Makineyi, Batılı bir psikolog gözüyle ve “gayesiz hayat” görüntüsündeki rolüyle gösterelim:

-“Tartışılan mesele, çağdaş dünyanın en önemli yönlerinden birine değinmektedir. Çağdaş hayatın en göze çarpan özelliklerinden biri, gayelerin kendilerini gölgelemesi ve gerçek olmayan bir varoluş kazanırken, gayeleri araç olan etkinliklerin durmadan artan bir şekilde onların yerini zorla alma vakıasıdır. …Bizler, bir araçlar ağı içine düşmüş ve gayeleri gözden yitirmiş bulunuyoruz. Müziğin ve yazının en güzel örneklerini evlerimize getirebilecek radyolarımız var. Ama bunun yerine dinlediklerimiz büyük ölçüde özetleyici magazin seviyesinde değersiz şeyler veya zekâ ve zevki aşağılayan reklamlar. İnsanın şimdiye kadar sahip olduğu en muhteşem araç ve gereçlere sahibiz ama bir an için durup da onların NEYE YARADIKLARINI sormuyoruz.”

Salih Mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya

 
Aletler-ihtiyaçlar meselesi bugün insanlık tarihinde belki de hiç olmadığı kadar ehemmiyetli bir mevzu haline gelmiştir. “Para”nın bugün tapınılan bir nesne olması, onun sahte olmasına mukabil insanlar nazarında bugün ilah pozisyonunda kabul görüyor olması (tuhaftır, maddenin esasen latifliğiyle, paranın yine esasen ruha nisbet noktasında “değer” olmasından kaynaklanan letafetine nazaran bu bilerek-bilmeyerek ibadet etme ritüelindeki ruhilik de hakikaten enteresan bir meseledir) makine bilmecesinin de yol açtığı büyük tesirledir. İhtiyacımız olan aletlerden ihtiyaçları köpürten aletlere geçişimizle birlikte ortaya çıkan (Sanayi Devrimi’ne bir tarafıyla böyle de bakılabilir) ve artık büyük devletlerin de aslî bir problem olarak ayrıca uğraştığı dava!..

Evet, makine davası bir bilmecedir ve onu çözmek yerine, insanlık, bugün sonsuza doğru uzayan ve her bir parçası birbiriyle alakasız yap-boz parçalarını boyuna üretmeye mahkûm, pösteki sayan deli misali habire çırpınmaktadır. Bu noktaya birdenbire gelinmedi; yakın tarihiyle Birinci ve İkinci Dünya Harbi, uzak tarihiyle 500 yıllık bir buhranın, daralmanın, çıkış noktası olacak fikrin bilerek-bilmeyerek baskılanması neticesinde buhranını devamlı erteleye erteleye her geçirdiği nöbetin bir evvelkinden büyük olduğu bir hâlin neticesi…

İleri- geri meselesi geçen yüzyıl çokça tartışılmış ve içinde bulunduğumuz yüzyılın da daima meselesi olmuştur. Elbette bunun başlıca amillerinden birisi de makine davasının geçen yüzyılda eskiye nazaran pek hızlıca, hatta dilimizdeki bir tabirle “baş döndürücü” diyebileceğimiz bir süratle ilerlemesiydi. Bu “aşırı” ilerleme pek büyük kolaylıklarla birlikte pek derin problemleri de doğurdu. Esasen bu dava yeni değildir; Ruh ve nefs kutublarından müteşekkil olan insan, varoluşundan beri bu birisi aşağı-geri diğeri yukarı-ileri sayılan bu mesafeler arasında yaşamış ve yaşamaktadır. İleri-yukarı, geri-aşağı nitelemelerine de takılmayalım; bu nitelemeleri tastamam yapabilmek için her zaman bir nisbet noktası olmak lazım gelir. Kâinatın bütün çapına nazaran etrafına bakan bir adam için ayağını bastığı şey de dâhil her şey nasıl havada ise, ayağını bastığı noktaya nazaran etrafına bakan başka bir kimse için de sadece başka bazı gezegenler havada sayılabilir. İleri-geri davasında da böyle; eğer tarihi ve zamanı düz bir çizgi olarak niteliyorsanız, baktığınız dümdüz çizgiye nazaran sapan taşından uzay mekiğine doğru bir ilericilik çizgisi çekmek çok da zor olmayacaktır. Böyle olunca da makinenin her terakkisi, teknolojinin her “devrim”i alet noktasında hakikaten de büyük bir ilerlemenin kaskatı ispatıdır… Fakat tarih görüşünüz ve zaman idrakiniz düz bir çizgi değil de estetik kavislerle oluşmuş bir daireden müteşekkil ise ileri-geri davasında nisbet noktanız sadece makine davası üzerinden değil, makine’nin de kendisi için varolduğunu addettiğiniz insanı merkeze almak zorundasınızdır.

Böyle olunca da ruhi bir varlık olması noktasından insan ve makine münasebetini tahlil eder ve çevresindekinin (makinenin) merkezdekine (insana) etkisi bakımından bir ileri-geri münasebeti kurduğumuzda, dairevi bir anlayışta ileri geri davasının nisbet noktası elbette insan-ruh olmak lazım gelir; yani, ilerlemeyi aletler üzerinden değil de insanın, ruh ve nefs bitişikliği içinde hayat süren ve işlerini buna nazaran gerçekleştirenin, varoluş gayesi taşıyan bir varlığa nisbetle hesaplamak…
 
Makine Çukuru
Bazen üzerinden sıçramamız gereken bir çukurun kenarına ne kadar yaklaşırsak zıplamak için sarf edeceğimiz gücü o denli az buluyorsak, bazı meselelere de yakından değil belirli bir mesafeden bakabilirsek önümüzdeki çukuru aşmak için sarf edeceğimiz gücün etki alanını çoğaltabilir, tabiri caizse bacaklarımızın esnekliğiyle kazanacağımız bu kuvveti sıçrama hamlesine aktarabiliriz.

Tıpkı bunun gibi makine davasının geçen ve bu yüzyılda hayatımızda yer edişi o kadar çabuk oldu ki, insanlık bu çukurun değil kenarında kendisini direkt içinde bulduğundan ötürü hareket edememe noktasına kadar geldi; nitekim politik açıdan misillendirirsek, senelerce ellerinde nükleer silahlar olduğu içi dünyayı iki kutuba bölüp birbirlerini tehdit ederken, dünyanın geri kalanını bir korku atmosferinde tutan SSCB ve ABD diğer memleketleri böylesi bir çukura senelerce mahkûm etmişken, bugün benzer silahlara, imkânlara birçok memleketin sahip olmasından ötürü Rusya ve ABD herkesle aynı korku atmosferine maruz kaldığını zımnen hissettiği aynı çukurdadır...

Makine davası ve çevresindeki tüketim toplumu projesi dünya çapında o kadar yerleşti ki her açıdan birbirine benzeyen ve adeta tek tipleşen sadece belirli toplumlar değil bu işin ana üreticisi olan memleketlerin de dâhil olduğu bütün toplumlar oldu ve neticesinde çığırından çıkan bu iş icad edicilerini de tehdit eder hâle geldi diyebiliriz; diğer yandan, “yanlışı müntehasında belli olur” noktasından baktığımızda görüyoruz ki, sanayi devrimini yapmış büyük memleketlerin de içinden çıkılamaz sosyal ve siyasi problemlerle boğuşmasından yola çıkarak bu işin, yani makine davasının zekâ parıltılı bir iradi plan olmaktan çok ilerleyişine gem vurulamaz bir akış olarak seyrettiğini, gelinen noktada ise mevzuun artık makine davası yani teknolojik olarak ilerlemekten ziyade bunun açtığı problemleri kapatmaya yönelik tedbirlerin nasıl alınması gerektiğine dönüştüğünü görmekteyiz…

Bu ilerleme gibi gözüken fakat sadece tek bir hat üstünde boyuna ilerlerken odak noktasını –insanı- kaçıran, doğrusu odak noktası olarak insanı hiçbir zaman bütünüyle kucaklamayan yahut kucaklayamayan ve makine davasında tüketici bir diğer makine olarak ona yer biçen ilerleme davası, ABD-Rusya misalinde olduğu gibi esasen dünya çapında gerilemiş, bu kadar ileri gidince de esasen geriye doğru gittiğini de artık fark etmiştir. Sanayi devrimine öncülük etmiş İngiltere, Almanya, ABD vesair devletlerin bugün bu meselelere dair aldığı tedbirlere bakılırsa, esasen ipin ucunu kaçırdıklarını gördüklerini, dünyaya karşı itiraf etmeseler de bunun tedbirlerini almak için her sahada daha “insani” yaklaşımlara doğru çabalamak için toplumlarını sevk etmeye çalıştıklarını görüyoruz.

Bu açıdan bakıldığında hakikaten “üçüncü dünya ülkeleri” tabirine maalesef muvazi gelen bizim gibi memleketlerin “ilerleme” noktasında aşırı iştahlı olmaları da trajik değil ironiktir; ironiktir, zira Batı, içinde bulunduğu çıkmazın ancak sosyolojik açıdan nispeten insani hasletleri barındıran fertler meydana getirerek aşılabileceğine kanaat getirmişken bizim gibi memleketlerin Batı’nın çoktan bir kenara bıraktığı –esasen bırakmak zorunda kaldığı- bir davaya hiçbir kültür hazırlığı içerisinde olmadan balıklama dalmaya hazır hâli, kaza yaptığını, akibetini gördüğümüz bir otomobilin- makinenin kendisinden değil kullanıcı hatasından ötürü o hale geldiğini anlamadan dört yaşındaki bir çocuk gibi “ben de isterim” demesine benziyor… Nasıl bir kültür hazırlığından mı bahsediyorum? Eliot’un da belirttiği üzere kültür “hayatı yaşanmaya değer yapan şeydir” ve memleketimize idarecisi ve tebası bakımından topyekun bakıldığında yaşanmaya değer hayat için pek bir hazırlık içinde olmadığımız da rahatlıkla söylenebilir. Makine davasıyla irtibat kurmak ve ileri-geri davasında yer sahibi olmak parasını verip belli başlı aletleri kapımıza kargo ile getirtmekten öte bu işin ruhunu yakalamak ve en başta bu meselenin bir makine davası değil bir ruh davası olduğunu kavramakla olur. Bin sene evvel bir başkasını kıskanan herhangi bir insana nazaran, bugünün teknolojik aletleriyle bezeli dünyasında herhangi bir insanın daha “ileri ve yeni” alete sahip bir başka insanı halen –çok evvelden olduğu gibi geri bir hamle olarak diyelim- kıskanıyor olmasının misali bile tek başına gösteriyor ki aletlerdeki değişikliğin, çok yönlülüğün birçok açıdan getirdiği kolaylığın yanı sıra zannettiğimiz kadar devasa iyilikler kazandırmadığını anlamak lazım; hatta tüketim çılgınlığı ve israf bakımından söylersek, sırf bu kıskandırma hissini gıcıklaya gıcıklaya milyonları aynı torba içine atmış olmasından ötürü şu ileri davası evvele nisbetle geriliği kat be kat çoğaltmıştır da demek zannediyorum yanlış olmaz…

 Kültür meselesine bağlayarak – ki hangi mesele kendisine bağlanmamaktadır ki zaten!- Eliot’un “hayatı yaşanmaya değer yapan şey” diye tarifiyle söylersek, dinin hayatımıza kattığı yüksekliğin otomatik ritüellere dönüşmüş kaidelerden daha başka bir “şey” olduğunu başka milletlerden çok esasen bizim anlamamız gerekirdi. Nitekim yine Eliot’un tarifiyle ilerlersek, kültüre dair getirdiği şu tarif hakikaten de “kültür davamız”ın ne ehemmiyetli bir mesele olduğunu bir kez daha ispat eder: “Kültür, aslında, herhangi bir toplumun dininin vücut bulmuş bir şeklidir!” ve “din kültüre muhtaç olduğu çerçeveyi temin eder ve bütün insanlığı bunalım ve ümitsizlikten kurtarır.”

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun tarifiyle “öğütücü bir canavar olmaktan çıkarılamayan” makine meselesi, bugün insanlık için iktisadi ve sosyal açıdan getirdiği büyük problemlerden ötürü aşılması gereken mühim bir mesele olarak büyümektedir. Bu problem arttıkça insanlık gayesini hatırlayacak fırsat bulamamakta, aletlerin boyuna ihtiyacı arttırdığı şelale etkisi ihtiyacımız olan ruhî atmosferin çıkış kapılarını sımsıkı kapamaktadır. Yoksa ruh intikamını mı almaktadır?


Baran Dergsi 611. Sayı