin nasıl yürüdüğüne bakıp“demek ki bu meclis işler yürüsün diye değil, işler yürümesin diye var!” diyen Hitler’in bu mevzu hakkında ilginç tespitleri bulunuyor. Bu tespitlerin bazılarını sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Parlamento müessesinin çalışmasını bütün ayrıntıları ile anlatmak ve müessesenin hayali olduğunu göstermek için ciltler dolusu kitap yazmak gerekir. Fakat müessesenin bütün varlığı ‘gözden geçirilmeyip de, sadece faaliyetinin sonuçları incelenecek olursa en paradoks’bir ruh ile düşünülse bile, gayesinin mânâsızlığını ortaya koyacak kadar yeter bilgi elde edebilir. İnsan, gerçek demokratik düzenle, Alman demokrasinin mukayesesinde ortaya çıkan farkı gördüğünde çılgına döner.
Parlamenter rejimin gözle görülen en büyük niteliği şudur: Son yıllarda kadınların seçildiği hesaba alınmazsa, bir miktar adam tespit edilmektedir. Mesela beş yüz kişi. Bu beş yüz kişi her hususta karar almak salahiyetine sahiptir. Yani fiîliyatta tek hükümet bu beş yüz kişidir. Şimdi bu beş yüz kişi kabine kuruyor. Dışarıdan tespit edilen manzara devlet işlerini bu kurulan kabinenin gördüğüdür. Fakat bu sadece görünüşten ibarettir. Gerçekte bu kabine herhangi bir meselede beş yüz kişinin, yani meclisin iznini almadan tek bir adım ilerleyemez; işte bunun için hiçbir meselede hükümeti sorumlu tutmaya imkân yoktur. Çünkü son karar meclisindir. Hükümet, çoğunluğun isteklerini uygulamaya memur bir organdır. Siyasi kabiliyeti ve başarısı hakkında not vermek için çoğunluğun fikir ve kanaatlerine uymak yahut çoğunluğun kendi fikrine savaşmak için gösterdiği hüner ve siyasî oyununa bakmak icap eder. Bu suretle, gerçek bir hükümet durumundan, dilenen bir hükümet durumuna düşer. Hükümetin mevcut çoğunluğu kendi tarafında tutabilmesi yahut kendine yeni bir çoğunluk sağlanabilmesi için ‘icrayı hükümet etmekten’ başka bir işi olmayacaktır. Bu işte muvaffak olursa bir süre daha hükümet edilebilir. Aksi takdirde çekilip gitmekten başka yapacak bir işi kalmaz. İşte bütün sorumluluk mefhumu fiîliyatta ortadan kaldırılmıştır. Buradaki paradoks ise şudur: çeşitli meslek sahibi ve çeşitli kabiliyetlerdeki bu beş yüz kişilik topluluk hiçbir zaman bağdaşık bir topluluk olamaz. Ayrıca bunlar, aynı zamanda akıl ve kâbiliyet bakımından da seçkin kimseler değillerdir. Hiçbir zaman zekâca sivrilmemiş kimselerin oy varakaları ile yüzlerce devlet adamı doğmaz. Genel seçim usûlünün dehâları ortaya çıkaracağı iddiası yersizdir. Bir kere, bir millet uğurlu günlerde gerçek devlet adamı çıkarır. O da yüzlerce değil, bir tane. Halk topluluğu seçkin dehâlara içgüdüsü ile düşmandır. Seçim yolu ile bir büyük adam bulup çıkarmak, bir iğnenin gözünden deveyi geçirmek kadar zordur. Dünya kurulduğundan bu yana gerçekleştirilen her şeyin tamamı ferdî teşebbüslerin neticesidir. Hâlbuki değersiz beş yüz kişi milletin en mühim meseleleri hakkında kararlara varıyor. Bunlar öyle hükümetler kuruyorlar ki, bu heyetler her özel mevzuyu çözmeden önce, bu saygıdeğer meclis ile anlaşmak zorunda bulunuyorlar. Demek ki siyaset, beş yüz kişi tarafından yürütülüyor. Hükümet üyelerinin dehâlarına temas bile etmeyeceğim. Sadece çözümlenecek mevzuların çeşitli oluşunu, çözüm çarelerini ve kararları birbirine zenci saçı gibi dolaştıran karşılıklı bağlantıları inceleyeceğim. İşte o zaman, karar çıkartmak için, ancak büyük meselenin basit parçaları hakkında bilgi ve tecrübe sahibi bulunan kimselerden oluşan meclise gelen hükümetin silahının küçük ve basit oluşu gözler önüne serilir.
En önemli ekonomik meseleler öyle bir heyet tarafından incelenip bir karar alınacaktır ki, o heyete dâhil olan kimselerin arasında vaktiyle iktisâdî siyaset yapmış olanların sayısı onda biri bile bulmaz. Böylece o iktisâdî mesele, bu hususta herhangi bir fikri ve bilgisi olmayan kimselerden meydana gelen heyetin elinde kalır. Bu durum diğer bütün meseleler hakkında da böyledir; incelendikten sonra bir karara varılacak olan mevzular kamuya ait olduğu halde, meclisin kuruluş şekli hiç değişmediğinden daima aciz ve cahil kimselerin meydana getirdiği çoğunluk, terazinin kefesi kendi tarafına doğru eğilim gösterir. Hâlbuki çeşitli mevzularını görüşerek çözümleyecek olan milletvekillerinin devamlı şekilde yenilenmeleri gerekirdi.  Çünkü milletin ticarî menfaatlerine ait bir konu ile genel siyasî meseleleri, aynı heriflerin halletmelerine izin vermeye imkân yoktur. Bunun aksi olabilmesi için bu adamların hepsinin yüzyıllar boyunca, ancak bir kere ortaya çıkan dünyaya bedel dehâ olmaları gerekir. Ne yazık ki, bu adamlar birer as bile olmayıp, sadece merakları sınırlarıyla çizili mağrur ve en kötü fikir dünyasında yolunu şaşırmış kimselerdir. …
...Şimdiki demokratik idare şekli, zekâ sahibi hâkim kimselerden oluşan bir meclis meydana getirmeyi hiçbir zaman düşünmez. Daha çok basit kimselerden kurulu bir ‘siyâsî grup’ teşkiline çalışır. Bu meclisi muayyen bir istikamete yürütmek, o meclisi meydana getirenlerin sınırlı kafada olmaları ile mümkündür. …”
Eski Yunan’da sonsuza kadar büyük bir kayayı dağın tepesine çıkartmaya mahkum edilmiş, cezalandırılmış bir Yunan kralı vardır. Bu Yunan kralının adı (Sisifos)tur; Batı dünyası tarafından bize dayatılan ve bizim de 90 küsür senedir içinden çıkamadığımız bu “demokrasi” dediğimiz hastalık da aynen eski Yunan kralına verilmiş cezanın bizim sırtımıza yüklenmiş haline benziyor. (Demokrasi) yerine (Sisifos) desek (parlamenter sistem) yerine de dağın tepesine çıkartmaya çalıştığımız kayayı işaret etsek dâvâmız anlaşılır mı?
Baran Dergisi 441