Yakın Plân "Ölüm Odası"...
Salih Mirzabeyoğlu'nun "Ölüm Odası" isimli eseri Baran dergisinde yayınlanmaya başladığında; "korkunç" ve "dehşet" kelimelerinin ifâde etmekte çok hafif kalacağı, olağanüstü sarsıcı bir etki doğurmuştu bütün Türkiye'de, herkeste, çoğu okuyucuda;
"N'oluyor böyle, neyin nesidir bu?.." şaşkınlığı oluşmuştu...
Anlatılanlar böylesine korkunç ve dehşet verici şeylerdi.
Peki yaşanan, yaşananlar?..
Çoğu hiç görülmemiş, duyulmamış, hiç bilinmeyen "gerçekler..."
Yer yer "inanılmaz", bazen insanın kanını donduran, aklını zorlayan "gerçekler"...
Eserin birinci cildi Temmuz 2012'de kitap olarak çıktı, fakat elime biraz geç geçti...
Geçen hafta kitabı okuyup bitirdim:
"Ölüm Odası"nı, Ölüm Odası'nın bitişiğindeki bir hücrede okuyor olmak çok farklı bir duygu ve ifâde etmesi bir hayli zor...
[Eserin zatî keyfiyeti ve derinliği, İbda Külliyatı içindeki yeri ve değeri, bir "dünya görüşü"nün uçsuz bucaksız bir dil zenginliği içinde, bütün bir hayatı-varoluşu harmanlayan derinliği, İslâm'ın "zamanüstü" zenginliğini gösteren, öğreten, ordan damıtılan yepyeni yorumları ve bakış açısının orjinalliği üzerinde durmayacağım... Eserin bu nitelikleri ayrıca değerlendirilmesi gereken konular...]
**
"Ölüm Odası..."
Bu bir mecaz... Hayır, "mecaz" değil; hakikat... Hem mecaz hem hakikat. "Hakikate köprü"; mecaz...
"Mecaz"ı olmadan, yalın gerçeği de şu;
"Ölünceye kadar burada yaşayacaksın..."
25 Ocak 2000'de Metris Cezaevi'ne yapılan "Noel Baba" operasyonundan bu yana, tam 13 sene sonra, 21 Ocak 2013'de, uzun uğraşlar sonucu, Salih Mirzabeyoğlu ile aynı havalandırmaya çıkan teklere -hücreye- geçtim;
Mirzabeyoğlu'nun 8 senedir tek başına kaldığı hücre; "Ölüm Odası..."nın bitişiğine...
Dışarıdan, bir türlü hayâlimizde canlandıramadığımız mekân...
Buraya geçmeden önce, tekli hücrelerde kısa süre kalmış arkadaşlara defalarca sorup anlattırmama rağmen yine de görünce şaşırıyor insan;
"Burası mı?.."
Necip Fazıl'ın;
"Garip pencerecik, küçük, daracık;
Dünyaya kapalı, Allah'a açık."
Mısraları geliyor hemen akla... İşte bu "mecaz" değil, gerçeğin tâ kendisi; "...küçük daracık... Dünyaya kapalı Allah'a açık..."
Burası Türkiye'de ilk açılan F tiplerinden, öyle ki daha inşaat hâlindeyken konulmaya başlamış siyasî mahkûmlar.
Ve "Ağırlaştırılmış müebbet..." mahkûmların konulduğu tek kişilik hücreler; 2 metre 10 cm. eninde, 4 metre 70 cm. boyunda...
Bunu söyleyince; bu kadar alanı olan boş bir oda-hücre düşünüyorsunuz...
Değil mi?
Bunu düşünmekte haksız değilsiniz. 
Zira, yalan söylemeyi- manipülasyon yapmayı marifet sayan insanlarca yönetiliyoruz.
Oysa ki durum hiç de öyle değil!..
(Bu, 2 metre 10 cm'nin, 1 metre 10 santimi, sabit ranza-yatak, sabit demir dolap, banyo ve tuvalete (bir arada) gidiyor. Geriye kalıyor 1 metre alan... Bu kalan 1 metreye de, kalorifer peteği, 70 x 80 cm. bir masa, ona göre sandalye, çay semaveri ve sehpa, buzdolabı, televizyon, kitabınız, giysiniz vesaire de çıktıktan sonra;
Size kalan hareket alanı; sadece 40 (yazıyla KIRK) santimdir!..
Evet yanlış değil; 40 santim... Bu kadar bir boşluk kalıyor. 
4 m. 70 cm. olan uzunluktan kalan boşluk ise, 70 santim! 
Hepsi zaruri olan bu eşyalar konduktan sonra, kalan boş alan -hareket alanı- 40 santime 70 santim....
Bu kadarcık alanda yaşayacaksınız...
Bu hücrelerde -normal koğuşlarda olan- küçük mutfak rafı yok. Yediğiniz yemeğin kabı, yıkadığınızda elinizde kalıyor. Koyacak yer? Yok.
Ve bu hücrenin kapısı havalandırma için günde sadece 4 saat açık. Günün geri kalan 20 saatini bu 40 cm'ye 70 cm. alanda geçireceksiniz....)
Ve namaz kılacak yer yok!..
Yanlış okumadınız: Namaz kılmaya BİLE yer yok!..
(Kıblenin, hücre eni olan 2 metre 10 cm'lik yöne düştüğünü ve bunun 1 metre 10 santimini sabit ranza ve dolabın kapattığını gözönüne alırsanız, diyelim ki, 1.80 boyundasınız, bir metrede secdeye gitmeyi bir deneyin bakalım... Burada namaz kılabilecek misiniz?..)
Günde beş vakit, eşyaları oradan oraya taşıyacak ve SECDEYE gitme imkânı olmadan namaz kılacaksınız?..
Sahi, buraları "Ergenekon tandanslı" zihniyet inşâ etmişti değil mi?.. 
Yani İslâm düşmanı zihniyet?.. 
Ve... Oniki- onüç senedir de, İslâm'a düşmanlıktan vazgeçmiş, İslâm'a ve Müslümanlara "hoşgörülü"(!) "yeni sistem" yürürlükte...
Ama esir Müslümanlar namaz BİLE kılamamaktadır!..
**
"Ağırlaştırılmış müebbet..."
Ağırlaştırılmış müebbet nedir bilmiyoruz... Ne kadar "ağırlaştırılmıştır", müebbedin ağırlığı nedir? Bilmiyoruz...
İdamın kalkmasından sonra gelen bir uygulama bu; İdamın yerine daha "insanî" olarak görülen ve bir "iyilik" gibi düşünülen... "Batılı-batıcı" bir "infaz" yöntemi; insanı diri diri mezara gömme anlamına geliyor; hele o insan bir de gerçek anlamda suçsuzsa... Vahşeti hayâl etmeye çalışın... (Herşeyin İslâm'a nisbetle şekilleneceği bir devlet ve toplum modelinde, böyle bir "infaz" türü var mı, yok mu veya olabilir mi bilmiyorum... Bu da ayrı bir mesele zaten...)
"Ağırlaştırılmış müebbed" nedir bilmiyoruz... Bu "ağırlaştırma" ne anlama gelmektedir, şartları nedir, uygulama nasıldır, ağırlaştırılmamış -normal- müebbedden farkı nedir, müebbedin ağırlığı ne demektir bilmiyoruz... 
Tek kişiyle -kişinin kendi kendine yaptığı, adı; "sosyal faaliyet" olan; "tek kişilik sosyal faaliyet" hakkı nasıl bir şeydir bilmiyoruz...
Madem tek kişinin kendi başına birşey, o zaman adı niçin "sosyal faaliyet?.." bilmiyoruz...
"Sosyal" kelimesinin anlamını bildiğimizi sanıyorduk; bilmiyoruz. Bunu bilmediğimize göre "tecrit"in anlamını hiç bilmiyoruz...
[Bildiğimizi sandığımız şeyleri bile "hiç bilmediğimizi" isbatlayan bu örneği onun için vermiyorum; isterseniz bunu bir de siz tarif etmeyi deneyin; tek kişilik "sosyal(!) faaliyet"in nasıl birşey olabileceğini... Tek şart; kelimeleri ifâde ettiği anlamın dışında kullanmayacaksınız... Meselâ; "sosyal"i sosyal anlamında, "tecrit"i tecrit anlamında... Tek kişilik... Ve "sosyal"(!)...]
Ayda bir defa, iki çocuğunla aynı anda 15- 20 dakika görüşememek nedir bilmiyoruz... "Ağırlaştırılmış", tek tek diyor, ikisiyle birlikte görüşemezsin, 10 dakika biriyle, o çıktıktan sonra öbürüyle, o da çıktıktan sonra eşinle 10 dakika konuşabilirsin diyor...
"Ağırlaştırılmamış", normal müebbetler; 3 veya 2 kişilik, oldukça geniş, tavanı yüksek, iki katlı geniş odalarda kalıyor, havalandırma kapıları sabahları açılıyor, akşamları kapanıyor, haftada 1 telefon hakkı, ayda 3 kapalı, bir açık görüş yapıyorlar ve aileleriyle çoluk-çocuklarıyla aynı anda, bir arada görüşebiliyorlar. Başka koğuştaki arkadaşlarıyla veya istedikleri kişilerle ayda 5-6 defa "sosyal faaliyet"e -spor salonu, kütüphane, sohbet, masa tenisi- çıkabiliyorlar. Yani, "ağırlaştırılmış müebbet" gibi, "tek kişilik sosyal faaliyet" değil.
Bunlar, "ağırlaştırılmış müebbet"in dışında, normal müebbet ve diğer bütün mahkûmlar için geçerli...
Bu açıdan bakıldığında, "ağırlaştırılmış müebbet", tecrit içinde ayrıca "tecrit" anlamına geliyor; yani, Cezaevi içinde ayrıca bir cezaevine daha alınmak gibi...
(Örneğin Ergenekon, Balyoz vs. davalarından yargılanan meşhurlar, on beş yirmi kişi ile aynı anda görüşürken, Mirzabeyoğlu, eşi ve çocuklarıyla aynı anda bir arada görüşemiyor... Oranın meşhur sanıkları, ziyaretçileri geldiğinde, ziyaret mahallinde gardiyanlara "donatın şu masayı" derken, burada, ziyaretçine bir bisküvi ikram etmek için bile bin tane prosedür (!) uygulanıyor...)
"Ağırlaştırılmış müebbet"in "infazı" böyle...
Bunlara idarenin keyfî ve hasmâne tutumuna, gardiyanların keyfîliğini vs. eklediğiniz zaman; bunun, hiçbir "insanî, vicdanî, ahlâkî" tarafının olmadığı bütünüyle ortaya çıkıyor...
Ve daha saymadıklarımız...
Evet; bunun hiçbir insanî, vicdanî, ahlâkî, hukukî bir tarafı yok!
Peşpeşe çıkan yargı paketleri ile;
Katiller, câniler, gaspçılar, hırsızlar, tecavüzcüler, suç makinaları, uyuşturucu çeteleri, mafyacılar bırakılırken...
28 Şubat'ın BRİFİNGLİ YARGISI tarafından ceza alanlara en ufak birşey yok!
Bu nasıl bir kindir, bu nasıl bir düşmanlıktır Mirzabeyoğlu'na karşı, anlamak "mümkün değil"!..
Veya "duyarsızlık..." İşte, her neyse!..
"Efendim yasalar..." diyeceksiniz...
Hayır, yasalarda istediğiniz zaman, istediğiniz değişiklikleri; gerekli gördüğünüz düzenlemeleri yaptınız, yapıyorsunuz; malûm "yargı paketleri" ile...
Peki;
Kanunsuzluğun...
Hukuksuzluğun...
Adaletsizliğin... Bu derece ayyuka çıktığı bu konuda?.. O yüzden; artık, "efendim yasalar böyle" yaklaşımının da mazaret olmayacağını düşünüyoruz.
Siz de biliyorsunuz ki;
Mirzabeyoğlu'nu 28 Şubat çetesi idâma mahkûm etti- ettirdi...
Ve sizin döneminizde de idâm "ağırlaştırılmış müebbete..." çevrildi...
Bir anlamda; "ağır ağır öldürme..."ye.
(Bunu söylememizin sebebi; Mirzabeyoğlu idâm aldığında, böyle bir "infaz uygulaması" yoktu. Kanun geriye yürütüldü... Bunun da dünyada örneği yok...)
Bu düzenin en ceberrut dönemlerinde -27 Mayıs darbesinde- dahi Necip Fazıl'a yapamadığını, bu zamanda, bu "ılımlı ortamda", O'nun yetiştirdiği bir Mütefekkir'e yapıyorsunuz...
"28 ŞUBAT ÇETESİ'NİN SUÇUNA ORTAK OLMAYIN!"
Siz de biliyorsunuz ki;
Mirzabeyoğlu'nu 28 Şubat çetesi idâma mahkûm etti- ettirdi...
Bu "hukuk cinayeti"ne...
Bu "ağır ağır öldürme..."ye...
Bu ADALETSİZLİĞE...
Daha fazla ortak olmayın! Bu alenî suça iştirâk etmeyin...
Bu tarihî adaletsizliğe bir son verme, o dönemde alınan kararları sonuçlarıyla birlikte İPTAL etme imkânınız var...
28 Şubat, Müslümanlara karşı; "TOPYEKÛN SAVAŞ" açtığı için, Müslümanların da, bu konuda -başka mevzularda olmasa da- ORTAK bir tavrı, ortak bir beklentisi, ortak bir talebi var:
28 Şubat çetesinin önünde "hazır ol"a geçen hâkimlerin verdiği kararların bütün sonuçlarıyla birlikte İPTALİ!
Bu talep, artık, bilmezden, görmezden, duymazdan gelinecek bir talep de değil...
Hele, "Kürt sorunu" gibi, yarım asırdır süren, kanlı, devâsa, ağır, zor bir sorunun "çözüm süreci"ne de girilmişken...
Bu sorunu -28 Şubat'ın BRİFİNGLİ YARGI KARARLARI sorununu- göz ardı etmek, ertelemek, ötelemek çözüm olmaz. Sadece zulmü ve adaletsizliği katmerleştirir, kangrenleştirir...
Madem ki; 28 Şubat çetesi içeride... Madem ki; 28 Şubat darbecilerine "13. Dalga" vurdu... E, onların "emir ve talimâtlarıyla" içeri dolduranlara uygulanan hukuksuzluk son bulsun, kararlar sonuçlarıyla birlikte iptal edilsin artık!..
Daha önce de dediğimiz gibi;
Bu sorun, "Kürt sorunu" gibi; zor, çetrefil, sabote etmek isteyeni bol bir sorun değil; herhangi bir "PAKET"in birine bir cümle ilâve ederek adaleti sağlamak bu kadar zor olmasa gerek!..
**
"Ölüm Odası"... Hem "mecâz" hem "hakikat..."
Herkese birgün öleceğini hatırlatıyor;
Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayanlara... Ölümden "kaçan"lara... Ölümü "unutmak" isteyenlere... Haksızlığa, adaletsizliğe göz yumanlara, zulme sessiz kalıp, rıza gösterenlere...
"Hukuk cinayeti"ne suç ortaklığı yapanlara...
"Ölüm Odası"... sadece ismi bile yetiyor aslında... Yetmiyor mu;
"...ilim hiç de zorunlu değildir. Varoluş ilimden kurtulmakla ve ekstaz-istiğrak hâlinde idrak edilir...(...)
İnsan her ân ölümle karşı karşıya olduğunu duymalıdır; ancak böylece varlığın putlarından kurtulur ve her ânın değerini bilir." (Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muzdaripler, c.2, sh: 635.)
"Ölüm Odası", Sokrates'in, yoldan geçenleri asası ile durdurup;
-"Dur bakalım, öleceğinden haberin var mı?"
Demesi gibi, azgın bir karnavala dönüşen- dönüştürülen modern insan ve toplum hayatının ölümden kaçma ve unutma çabasının zavallılığını da tedai ettiriyor...
"Sokrates" demişken...
Geçtiğimiz hafta Sayın Başbakan, Kürt sorununun "çözümü" konusunda yapılan sabotaj girişimleriyle ilgili; "Gerekirse baldıran zehrini içeriz." demişti...
Baldıran zehri?..
Necip Fazıl tarafından, kendisine olan nisbeti;
"Sokrat'a nisbetle Eflatun" diye işaretlenen...
Kim baldıran zehrini içen?..
Ve kim baldıran zehrini içirilen?..
 Şükrü sak /B2- 7. 40
Bolu F Tipi Cezaevi.


Baran Dergisi 322. sayı