İslama muhatap anlayış

Allahın Resûlü... Veda Haccında... Kızıl tüylü bir devenin üzerinde, yüz bini aşan bir sahabî topluluğuna hitap ediyorlar. Sözleri arkalara doğru her yüz adımda bir sahabî tarafından tekrarlanıyor; ve dümdüz meydan, her biri bin kere tekrarlanan bu sözlerin yankısını uğuldatıyor.

İslâm topluluğuna Veda Haccındaki bu sesleniş, ebediyet mimarîsinin yerle gök arası «senfonik» çizgilerle resmedilmiş bir ahenk abidesidir; ve içinde gaye ve dâva memuru insanoğlunun, yaradılışından o güne değin hiç bir ferdine nasip olmamış derinlik ve yükseklikte şu cümle vardır:

— «İşte zaman yaratıldı yaratılalı devrini yapa yapa nihayet gaye noktasına erişti.»

Gerçekten bu çapta bir yükseklik, derinlik .ve memuriyet idraki, O var diye var olan Kâinatın Efendiliğini makamına ait bir hüccet...

— «Zaman ve mekân emrine verilmiştir ve siz bu sırra riayetiniz nisbetinde mekânı döşeyecek ve zamanı işleteceksiniz! Resûl olduğuma inanıyor, fakat memuriyetimi anlayabiliyor musunuz?»

İşte İlâhi berat, zaman hakkında söylenmesi ve benimsenmesi hiçbir kula nasip olmayan büyük sır ve bu sır Önünde ulvî varlık muhasebesi!..

İşte topyekûn zaman ve mekânın Peygamberi ve O’nun yolunda ebediyyen zaman ve mekâna hâkimiyet gayesi...

Başında bulunduğumuz 15. Hicri asra gelin­ ce, bir dairede baş ve son noktanın birbirinin üstüne geldiği yerde tersinden delilendirici yine O’na bağlı bir mucize seyrediyor, bu daire hikmetinde İslama muhatap anlayışın mutlak kemâlini temsil eden O’nun nurundan mahrumluğun düşürdüğü halimizde ihtiyacımızın neye olduğunu idrak ediyoruz. İnsanda erişilmez ufuk noktası O; küfrün en azılı tipi de O’nun karşısında... O’nun kemâl devrinden sonra gelen zevâî devirlerinin en dibinde de biz; ve karşımızda küfrün kemâli... Parça, bölük, mevzi, kısım değil, topyekûn bir davranışa muhtacız; bunun kapsayıcı ifadesi de ÎSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞI yenilemek.

Eğer bana «İslâma muhatap anlayış»ı yenileyen Büyük Doğu Mimarı’nın hâl keyfiyetimizi çerçeveleyici en çarpıcı teşhisinin ne olduğu sorulsa, hiç tereddütsüz «Mucize» isimli yazısı derdim... Evet o:

Kimse farkında değildir ki, önce 50, peşinden 27 yıl, üstüne kezzap dökülen ruh ağacımızın kökü, nihayet yarım yamalak müsamahalar sonun­ da büsbütün tereddiye uğratılmış, bu mevzuda bahçevan geçinenler bu defa onu zehirli meyveler vermeye zorlamış ve öyle bir oluş meydana gelmiş­ tir ki, hiç olmamaktan beterini getirmiştir.

Bu hâl her sahada, O’nun, Allah Resûlünün Nurunu kaybetmiş olmanın neticesidir, ve «O olmazsa ne olur?» şeklinde bir mucize habercisidir.

Bir mucize... Gelip geçmiş bütün nebi ve resullerin mucizelerinden üstün bir mucize... İlk ve son Resûle ait ve O’nun bütün mucizelerini doğrulayan ve tamamlayan bir mucize... O mukaddes parmağın göğe döner dönmez kameri ikiye bölmesi, okunu yerleştirdiği kurumuş pınardan su fışkırması, temasiyle hastaları şifaya kavuşturması ve daha niceleri gibi, akıl ve hesap üstü harikaların 1300 şu kadar yıl sonra hakikatini suratlara çarpan bir mucize...

Bir mucize ki, Burak isimli at üzerinde ışıktan hızlı bir süzülüşle feza ötesine geçen ölümsüz­ lük müjdecisinin nurundan mahrum kalmaktaki dipsiz *karanlığı, mucizeler arasında en büyüğü, toplayıcı ve belirticisi olarak göstermekte; fakat kimse, güneş söndürülünce ne olacağım gösteren bu mucizeyi farketmemekte...

Anlaşıldı mı?

Türkiye’nin ve İslâm âleminin bugünkü hâli Allah Resûlüne ait mucizelerin hiçbir peygambere nasip olmamış, en büyüğü!.. Tersine mucize... O’nun nuruna mâlik olmanın tarih dolusu mucizeleri yanında aynı nurdan mahrumluğun bir milleti ne hâle getirdiğini belirten mucize üstü mucize.

Bu mucize, yükselişini o nura borçlu milletlerin tecelli çerçevesindedir ve bunların başında Türkiye vardır.

Başkalarının; büyük hayatı O’nun nur dairesi içinde tadmamış ve yükselişleriyle alçalışlarını kendi çalışma ve uyuşma sebeplerine bağlamış olanların bu mucize tesellisinde yerleri ve payları yok... O yalnız bize ait; «Müslümanım!» dedikten, onun mukaddes mîsakını imzaladıktan ve dünya çapında mükâfatım cebe indirdikten sonra bütün bir devre boyunca vecd ve aşkım yitirenlere, peşinden de hikmet ve hakikatine dil çıkaranlara ait... Tek kelimeyle İslâmın nurunu kaybedenlere ait...

İşte şu anda biz, asırlarca İslâmın kılıcım ve tahtım temsil etmiş tarihimiz önündeki yürekler acısı vaziyetimizle, eh büyük mucize çapında bu ters tecellinin mihraklaştığı bir ülke manzarası arzediyor ve bu halimizle, başımıza ne geldiyse sadece o nuru kaybetmekten geldiği hikmetini yaşatıyoruz.

Malûm tarihî devreler içinde terakki ede ede gelen bu hâl, felâketimizin hasad mevsimi diye gösterebileceğimiz ikinci Dünya Savaşı ve sonrasında birdenbire patlak vermiştir. Her sahada bütün dayanak noktalan çökmüş, muvazeneler bozulmuş, demokrasi «palyatif»leri altında maraz büsbütün azmış, gidenlerden hiçbiri tam suçlandırılmamış ve gelenlerden hiçbiri büyük teşhise yanaşamamış, bunlara karşı yapıcı olmak isteyenler kökünden yıkıcı olmuş, arada inkisar ve hayâl sükûtundan başka hiçbir zuhur görünmemiş ve nihayet işte, bizim için göğün bütün güneşleri söndürülmüş gibi bir manzara doğmuştur.

Bu güneşleri, Sevgilisinin nurunu, ahlâkını ve idrakim kaybettiğimiz için yurdumuzdan esirgeyen Allah, böylece, O’na bağlandıktan sonra dönmenin akıbetini, maküs şekilde tecelli edici Ahmedî bir mucizeyi göstermektedir.

İkinci Dünya Savaşı sıralarında memlekete girmesi yasak edilen bir İsviçre gazetesi hakkımız­ da şöyle yazmıştı:

— «Bugün bir halk ihtilâli için her sebebe mâlik bulunan Türkiye’de buhran ne siyasî, ne İdarî, ne içtimaî, ne ahlâkî, ne İktisadî, ne de İlmîdir; sadece ruhî... Türkiye bir ruh hastalığı içindedir!»

Yani, bu hâle düşebilmek için insanın deli, olması lâzım, demek isteniyor. Acından ölecek hâle gelen delinin önüne bir tabak pilâv konulduğu zaman mecnun kaşığı ağzına götüreceği yerde kulağına tıkmaya kalkışırsa hâli ne olur? Yemek önündeyken acından ölür!

İnönü devrini bütün malikiyetler içinde «total-topyekûn» mahrumiyet bakmamdan bu misâl derecesinde canlandırabilecek ikinci bir kıyas unsuru bulunamazken ya ondan sonra gelenler?..

Ondan sonra gelenler derken gelenlerin ar­ kasından onların da ardında sökün edenler marazı en ileri dereceye vardırmakta yani «psikasteni- ruh inhitatı» illetini derinleştirmekte hiçbir ihmâl göstermemişler, aksine İnönü’ye taş çıkartıcı hünerlerini ortaya dökmüşlerdir. Zaten çent zamandan beri Türkiye’de vebalini hafifletme usûlü, bir idarenin, kendisinden sonraki sayesinde elde ettiği «beterin beteri» avantajından başka bir şey değildir. Fakat beteri olmayan en korkunç «beter», Muhammedi, Nuru 50 yıllık peçeleme ve çuvallama davranışıdır ki, nihayet kemâlini bu­ gün bulmuştur.

Bu nuru ve onun getirdiği ruh ve ahlâkı bütün Türkiye göklerinde mahyalaştırmadıkça, ne tarlayı, ne fabrikayı, ne mektebi, ne kitabı, ne daireyi, ne kışlayı, ne mahkemeyi, ne zabıtayı, ne bakkalı, ne kasabı, ne sokağı ne meydanı, ne aile­ yi, ne gençliği, ne malı, ne canı, ne ırzı, ne namusu, ne ahlâkı, ne idraki ayakta tutabilirsiniz!..

Büyük Doğu - İbda

İnsan, âlem ve Allah hakkındaki bilgisi ve inancını, bir cemaatin bilgi ve inancı haline getirebilmek için her şeyden önce, «başkası» hakkında bilgi ve inanca sahip olmalıdır. Bilgi ve işaretler anlaşmaya yetmez; bu sembollerin insanlar arasında ortak bir «mânâ» dünyası meydana getirmesi lâzımdır. Eğer düşündüklerimizi ve inandıklarımızı başkalarına bildirecek böyle bir ortak dünyaya sahip değilsek, yani BAŞKA İNSANLARIN ŞUURU İLE DOĞRUDAN DOĞRUYA TEMASA GELEMİYORSAK, ortak bir düşünce ve inanç kurmamız imkânsız olur.

Sonsuz Varlık hakkındaki inancımızı ve bilgimizi bildirebilmenin şartı, «başkası» hakkında inanç ve bilgiye sahip olmaktır. İnşam ve İnsaniyi kavrama gücünde değilsek, İlâhî olana inansak ve onu düşünsek bile, başkasına bildiremeyiz. Bu da gösterir ki, İNSANÎ OLANA AÇIK VE AŞKIN BİR VARLIK OLMAK ÜZERE «başkası» İLE BAĞ KURMADAN İBARET AHLÂK, dinî inancın ve düşüncenin şartıdır. İnsan insana açık değilse ve kişiler arası bir bağ yoksa, dinî inanç ve düşünce, ferdî şuurlara hapsedilmiş kalır ve bildirilemez; tebliğ edilemez... Yalnız bu «tebliğ ediliş» bile, «başkası»nın «ben»e aşkın varlık olarak açık olduğunu gösterir.

Fert ve topluluk «malûm-geist»ine ait bu incelik bize, «teorik dil alanı» bahsinin en önemli sırlarından birini göstermektedir... Bu yüzden üzerinde durmalıyız;

Tarih, insanlar arasında ve gözümüzün önün­ de olup biten hadiselerdir; bu hadiseleri meydana getiren ve taşıyan da, ışığın sinema perdesinde görünüşe çıkması gibi «Külli Ruh-Küllî Malûm» alanıdır...' Görünüşe çıkanı Ölçü alarak, fertlerin toplamından ibaret topluluklar ahlâkının içe dönük yönü halinde buna «toplum malûmu» diyebiliriz... Bu alan ortak bir yapıdır; inançlar, değerlendirmeler, temayüller, hükümler, peşin kanaatler, bilgi ve hatalar, hayat ve ifade formları gibi kollara ayrılmış bir bütündür ki, bu da dış yüz görünüşüdür. Bu bütünlük, «oluş» halinde bulunan, gelişen; servetler, hedefler, fikirler ve idealler için çarpışılan ve tarih adımları ile ilerleyen bir varlık alanıdır; öyle ki, insanları, bilgi ve şahsiyetin ayırdığı yerde bile birleştirir.

Fert tarafından taşman, ona bağlı ve onun ifadesi «geist-malûm» ise, doğrudan doğruya ve­ rilişinde, bir kimsenin inançları, birisine veya bir hadiseye karşı tavır takınması, istemesi, çeşitli hisleri duyması vesairede görünür... Bunların hepsi yalnız ferde bağlı olarak ortaya çıktığı veya bir iç davranış olarak ona bağlı kaldığı sürece vardır... Aynı şey, bilmek, anlamak, değerlendirmek, değerden düşürmek, coşkunluk göstermek, reddetmek hakkında da geçerlidir; «mâlum-geist»in bu görünüş varlık tarzları, onları doğru­ dan doğruya taşıyan kişiye bağlıdır.

«Herkesin hakikati kendine; öyleyse hakikatin hakikati kimde?» sorusu, «toplum malûmu» hakikatini «Ferdin Hakikati-Hakikat-i Ferdiye»de toplar ki, bu fert Allah Resulüdür... Bu ölçü için­ de de, mevzuunda hakikati ve şahsiyeti topluluğa şamil bir mânâ ifade eden «remz şahsiyet» hususiyeti görünür... Bu meseleleri «Allah’ın eli topluluk üzerindedir.» ölçüsü ile görmek ve «topluluk hakikati»nin hakikatinin de o ölçüde bulunduğu­ nu bilmek gerek.

Bundan sonra, tarihî, ferdî aşan aşkın bir realite olarak ona nisbetle KUŞATAN diye alırsak; «objektif-afakî» mâlum veya cemiyet mâlumu, yine insanlar tarafından taşınsa da, bir birlik ve bütünlüktür ve tarihi taşıyan bu «geist-mâlum»dur... «Cemiyet-topluluk» malûmu teklerin ölümüne rağmen sürerken, kuşaktan kuşağa değişirler; bu da tarih! bir değişmedir.

Ruhî, sosyolojik ve tarihî inceliklere temas eden bu parantezden sonra, hem «remz şahsiyet», hem Büyük Doğu-İbda misyonu ve hakikatini, «teorik dil alanı», «teorik dil» ve «tecrit dil»i lerini çerçevelemiş oluyoruz:

Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte çağımızın nabzım yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insan­ oğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam... İSLAMA MUHATAP ANLAYIŞ’ın dünya görüşünü örgüleştiren adam... Davanın aşkını, vecdini, diyalektiğini, estetiğini, dost ve düşman kutuplarını işaretleyen, hedeflen­diren, istikametlendiren; İslâmî eşya ve hadiselere tatbik edebilmenin «nasıl »ını çerçeveleyen adam... Bunun sembol şahsı, Büyük Doğu Mimarıdır!

Başyücelik Emirleri: Zevk ve terbiye - Necip Fazıl Başyücelik Emirleri: Zevk ve terbiye - Necip Fazıl

İnsanların anlaşabilmesi, «bildirilebilme» ile mümkün... Bu ise, hakikat hükmünün insanlardaki müşterekliğiyle, yani «ben» ile «başkası» arasında ortaklık imkânı demektir... Böyle bir haki­ kat temeli olmasa, lisân olmaz... Dil ve işaretler, insanlar arasında ortak hır «mânâ» dünyası mey­dana getiren sembollerdir... Ve şu dava: Dil, ye­ rinde hâl ifadesi, yerinde sembol, yerinde mevzu, yerinde tefekkür, yerinde «düşünce sistemi», ye­ rinde araç, yerinde mahiyet, yerinde hareket vs. mânâlarda kullanıldığı gibi, «diyalektik» mânâsında da kullanılır... İşte bütün bunlar çerçevesinde kapsayıcı dil Büyük Doğu!,.

1975’den başlayacak toplumun genel fikir çerçevesine BÜYÜK DOĞU’yu oturtmak mücadelemizin sebebi anlaşılıyor; İslâm inkılâbı burada... Bunu böylece vasıflandırıp nisbeti de, Büyük Doğu’nun muradı ve «niçin» buudu halinde İBDA’da... BÜYÜK DOĞU-ÎBDA, Bir ayniyetin iki kanadı halinde şudur:

Eşya ve hadiseler karşısında ruhun tavrına «nasıl» denir... «Nasıl» davası. Eşya ve hadiseler karşısında ruhun «nasıl» tavrına karşı, akıl «niçin»lerle yaklaşır ve fikir meydana gelir... Silsile halinde; fikrin içine işlemiş işletici sıfat ahlâktır ki, kendisinden doğduğu fikri ileriye doğru zuhur ettirir. Büyük Doğu-İbda çekirdeği hususiyetinin açılışlarındaki umumiyet ifadesinin teorik dil alanı mânâsıyla, bu umumiyet içinde hususiyeti billurlaşan şahsiyet ve mevzuların fikir-fiil-sanat edalarının temin ettiği «has ve hususi» teorik dil alanında görülen sembollerin raksını, bu çerçeve­de de «teorik dil alanı» bahsinin genel ve özel mânâsının ortak sembollerden ortak sembollere varış zeminini işaretleyişini anlıyor musunuz?

Salih Mirzabeyoğlu, İslama Muhatap Anlayış s. 57-65