Memleketimizin hâli hazırdaki durumunda eskiye nazaran daha seyrekleşse de şahsen lüzumsuz bulduğum her bir şeyi kutlama hastalığı hâlen devam etmektedir. Bu türlü kutlamaların öne çıktığı memleketlere baktığımızda, dünya umûmisine nazaran diğerlerinden daha “eşit” olan ve kendilerinden hariçtekileri de “üçüncü dünya ülkesi” diye lügatlere ekleyenlerin sömürdüklerini görüyoruz. Üçüncü Dünya Ülkeleri; söylenilişine baktığımızda biraz havalı duruyor ama kabaca sözlüğe baktığınızda o havanın gerçekten hava olduğunu anlamak zor değil: “Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın, çoğunlukla eskiden sömürge olan, millî bağımsızlıklarını kazanmış ya da bu uğurda savaşım veren ülkelerine verilen ortak ad.” Kısaca, Batı haricindeki diğer tüm memleketler... Yani, sözde bağımsızlığını kazanmış olarak Batıcı zihniyete adapte edilmiş olanlar... Öyle kuru kuru Batı karşıtlığı da yapacak değilim; 365 günü millî-yerli bayramlara bağlar, geri kalan altı saatte de “çalışırız yahu” diye kendini teselli edersen o gereksiz kutlamalar esnasında çırptığımız elleri serbest bırakanlar beynimizden kelepçeyi vurur, öküzlerin tarlaya sürüldüğü gibi bizi sürerler. Sürdüler netekim... Günümüzde, nerede Batı mahkumu bir memleket varsa orada millî bayram meselesinin affedersiniz halk dilinde kullanılan tabiri ve hepimizin bildiğiyle beraber cılkı çıkmıştır. Yazımızın mevzuu bu mesele olmamakla birlikte, buna benzer bir mesele olduğu için böylesi bir giriş yapmayı uygun gördüm...

Yazımızın mevzuu “toplantı” meselesi... Hani bazı firmaların ve hususiyetle devlet erkânının iki de bir toplandıkları ve klasik olarak “durum kontrol altında” açıklamasıyla son bulan türden toplantılar. Tabiî, kendilerini kurtaramamakla beraber daha cazip idealler gütmeyip kendilerini dünyayı kurtarmaya adamış grupçukların da içinde bulunduğu toplantılardır bunlar...

Evvelden fark ettiğim fakat fark ettiğimi daha yeni keşfettiğim hâliyle, son aylarda bu mesele etrafında çeşitli iş yerleri, kamu kuruluşları, dernekler, Facebook’ta paylaşım yapmaktan ibaret dergiler ve sâirlerini inceledim. Holmes-vârî bir iştahla olmasa bile küçük çaplı araştırmamın neticesi, aylık tefe-tüfe rakamları açıklandığında bön bön baktığımız kadar olsun karmaşık bir netice vermedi!

Efendim, gayet sarih bir şekilde edindiğim netice ve kanaat şu ki, nerede aşırı toplantı varsa orada iş yapılmıyor; fakat diğer herkesten daha çok iş yapılıyormuş görüntüsü ise % 1500…

Allah’tan hayat sadece görüntüden ibaret değil; çünkü bütün işler bu toplantı manyaklarına kalırsa, içinde bulunduğumuz kaos vârî günleri de bize mumla aratırlar, şimdiden söyleyeyim. Zaten teknik olarak bu toplantıcı güruhtan içinde bulundukları cemiyete faydalı bir iş çıkması mümkün değil; çünkü toplantı yapmaktan iş yapmaya fırsat bulamıyorlar.

Esasen işleri yürütenlerin de iş yapmaktan toplantı yapıp etrafa caka satmaya vakitleri yok! Böyle olunca ve “halkın aklı gözündedir!” düsturunca bu toplantıcı gürûhlar da “aya bak kamyon farı gibi!” diye bir nidâ koparıveriyor ve bu feryadı duyanlar da hakikaten bir şeyler var filan zannediyor! Bir şey yok efendim, toplantıcı titremesi; Facebook’ta 17 beğenme alınca da hemencecik geçiveren bir titreme!..

Yukarıda saydığım ve saymadığım teşkilatlarla birlikte nerede bir toplantı fazlalığı varsa, orada bir nizamsızlık gördüm; ne yapılmış bütün bir faaliyete rastladım, ne de iş fikrine!.. Varsa yoksa toplantı ve “şunu yapalım, bunu yapmayalım” yollu, fakat hiçbir fikrin gerçekten yapılması için söylenmediği, aksine “dostlar alışverişte görsün” hesabı kağıt döndürdükleri bir üç kağıtçılar panayırı... Hani “protokol”ün, nezaketi bilmeyenler için icad edilmesi gibi, bu arkadaşlar da iş yapmamak için toplantı yapmayı icad etmişler; habire toplanıyorlar...

Devletin en üst kademelerinden tutalım da her hangi sıradan bir iş yerine kadar uzanan genişlikte herkes neyi, nasıl ve hangi sebeble yapacağını bilirse zaten ayrıca toplantı yapmaya gerek kalmaz ve bugün “toplantı” olarak isimlendirilen, o etrafa hava basma mekanizması da türemezdi; iş, toplantı ile değil, neyi, nerede ve nasıl yapacağını bilenlerle olur. Böyle olunca da günde üç öğün, haftada beş vakit senede 200 gün altı saat toplantı yapmaya gerek kalmaz!

Fakat ne yapalım, Balzac’ın “Allah’ın sırf kalabalık olsun diye yarattığı insanlar vardır” dediği türden insanlar da vardır ve bana kalırsa bu güruhun büyük bir çoğunluğu, kronik toplantı hastasıdır...

Evvelden yazdığım yazılara nisbetle bu mevzu hakkında abartma sanatından mebzul miktarda faydalandığımı zannedenler olabilir; onlarda oluşturduğumu hayâl ettiğim ironik ikonalığımı yıkmak istemem fakat şu gerçek misâle ne buyurulur:

Yakın zamanlarda bir dostum bu toplantıcı güruhlardan birisinin etrafa caka sattığı bir fotoğrafı bana gösterdi. Bir de ne göreyim, kendini, içinde bulunduğu ana karanın komutanı addettiğini bildiğim fakat bunun Donkişot-vârî bir budalalıktan öte bir mânâ etmediğini içinde bulunduğu yaşa nisbetle hâlâ kavrayamamış zevatın ucunda bulunduğu masa etrafında 5-6 kişi... Hayretime vesile olan ise, o beş-altı kişiden birisinin kendisini evvelden tanıdığım ve hayatında hiçbir işte dikiş tutturamaması ile meşhur falancanın olması; hem de bizim komutanın yanı başında kurmay pozlarıyla takılıyor... Olabilir; hatta Üstad Necip Fazıl’ın tabiriyle “olabilir oğlu olabilir” de, bu fotoğrafın etrafa tanıtımında kullanılan Türkiye ve dünya meseleleri etrafındaki bütün problemlerin nasıl çözülmesi gerektiğine dâir işlerin o toplantı esnasında görüldüğünü ve sanki üç gün sonra çözülecekmiş gibi ifadelerle süslenen iştah kabartıcı sunum bu “olabilir”in de sınırlarını zorluyordu; yani, açıkça söylemek gerekirse azıcık salak olsanız inanacağınız türden zırvalar... Bundan 30 sene evvelki dünyada, bir resim etrafında toplanmış sözde ulu kimselerin fotoğrafını gördüğümüzde umûmî olarak “ulan ne oluyor!” tarzında bir heyecan yaşandığı, yahut da “vay arkadaş ne fiyakalı adamlar!” diye içten içe hafifçe bir öykünme yaşadığımız doğrudur! Fakat şimdilerde ise işler başka türlü bir hâl aldı. Üç gün önce Facebook arkadaşlarına Texas Holdem Poker isteği yollayan adamın, beş gün sonra bir fotoğrafta kurmay pozu vermesi, bugün en çok da dedikodu mahfillerinde ironik bir meze olarak kullanılıyor…

Tam bu esnada alakasını biraz sonra kurmak üzere kısa bir paragrafla Dostoyeski’nin Ecinniler romanından bahsetmek istiyorum.

Rusya’nın bir şehrinde geçen roman Pyotr Stepanoviç Verhovenski liderliğinde bir araya gelen Nihilistlerin kurduğu gizli bir örgütün kontrolünü kaybederek içlerinden birisini öldürmeye karar vermelerini, bu cinayeti işlemelerini ve içlerinden birisinin polise gidip yaptıklarını anlatmaları etrafında kurgulanmıştır. Dostoyevski’nin, daha sonra yayımlanan mektuplarından yola çıkarak söyleyecek olursak, Ateizm meselesi etrafında kaleme almak istediği romanı, emellerine asla erişemeyeceklerini anladığımız ütopik sosyalistlerin Nihilizmi etrafında örmüştür. Ecinniler, 1869’un Kasım ayında Moskova’da genç öğrencilerin oluşturduğu Nihilist bir grubun lideri olan Sergei Nachaev tarafından işlenen ve gazetelere çıkan gerçek bir cinayet vak’asından yola çıkarak örgüleştirilmiş. Hatta, İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanan Ecinniler’in önsözünü yazan Orhan Pamuk’un, orada anlattığı bir hatıraya göre onun gençlik döneminde romandan etkilenen birkaç üniversite öğrencisi benzer bir cinayet işlemiş.

Hatırlarsanız “toplantı” meselesine giriş yaparken “Evvelden fark ettiğim fakat fark ettiğimi daha yeni keşfettiğim” demiştim; bu ifâde edebî bir süslemeden öte Dostoyevski’nin Ecinniler’ine dayanıyordu. 20’li yaşlarımın başında Dostoyevski’nin Ecinniler romanında bir toplantı sahnesine rast gelmiştim ve sahnenin bütününde ifâde edilen mânâ ve espriyi öyle kavramıştım ki, Dostoyevski’nin anlattığı şeyi ilk kendimin keşfettiğini zannettim. Daha sonraları aynı romanı beş altı defa daha okudum ve her okuduğumda o toplantı sahnesinde hep aynı hissi duydum. İşte o gün fark ettiğimi bugün gerçek mânâsıyla da keşfedince bu meseleden bahsetmek istedim. Ve ayrıca söylemek isterim ki, Dostoyevski’den biraz sonra sizinle paylaşacağım satırları, bu türlü bir mevzu ile bağdaştırana da rastlamadım. Bu dikkat ve seçicilik elbette bağlı bulunduğumuz fikriyatın kuvvetinden gelmektedir...

Yukarıda kısaca izâh etmeye çalıştığım “toplantı” meselesini hatırda tutarak mevzuyu bir de Dostoyevski’nin gözünden göreceğiz. Evvela toplantıda bulunan karakterlerin kim olduklarına dâir kısa bir izâh, sonrasında ise mevzuu sahne…

Liputin, Virginski, Lyamşin, Şigalev, Şatov ve Kirillov. Tolkaçenko adında tuhaf bir adam. Çağırmadıkları hâlde yaş günü münasebetiyle toplantıya katılan ve bu türlü toplantılara dinleyici olarak katılmayı çok seven muvazzaf bir binbaşı, iki yahut üç öğretmen ki birisi lise öğretmeni, birisi harp okulundan yeni mezun topçu, diğeri boş gezenin boş kalfası kitapçı kadının torbasına iğrenç fotoğrafları sokan papaz okulu talebesi. Pek ateşli, saçları karmakarışık, on sekiz yaşlarında bir lise öğrencisi, M-m Virginskaya, Üniversite öğrencisi kız ve birkaç kişi daha…

(M-me Virginskaya:

— Ben sadece: “Biz toplantıda mıyız?” sorusunun oya konulmasını teklif ediyorum, dedi.

Sesler duyuldu:

— Ben de iştirak ediyorum, ben de.

Virginski:

— Sanırım ki daha ziyade intizam olur, diye tasdik etti.

Ev sahibesi:

— Öyleyse oya geçiyoruz, diye ilâve etti. Lyamşin, rica ederim piyanonun başına geçin: oyunuzu oradan da verebilirsiniz.

Lyamşin:

— Gene! diye bağırdı; size yeteri kadar çaldım.

— Sizden ısrarla rica ediyorum, oturun çalın; davaya faydalı olmak istemiyor musunuz?

— Sizi temin ederim ki, Arina Prohorovna, dışarıdan kimse dinlemez. Bu sadece sizin kuruntunuz. Hem pencereler de yüksek, hem zaten dinleyecek bile olsalar bir şey anlayamazlar ki.

Bir ses:

— Meselenin ne olduğunu kendimiz bile anlamıyoruz, diye homurdandı.

— Bense her zaman ihtiyatlı olmak gerek, diyorum. Yani olur da hafiyeler dinlerse, diyerek manalı manalı Verhovenski’ye baktı, varsın bizde doğum günü kutlandığını ve müzik çalındığını duysunlar.

Lyamşin:

— Hay, Allah kahretsin! diye küfretti, piyanonun başına geçti ve tuşlara hemen hemen yumruklarıyla vurarak boşuna bir vals çalmaya başladı.

M - me Virginskaya:

— Toplantı olmasını isteyenlerin sağ ellerini havaya kaldırmalarını teklif ediyorum, dedi. Bazıları kaldırdı, bazıları kaldırmadı. Ellerini önce kaldırıp sonra yine indirenler, indirdikten sonra yine kaldıranlar oldu.

Bir subay:

— Hay Allah kahretsin! Ben bir şey anlayamadım, diye bağırdı.

Bir başkası:

— Ben de anlamadım, diye bağırdı.

Üçüncüsü:

— Hayır, ben anlıyorum, dedi evet ise el havaya kalkacak.

— İyi ama evet ne demek?

— Toplantı olsun demek.

— Hayır, olmasın demek.

Lise talebesi, M-me Virginskaya’ya:

— Ben toplantı için oy verdim, diye bağırdı.

— Öyleyse niçin elinizi kaldırmadınız?

— Hep size bakıyordum, siz elinizi kaldırmayınca ben de kaldırmadım.

— Ne manasızlık, ben teklif sahibi olduğum için elimi kaldırmadım. Baylar, yeniden aksini teklif ediyorum: toplantı olmasını isteyenler, varsın yerlerinde otursunlar ellerini de kaldırmasınlar, istemeyenler sağ ellerini kaldırsınlar.

Liseli:

— İstemeyenler mi? diye tekrar sordu.

M-me Virginskaya öfke içinde:

— Siz mahsus mu yapıyorsunuz? diye bağırdı.

— Hayır, müsaade buyurun, isteyenler mi, yoksa istemeyenler mi, bunu daha açıkça belirtmek gerek.

— İstemeyenler, istemeyenler.

Bir subay:

— Peki ama ne yapmamız gerek istemeyen olursa elini kaldıracak mı, kaldırmayacak mı? Diye bağırdı.

Binbaşı:

— Hey gidi, anayasaya henüz alışmadık! diye işaret etti.

Topal öğretmen:

— Bay Lyamşin, öyle hızlı çalıyorsunuz ki kimse bir şey duymuyor, diye işaret etti.

Lyamşin:

— Vallahi, Arina Prohorovna kimse dinlemiyor, diyerek yerinden fırladı. Hem çalmak istemiyorum, ben size misafirliğe geldim, davul çalmaya değil!

Virginski:

— Baylar, diye teklif etti, hepiniz cevap verin: biz toplantı halinde miyiz değil miyiz?

Her yandan:

— Toplantı, toplantı, diye bağırıştılar.

— Öyleyse oya koymaya lüzum yok, yeter. Memnun musunuz, baylar, koymak lâzım mı?

— İstemez, istemez, anladık!

— Belki toplantı olmasını istemeyenler vardır?

— Hayır, hayır, hepimiz istiyoruz.

Bir ses:

— İyi ama toplantı ne demek? diye sordu, ona cevap vermediler.

Her yandan:

— Başkan seçmek gerek, diye bağırıştılar.

— Ev sahibini, tabii ev sahibini!

Seçilen Virginski:

— Baylar, mademki öyle, demin yaptığım ilk teklifimi ortaya atıyorum: işle daha yakın ilgisi olan bir şey söylemek veya açıklama yapmak isteyen varsa zaman kaybetmeden hemen başlasın.

Herkes sustu. Herkesin gözü yine Stavrogin ile Verhovenski’ye çevrildi.

Ev sahibesi doğrudan doğruya:

— Verhovenski bir şey söylemek istemiyor musunuz? diye sordu.

Öteki oturduğu sandalyede gerinerek:

— Hiçbir şey, dedi. Ama bir kadeh konyak isterdim.

— Stavrogin siz istemiyor musunuz?

— Teşekkür ederim, içki içmem.

— Konyak değil bir şey söylemek istemiyor musunuz?

— Neye dair konuşacağım? Hayır, istemiyorum.

Ev sahibesi, Verhovenski’ye:

— Size konyak getirecekler, diye cevap verdi.)

*Dünya Edebiyatından Tercümeler, Rus Klâsikleri:73, Ecinniler III, Dostoyevski, M.E.B. Yayınları, 11. ve 14. sayfalar arası.

Baran Dergisi 552. Sayı