Değişen dünya düzeniyle birlikte evliliğe bakış açımız da değişti. Evliliği ya geciktiriyoruz ya da evlenmiyoruz. Bir de evlenememe durumu var. Gerek maddî hal gerek kendimize uygun birini bulamamamızdan ötürü. Evlilik yaşı her geçen yıl daha da yükseliyor. Sizinle paylaşmak istediğim düşüncelerim bunların dışında. Tamamen gördüklerime, duyduklarıma ve yaşadıklarıma dayanarak evliliğin hayatımıza etkilerini anlatmak istiyorum. Olayın bilimsel ya da psikolojik boyutuna vakıf değilim.
Evlilik, her şeyin dışında bizim için bir meşguliyettir. Biriyle aynı yolda yürümek, ev geçindirmek, ev içindeki sorumlulukları yerine getirmek, anne-baba olmak… Her biri ayrı ayrı meşguliyettir ve tüm bunlar bize yaşamak, hayata devam etmek için bir sebeptir. Olayın duygusal boyutu da var elbette. Sevmek ve sevilmek ihtiyacımızın karşılanması, her zaman ve her halimizde yanımızda olacak bir dostun olması, içimizdeki merhamet duygumuzu yansıtabileceğimiz evlatlarımızın ve eşimizin varlığı. Biz evliliği ertelediğimizde ya da evlenmediğimizde bu duygulardan mahrum kalıyoruz ve en önemlisi meşguliyet eksikliğinden farklı şeylere yöneliyoruz. Bizi tatmin edeceğini düşündüğümüz her şeyi eksik bırakıyoruz. Hayatta her şeyin yeri başkadır. Biri diğerinin yerini dolduramaz. Doldurduğunu sandığımız şeyler bir nevi uyuşturucu görevi görüyor sadece.
İçimizdeki merhamet duygusuna değinmek istiyorum. Açıkta kalan bu duygumuz zamanla ya köreliyor ya da kedi köpek gibi hayvanlar üzerinden bu duygumuzu tatmin ediyor, hayvanları adeta evlatlarımız gibi görüyoruz. Hayvan sevgisinin de ötesinde hastalıklı bir boyuta geçiyor bu durum. İnsan ilişkilerimiz bile sekteye uğruyor. Huysuz, geçimsiz, insan ve durum idare etmekte zorlanan ve zamanla bencil olmaya başlayan insanlara dönüşüyoruz. Yalnızlığın derin çığlıklarına kulaklarımızı kapatıyor ve uyuşturucu almaya devam ediyoruz. Ne zaman ki yaşlanıyor, hastalanıyor ve evde bir ses arıyoruz işte o zaman idrak ediyoruz her şeyi. Ne yazık ki her şey için çok geç bir zamanda fark ediyoruz. Geçenlerde gittiğim bir tiyatroda; başarılı, kariyerinde zirve yapmış profesör bir kadın, tüm öğrencilerini evlatları gibi gören ve insanlığa hizmet eden bir hayat yaşamış. Artık yaşlanıp kendi başına yürümekte bile zorlanan, bakımı için dışarıdan birine ihtiyaç duyan bir hale gelince oturup düşünüyor bu kadın. En azından bir çocuğum olsaydı, keşke evlenseydim diyordu. O zaman fark ettim ki evlilik hakkındaki düşüncelerim sadece bana özel değil, toplumsal bir kanaat. Kısacası fıtratımızda yaralar açıyoruz. Yaralar içinde kanayarak yaşıyoruz ve ölüyoruz.
İnsan imtihana tabi olmak için vardır. Hayalini kurduğumuz hayatı yaşarken bile imtihan olacağız. Kimse bize mutlak mutluluk vadetmedi. Evlilikte de imtihan olacağız. Eşimizle, çocuklarımızla, bazen çocuğumuzun olmamasıyla, varlıkla ve yoklukla imtihan olacağız. Evliliği sorunlu bir müessese olarak görmek ve sorumluluktan kaçmak doğru değil. Yüksek beklentiler ve geçici hevesler peşinde koşmak yerine asgari bir beklenti içinde olup en güzel, en uygun şekilde, evlenmeyi kolaylaştırma yolunda olmalıyız. Her şeyin dışında nasip meselesi de var. Ancak biz çalışmak, çaba göstermekle memuruz.
Basit düşünmek gerekiyor ve bu hayatın genelinde böyledir. Teferruata takılıp kalmaktan esas mevzuya uzak kalıyoruz. Yetişkin bir insan kabul edildiğimiz yaşlarda; gerçekten olgun, şuurlu bireyler miyiz? Sorunlara yaklaşımımız nasıl? Çözüm odaklı mıyız yoksa sorunun kendisi miyiz? Kendimizi hesaba çekmeli, yanlışımızı-doğrumuzu tartmalıyız ve eksik yönlerimizi tamamlama gayreti içinde olmalıyız. Ailelerimiz kadar bizler de kendimizi hayata hazırlamak zorundayız. Her zaman o yemek bizim ağzımıza kaşıkla verilmeyecek, elimizin kaşık tutması ve kendi karnımızı kendimizin doyurması gerekiyor. Evlilik için yeterli olgunluğa geldiğimizde bu yola girmek için çaba göstermeliyiz. İnsani yönlerimizin körelmemesi, harama düşmemek, psikolojik bunalımlarda gezinmemek için elimizi taşın altına koymalıyız. Unutmayalım ki “İnsan için meşguliyetten daha iyi bir tedavi yoktur.”
Aylık Baran Dergisi 10. Sayı Aralık 2022