Mantık, doğruluk veya yanlışlıkla muhtevasıyla ilgilenmekten çok, doğruluğun veya yanlışlığın bir dizi "kaziyye-önermeden ötekine GEÇİŞIYLE ilgilenir; yani mantıkî doğruluk hakikate uygun olmayabilir.
Felsefeye gelince... Kâinattaki her şeyle doğrudan veya dolaylı olarak -bağımsız bir arayış hâlinde- ilgilendiği için, felsefeyle uğraşanlar onu daha küçük ama sık sık birbiri içine giren birçok alana bölme gereğini duymuşlardır.
(...) Beş yaşında çocuk da düşünür, filozof da; felsefeyle felsefe arasındaki fark... Saf fikir mânâsına felsefe, görüş, anlayış ve kavrayış hâlinde düşünce tekniği; daha doğru bir ifadeyle, teknik düşünce...
Burada kısaca üzerinde durulması gereken husus şudur:
Din ile aynı sahaya yerleşmek için savaşan felsefe, ne din ve ne de dine bağlı düşüncelerle aynı kategoride bir zıtlık teşkil ederler, zıtlık, ayrı gerçeklik basamaklarında bulunuşlarını saklamaz... Bundan sonra söyleyebiliriz ki, tahrif olmuş semavi dinler de, tahrif olmuşluk nitelikleriyle, İslâm'a aykırılık esası içinde, yakınlıklar ve uzaklıklar belirten felsefelerin derecelenişi içindedirler.
Felsefenin başıboş arayış müessesesi olmasına karşılık, bağlandıktan sonra aramanın Şeriatten pay alma manası hikmettir, bunun bu yüzyıl ihtiyacına mahsus İslâm tasavvufu ve Batı tefekkürü kanatları arasında yer almış keyfiyeti, İslam’a muhatap anlayışın aynı hâlinde HİKEMİYYATTIR.
(Salih Mirzabeyoğlu, İslama Muhatap Anlayış, s. 139-141)
(...) Toprak seviyeli bütün inkılâpların madde ve mânâda en büyüğünü gerçekleştirme çabası mı, yoksa İslâm'ı kaybetmenin ne demek olduğunu şahsımızda göstermenin alçaklığı mı?
İyi niyetlerinden başka bir anlayışları olmayan bazı Müslümanların şevkini kırmayalım ama, yalnız üstün ve gerçek Müslümanlara mahsus olan kafa ve ruh inceliklerini kavramaksızın, hâkim bir davanın mahkûm tavrını temsil etmekten öte bir görünüşümüz olamayacağını da bilelim.
Aslında derin ve gerçek Müslüman, zekâ, maddeye ve işe hâkimiyet, gayret, hassasiyet, yerinde tevekkül ve yerinde tedbir, yüksek mânâlara karşı istidat, hakkını vermemekteki (kaptırmamakta) asabiyet ve bütün bu misilsiz melekelerin merkezini teşkil eden ana cevher olarak da, imân ve ahlâk timsalidir. Kısaca; derin ve gerçek Müslümanın imân ve ahlâkı, ahmaklıkla değil, en üstün zekâ ve istidatla birleşenidir.
(Salih Mirzabeyoğlu, İstikbal İslamındır, s. 160)
"Fikirden dolayı şahıs" anlayışı, "remz şahsiyet"i, fikirle çizilmiş bir suret olarak belirler; burada "kafa kâğıdı", fikir keyfiyetinin belirlediği terkibtir... Hareketi birinden diğerine intikal ettiren bir dişliler kadrosunu gözönünde tutarsanız, tedaîlerle sirayet eden ve işaret sistemini hayatın değişik görünüşlerine yayarak zenginleşen bir dünya görüşünün birliğin hem sebebi, hem de vasıtası olduğunu anlarsınız... "Toplumun genel fikir çerçevesine mânâmızı hâkim kılmaktan bahsederken, hâdiseye yanaşan şuura kendi tahassüsümüze âit unsurları kurabilmeyi, verebilmeyi kastediyoruz... Dediğim gibi bu, "sirayet edici fikir" davasıdır; ve bir ağaçta kök, gövde, dal, yaprak ve meyvenin birlik içinde ayrı rolleri gösteriyor olması gibi, her sahada merkezî fikrin "ifâde" şeklini bulmasıdır... Birlik böyle olur... Yoksa, bir takım adamların bir araya toplanması "birlik" demek değildir... Görüyorsunuz, "birlik paneli", "birlik toplantısı gibi, dostlar alışverişte görsün kabilinden tertibler yapılıyor... Neyin birliği?.. Sen militan bir güç müsün, kafanla mı katılıyorsun, paranla mı katılıyorsun, hangi fikri teklif ediyor- sun, kendi adına mı konuşuyorsun, ardındaki bir zümreyi mi temsil ediyorsun, kimsin, nesin sen?.. Kendi kendinden ibaret su kabağı cinsinden 4 tane adam toplanıp, "kendimizi düzeltirsek, nefsimizi bilmem ne yaparsak" diye fikir beyanıyla birlik(!) olacak... Birlik mi istiyorsun?.. "Suret olmadan mânâlar ebediyen tecelliye gelmez hikmeti içinde bu, bir sistemin ifadesi ve tecellisi olan siyaseti tayindir... Ne fikrin var ki ne siyasetin olsun, "nasıl" birlik olsun... Anlatabildim mi?..
(Salih Mirzabeyoğlu, Üç Işık, s. 48-49)
Eğer belirli bir dünya görüşü çerçevesinden halinin izahını yapamıyor isen, nefsini böyle bir zora sokamıyor isen bir aydın sıfatıyla... Oysa aydın, "mesuldür"... Aydın da budur zaten... Bakın dikkat edin: Batı tefekküründe bir vardır, "aydın, çağından mesuldür" diye... Aslında "Müslüman, çağından mesuldür"; zamanını tamamlamaya, hâkim olmaya geldi.
(Salih Mirzabeyoğlu, Üç Işık, s. 38)
İnsanın bütün arayışları, baş vurmaları, ümitleri boyunca gerçekleşen hareketleri, eşya ve hâdiseyi bir iç âlem düzeni peşinde tahakküm altına alabilmenin üslûbunu gösteriyor... Bilerek veya bilmeyerek Allah'a varış gayesini ve buna tâlip oluşu gösteriyor insan... Sanatın gayesini müşahhasta değil de mücerrette arayan Picasso'nun resimleri neyi göstermektedir? Onun eşyayı nasıl gördüğünü mü, yoksa bir iç âlem düzeni peşinde eşyayı ifâde vasıtası olarak kullanmanın renk ve çizgi dilini, üslûbunu mu? Ya sanatın gayesini müşahhasta arayan? Bir misal vereyim: Şuraya bir saksı koyulsa ve aynı sanat anlayışına sahib ressamlara resmi yaptırılsa, ressam sayısı kadar saksı resmi çıkar ki, görünenin aynen resmedilmesinde dahi ortaya çıkan bu fark, iç âlem düzeni peşindeki insanın tek tek yerine getirmeye mecbur olduğu memuriyetin itirafına dayalı üslûb farkıdır. Gayeyi müşahhasta arayıcılığın kökü de mücerret! Bu inceliği kavrayıştan hareketle, şahsiyetten, toplum ve fert ikiliğinde hangisinin hangisini belirleyişinden, sanattan, daha nelere kadar sarkabilirsin... Bu, iç oluş gayesinin belirttiği keyfiyetin zarureti hâlinde, bütün insanî verim şubelerinin dış oluş şartı!
(Salih Mirzabeyoğlu, Elif, s. 16)
Gerekçelerini açıklayarak temellendirilmiş hükümleri bulan ve bu hükümler etrafındaki mânâları iplik iplik işleyen fikir örgücüsü, "İlim öğrenmekle olur, hikmetse bir nevi ilhâmla... İlim dilden dile gelir; hikmet ise gaipten kalbe gelir." hükmünün canlı delilidir.
İlhâma açık ve anladığını kendi terkibinin un- suru yapan fikirci ile, şöyle veya böyle anlamadan kullanan mânâsız lâfızcı, aşırıcı ve aldığının altında ezilici arasındaki fark da, bunlar etrafında fikir üretip üretememeyle ortaya çıkar.
Hakikatler Allah'ın tecellisidir ve bu tecellilere ayna olan idrak bunun ifadecisi olurken, bu hikmetlerin hangi idrak aynalarında ve ne gibi hikmet tecellilerine yataklık rolü oynayacağının bilicisi değildir... O hikmet, hangi hikmetlere gebe?
Büyük Doğu Mimarı ile birlikte aynı davaya sımsıkı perçinlenmiş ve biri saray yaptı ise, diğeri çepeçevre hisar inşa etmeye çalışan iki insan olarak biz, bunun en güzel misâliyiz; bağlılıkta kendini ortaya koymak ve "doğrulayıcılık usulü"nün göstericisi ve bu mevzudaki "dil alanı"nın temel atıcısıyım!
(Salih Mirzabeyoğlu, Hikemiyat, s. 153)
Bugün bütün dava, "İslâma muhatab anlayışı yenilemek; anlayışı yenilemek... Mesela, hadîs ilmiyle uğraşan biri, bakıyor ki kendisi gûyâ "asıl" üzerinde de, Büyük Doğu ise bir takım süslü lâflar manzumesidir... Kimsenin kalbini açıp bakabilici değiliz, bu bakımdan da o ilmin "ferdî" faydaları mevzuumuzun dışında. Ama cemiyetçi bir mütefekkirin işi olarak davayı insan ve toplum meselelerinin hâlli açısından ele alır- sak, mutlaka anlaşılması gereken dava:
"İslâmı anlayışta yenileyen, yâni kuşanılması gereken şuur süzgeci ile hadîs ilmine sarkanla, bundan habersiz olarak hadîs ilmiyle uğra- şan arasında dağlar kadar fark vardır. Bugün dikkat edilecek olursa, tekerleme cinsinden Müslümanın yine Müslümana intikal ettirmesinin ötesinde, hayatın bütün kesimlerine intikal ettirebilmenin işleyici anlayış ve güç yoksunluğu hemen görülür; cemaat hâline gelememe de bundan..."
İslâmî tefekkür ve insanlığın sonuna kadar hep yeni ve değişik çehreli olarak görülecek insan meseleleri, mukaddes ölçüler manzumesinden pay hâlinde ve onun belirlediği çit içinde tertibleneceğine göre, bir nevî inzibatlık görevine uygun biçimde mevzularında çalışmaları gerekenlerin, tefekkür lerine yabancı olmalarına ve yaban durmalarına ne buyrulur?..
Bugün Müslüman bir hukuk profesörüyle bir fıkıhçı arasında bile diyalog kurulamaması; meselenin hikmet plânında, yâni İslâmî bir toplum ihtiyaçlarına cevab verebilmenin, yâni tertibleyici kurallara vücût verebilmenin derinlik buudunda ele alınamaması nedir? Fikir olmayınca, her faaliyet kendi kendinden ibaret... "Ahlakî alt yapı"nın yokluğu davası!..
(Salih Mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya, s. 176)
(...) Evet; ne yapmak istediğindir mühim olan... Ne varsa, bu yapmakta var. Hele aldığın kendi “dünya görüşü”nle ilgiliyse ve onu onun istediği biçimde alıyorsan, bu uygunluk nisbetince marifet dairesine girilir ki, bu uygunluk da onun "diyalektik ve ahlâk"ı ile arayıcı tarayıcı olup olmadığın, onunla meseleleri çözüp çözemediğinle ortaya çıkar. Kaldı ki, değil kendi fikrin, karşı olduklarının bile hakikatini bilmek ve içtimâî münasebetlerle nisbetini anlamak, onları onların istediği biçimde kavramak şartından sonra mensup olduğun fikrin önünde hesaba çekmek, kendi fikrinin uygulanışıdır ki, "önce müşâhede ve tetkik, sonra muhakeme" şeklinde ilmî bir metod belirtir; eleştiri ve değerlendirme metodu.
Mensup olduğu inancın hikmetlerine sırtını dönen ve karşı olduğunu söylediklerinin ne dediğini anlamayan adam, İslâm'ı eşya ve hadiselere tatbik yolunda mücadeleden bahsederken, gerçek bir ordu olma ve ger- çek bir orduyla savaşma yerine, olmayan orduyla savaşından "ecir" bekleyen bir ahmaklar sürüsünün ferdi olarak keyfiyeti "hiç" olan "ecri"ni devşire dursun.
(Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, s. 42)
(...) Güzelliğin vereceği zevk, onun saflığı ile nisbetlidir... İlâhi his, İlâhi hisse yol veren güzel ve güzellik... (...) Müessir Allah, eser O'nun ve O'nun için; ve memuriyeti, tesir edici eser olan insan... (...) Bir İslâm büyüğü: «Aşk ve güzel, ezelde birdi!»... İnsan, memuriyetini yerine getirdikçe de, bu birliği kendinde görür: «Güzel, kendiliğinden güzeldir!»... Zira güzel, Mutlak Varlık'ın ruhlarla eşya üzerinde yansıması ve efsunlu bir gösteri hâlinde belirmesidir; güzele duyduğumuz ilgi de, aslımızı oluşturan BİR'e, birinciye dönme arzumuzdan ve aslımıza karşı beslediğimiz sevgidendir... Her güzel şey, yalnız hasselerimizin etkisiyle değil, kendi ruhumuzla özel bir benzerliği olduğu için güzeldir, çünkü, biz de, Mutlak Varlığın nefesinden üflediğini buyurduğundan başka birşey değiliz... Çekici olan şey, yani güzel, bizdedir, bizimdir ve bizdendir... Biz ancak onun sayesinde aslımıza bağlıyız...
Sene 1979... Üstad, muhatabının üstün tecrit istidadını beyan ederken, şöyle demişti: «Güzel için yaşıyoruz bir bakıma!»... Ne güzel!.. Güzel karşısında duyduğumuz vecd, sarhoşluk ve kendimizden geçme zevki, Mutlak Varlık'a dönüş ve çokluk âleminde kendi aslımızı oluşturan Mutlak Birliği keşfetme sevincinden başka birşey değildir... Bu da, «güzel»in «zevken idrak»a mevzu yönü...
(Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, s. 79)
Ne bugünkü murakabesiz, rehbersiz, gayesiz ve şahsen mesuliyetsiz gençlik; ne dünkü çürümüş ve kokmuş, şaşırmış ve ihtilaca düşmüş nesiller; ne de evvelki günkü, aşksız ve vecdsiz, ruhsuz ve heyecansız, sadece kitapların ve mevzuların başlıklarına takılı ve kakılı softacıklar nesli... İslâm inkılâbını kadrolaştırmaya memur gençlik, Sahâbîler ve onların gerçek bağlılarından başka kendisine hiç bir ruhî örnek kabul etmeyecek; ve bu ruhu, baştanbaşa yepyeni, fakat aslına uygun olarak, nefsinde ve dünyada maddeye nakşedecektir.
Bu uğurda NE DUR / NE DURAK / NE RAHAT... Engelcileri eze eze.
(Salih Mirzabeyoğlu, İdeolocya ve İhtilal, s. 140)
Günümüzde yenileyicilikten kasıd ne? İnsan ve toplum meselelerinin hallinden bahsedilirken, alâkasız şekilde bâtından gevezeliği mi, bâtından bahsedilme işini zâhirde panayır ağzı ve gösterişi içinde gevelemek mi? Sözü edilen kimde, tecelli eden hangi mânâ? Gerekli olan, herkesin ELİNDEN GELDİĞİNCE olan değilse, -ki değil!-, İSLÂM'A MUHATAB ANLAYIŞI YENİLEME ve bunun hareketi ve gerisi değerlendirilmesi gereken malzeme değilse, nedir? Zahiri o, bâtını bu, bir mihrak göster, devrimizi isimlendir. Böyle der Büyük Doğu-İBDA ve budur. Yüzde 60'ı dünya nizamı ile ilgili olduğuna göre hadisler, ihyasının bütünü devlet ister.
(Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası I. Cilt, s. 474)
Kafirin, kitab ehli olanlarından, imânsızlarından, malum mânada PUTa tapanlarına kadar hepsinin putperestliği açık. Onlara, İslâm'a uymak yerine, İslâm'ı kendi nefslerine-kafalarına uyduranları da eklemek gerek. Velilerin, bağlıları ve Müslümanlar için sözettiği "putları yıkmak" tabirleri ise, zihinlerinde oluşan bir imân tasavvuruna nisbetle sabitlenmeleri ve bunun tekâmül ifade eder bir anlayış halinde yenilenmemesidir; yani, yenilensinler diye. Güç yettiği kadar ilim sahibi olmaya aya bakmak, bunun yanında faydasız ilimden Allah'a sığınmak şart. O ilimle ne yapıldı sorulacak.
(Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası I. Cilt, s. 507)
Bugün bütün dün yanın, İSLÂM dışında denenmemişleri kalmamış olarak ortak sorusu şudur: "Yaşanmaya değer ha yat ne, hangisi?"... Bir futbol maçı hiç oynanma- dan neticesi söylense ortada ne oynayanlar, ne seyredenler bulunur, ne envai çeşit yorumcular ve mevzuu; tadı tuzu olur mu? Keçiboynuzu keyfiyetler, onlar adına bir harra hurraların tadı ile perdeleniyor. Yanlış anlaşılmasın: Bugün mevcud hareketleri, asıl için bir halk talimi, yöneticiler için bir ikâz veya idrak vesilesi olarak görüyorum. Hani, nerede ve nasıl olursa olsun diyecek kadar. Bilmem 5, bilmem 8 sene oldu; İsrailli bir devlet adamı, "Müslümanların getireceği yeni bir şey yok, bir hayat tarzı yok!" demişti. Biz, tâ 1990 Körfez Savaşı sıralarında, Amerika kasdıyla, "Süper gücün biri çöktü, öbürü pek mi ayakta!" demiştik. Batı'nın hayat tarzı çöktü de AIDS gibi başkasına bulaştırarak bu müşterekliğin başında kalmaya çalışıyor... Bu söylediklerim, "Petrol, çıkar, ekonomi" vesaire etrafındaki söylenenlere bir şey ekle sizin söylenmesi gerekenler. BÜYÜK DOĞU-İBDA'dan başka hiç kimse kaydıyla, İsrail'e gerekeni söylemiş oluyorum. Tersinden veya düzün den, dünyadaki bütün gelişmeleri, bu mânâyı doğruluyor görüyorum. Hem de tam müflis olmam gereken şartlarda; Üstadım'ın, "Biz sussak, mezarımız konuşacak!" demesi hatırda... Geçen sene NİSAN ayında, Kırgızistan TAZA DİN HAREKETİ liderlerinden Cumay Suyunaliyev Bey, tanışmak, hâl hatır sormak üzere ziyaretime gelmişti. Kırık dökük bir tercüme yardımıyla, ruh birliğinin, "bir yerde olan her yerdedir" hikmeti halinde görünüşü. Mevsim esneyedursun; temenniler. Onun da şaştığını duyduğum bir hareketlilik; o gün bugün KIRGIZİSTAN'ın Orta Asya'ya şâmil hareketlenmelere misal durumu. 1999'da da Türkiye ve dünyadaki depremler hakkında en güzel değerlendirmeyi, toparlamayı, bir yabancı yapmıştı: "Bu depremler, bizim bildiğimiz hadiselere benzemiyor ve teorilere uymuyor, adeta yeryüzü yürüyor!"... Yeryüzü üzerindeki insanlar da aynı şekilde Zamanın hükmü böyle; kafirler istemeseler de...
(Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası I. Cilt, s.666-667)
Toplum, kendisini tarif eden unsurların müşterekliğindeki, "fertlerin demeti"nden ibarettir kendisine katılanların “şahsiyetlerini kazandırıcı tesirdir ve onun hamleleriyle yeni mayalara namzettir... "Fert-toplum" ikili münasebeti de bu... Büyük Doğu Mimarı'nın ifâdesiyle devlet: "Insan kalabalıklarının maddî ve mânevî yekûn kıymeti ve toplum irâdesi..."
Bütün insan faaliyetleri temelde, "ruhî çaba"ya dayanır... Devleti de, genişliğine insan ak- siyonunun en büyük kuruluşu olarak görüyoruz... Ahlâkîliğin dışa dönük yönünün, en büyük müessesesi.
Meşhurdur: Büyük İskender, fethettiği bir şehrin yerle bir edilmesini isterken, meydan yerindeki şair heykeline dokunulmamasını istiyor.
"Deha"nın, "mehd-beşik" ile ilgisi içinde, şâirin Yunanca'da "dehâ" ile eş anlamlı kullanıldığını hatırlatalım... Şair, şair olduğu kadar, toplumun-insanlığın özüne dair bir mânâ ifade eder. Şairi olmayan bir toplum, kalbi olmayan bir bünye gibidir... Bu yüzden bir Fransız tarihçi, -dikkat tarihçi!-, Kartacalılar hakkında şu enfes hükmü koyuyor:
"Kartacalılar'da, bir milleti millet yapan herşey vardı: Ahlâk, fedakârlık, çalışkanlık... Ama bir şeyleri eksikti; şairleri yoktu... Bu yüzden yok oldular, tarih sahnesinden silindiler!"
(Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler 4, s. 22-23)
Sahâbîler... Fertlerin toplamında, yâni "cemaat" hâlinde görünen "topluluk hakikati" ile, tek tek fertlerde görünen "topluluk hakikati"nin kucaklaştığı bir nur yumağı!..
Her şeyden önce şunu anladık: Her sahâbî, Allah Resûlü'nün bütün vasıflarıyla kendi hissesi içinde vasıflanmış ve hem O'na, hem de kendi nefsinde tecelli eden hakikate delalet eder... Bu mânâya nisbetle de, her birinde Allah Resûlü'nün -buraya dikkat edilsin- vasfı değişir: O değil, O'ndandır... Her sahâbînin hem Allah Resûlü'nün vasıflarına şahitlik etmesi ve delil olmaları bakımından, her birinde hepsinin vasfı vardır; bundan dolayı hangisine tutunulsa, bizzat Allah Resûlü'ne tutunulmuş olur ve kurtulunur.
Topyekûn zaman ve mekâna şâmil şeriatın sahibi olan Allah Sevgilisi'nin vasıfları sayısızdır... Her ne kadar bu sayısızlık sahâbîler kadrosunun "topluluk hakikati"nde toplu ise de, bunlar ancak zaman ve mekân boyunca tecelli eden meselelerle bilinirler, tecelli ise sonsuzdur...
Sahâbî, Allah Resûlü yönünden, O'nun vasıflarını gösteren; temsil ettiği mânâdaki hususiyeti bakımından da, vasıf gösterenden başka ve "muayyen zaman” mânâsına sirâyet eder... Bu "muayyen zaman", hem kronolojik tarih devrini, hem de "topluluk hakikati"nin "zamanüstü” karakterini belirtir. Demek oluyor ki, "topluluk hakikati", topyekûn zaman ve mekân boyunca tecelli eden insan ve toplum meselelerindeki vasıflandırışın sayılı bir asılda temsilidir. İşte bu sayılı asıldaki her ferdin, yani hakikati bizzat Allah Resûlü tarafından bildirilen sahâbînin yaptığı "içtihat", doğrudan doğruya "topluluk hakikati"nin gerçekleştirilmesi ve “toplulaştırma" işidir. Burada "içtihat"ın "zamanüstü” mânâsı da görülüyor.
(Salih Mirzabeyoğlu, Sahâbîlerin Rolü ve Mânâsı, s. 38-39)