"Müslüman mistikler için Allah isminin ilk harfi olduğu kadar Arab alfabesinin ilk harfi olan Elif harfi için 1 sayı değeri, her edebiyat seviyesindeki cinaslara ve kinayelere harika bir imkân sağlar. Bizatihi bütün hikmeti ve bilgiyi ihtivâ ettiğinden, alfabenin ilk harfini ve onun sayı değerini bilmek yeterli midir? Bir Allah'ı tanıma noktasına gelen şahıs için daha fazla bir şeye ihiyaç yoktur." 
Annemarie Schimmel, Sayıların Esrarı
Ebcedin, şimdiye kadar yaptığımız mütevazı araştırmalar neticesinde, belli kuralları olan bir ilim olduğunu gördük. Usulleri ve kullanım alanlarının çeşitliliği üzerinde daha önce kısaca durmuştuk. İslâm Tasavvuf ve Tefekküründe Muhyiddin Arabî Hazretleri ile birlikte anılan bu ilim, Yahudilerin ve Yunanların da kullandığı kadîm bir ilim olarak görülmektedir. Arabî Hazretleri, hatırlanacağı üzere, varlıklar ve harfler arasında bir ilişki olduğunu söylemiş ve böylece Ebced ilminin sistemi, bu ilişkiyi anlamlandırma noktasında önem kazanmıştır. 
Diğer taraftan, tarihte, 14-15. yüzyıllarda Fazlullah Hurufî, "hurufîler" denilen sapkın bir tarikat kurmuştur. İran ve Azerbaycan'da yayılan bu tarikat, harfler ve rakamlara yükledikleri aşırı anlamlarla tarikat liderini Allah olarak görmek, ibadetleri de yeniden düzenlemek şeklinde sapkın bir yola girmişlerdir. İlmi, nefslerinde kaybeden bir sapkınlık olarak değerlendirilebilecek bu tarikatın, günümüzde pek takibçisi kalmamıştır.
Gelgelelim, Ebced ilmini değerlendiren günümüzdeki bazı "akademisyen" (!) ilahiyatçılar, başta Muhyiddin Arabî Hazretleri olmak üzere, Tasavvuf büyüklerini bu konu hakkında eleştirmekte, onları (haşa) hurufî olarak yaftalamaya çalışmaktadır. 
Meselenin "Ebced" taraftarı veya karşıtı sapkınlarını bir tarafa bırakıp, biz asıl mevzuumuza dönersek, şunu söyleyebiliriz:
Tarihten, matematikten, edebiyattan, kültür ve medeniyetten, tasavvuf ve tefekkürden nasibini almamış cahilâne yorumlar bir yana, Harfler İlmi'ni kendi dünya görüşü zaviyesinden yeni bir uslub ve usulle canlandıran, yeniden hayat veren insan, Salih Mirzabeyoğlu olmuştur. Mütefekkir'in eserlerindeki canlılığı, fikirlerin sanki yerinde duramayan hareketliliğini ve kelimelerin birbirini doğuran âhengini, ilk defa okuyanlar bile hemen farketmektedir. Bu eserlerin ilim, fikir, sanat ve edebiyat açısından değerlendirilmesi büyük bir önem arzetmekteyken, Türkiye'deki akademisyenlerin ilimden anladıklarını fikirle tahkim edememe ve değerlendirememe durumu bu hususta bizi hayâl kırıklığına uğratmaktadır.
Mirzabeyoğlu, "dil mesele konuşarak yaşar" der. Verdiği 60 küsur eserde kullandığı kelime hazinesi bile değerlendirilse, bizlere nasıl bir dünyayı ilmek ilmek dokuduğunu anlamımıza yeter. Günlük hayatta kullandığımız ve 300 kelimeyi aşmayan dünyamız, elimize kâğıt kalem alıp herhangi bir düşüncemizi ifade etmeye kalktığımızda, bütün fukaralığıyla karşımıza çıkıveriyor. İfâde etmekte zorlandığımız her düşünce, bizim "daracık" dil-dünya-kâinat'ımızı da ortaya koyuyor.
Metin Karaörs, "Türkçenin Zenginliği" isimli eserinde, Özbekistan'da yakın zamanda yapılmış bir araştırmadan bahsediyor ve bu araştırmanın, Shakespeare'in dilinde 22 bin kelime, Ali Şir Nevaî'nin dilinde ise 24 bin kelime bulunduğunu ortaya koyduğunu vurguluyor.
Bugün Divan Edebiyatı üzerinde böyle bir araştırma yapılmamış olsa dahi, Salih Mirzabeyoğlu'nun "Ölüm Odası-B Yedi"de ortaya koyduğu Matla' beyitlerin bile nasıl zengin bir dil kumaşına, birbirini doğuran kelimeler ve fikirlere sahib olduğu âşikardır
Günümüz seyyahlarından Amerikalı Katharine Branning, Anadolu'yu karış karış gezdikten sonra kaleme aldığı "Bir Çay Daha Lütfen" isimli eserinde, Türkçe'nin fokur fokur kaynayan bir dil olduğunu, cümlelerin İngilizcedeki gibi "doğrusal" değil, DAİREVÎ çerçevede idrak edildiğini söylüyor. Biz dil ve fikir fukaralarına da, acaba bu Batılı hanım yazar ne demek istedi diye kara kara düşünmek düşüyor. 
Dilimizden, ruhumuzdan, kökümüzden ve kâinatımızdan o kadar koptuk ki, Son birkaç yüzyıldır Batıdan esen kavurucu rüzgârlarla savrulup gidiyoruz. Amerikalı hanım yazarsa, bizdeki "henüz kavrulmamış" özün ihtişâmına dalmış, kendimizin dahi farkında olmadığı zenginliğe gıbta ediyor.
Baştan beri kırık dökük anlatmaya çalıştıklarımıza bakıp, "tüm bunlar da ne demek acaba?" diye hâlâ soranlarımız varsa, onlara da İBDA Külliyatını âcilen ve eksiksiz edinmek düşüyor.




Baran Dergisi 322. sayı