23 Nisan yaklaşıyor ve tüm ilköğretim okullarında bir hazırlık, telaşe. Oğlumun defterini karıştırırken bir şiir-şarkı gözüme takılıyor. Şu meşhur “padişahın kovulduğu” şiir-şarkı… “Yoksa tutsak olurdun” filan diye devam eden. Tınısı kulağımda bu şarkının kaç yıl aradan sonra oğluma da öğretiliyor olması içimi burktu. “Sen nereden biliyorsun bu şarkıyı?” diye şaşkınlıkla soran oğluma, “senin yaşındayken bize de öğrettiler bu yalancı şarkıyı” dedim. Neden yalancı bir şarkı olduğunu izah etmek zor olmadı…
Çocuklarımızın beyinlerine zerkedilmeye devam edilen bu cumhuriyet masallarını bir yana koy, diğer yanına da bizim çocuklarımızın neden böyle olduğunu sormaya devam et… “Dindar nesiller yetiştiren” Türkiye tablosu, daha ilköğretimde sınıfta kalıyor ne yazık ki… Oysa çocuklarımıza gerçek şairlerin şiirleri ezberletilmeliydi. Ama ne mümkün! Cumhuriyet kurulalı beri “rejim dalkavuğu olmayan” şairler, edebiyatçılar, ilim ve fikir adamları hep sanık sandalyesindeydi. Sakıncalıydılar.
1944'te yürütülen Turancılık soruşturmasında, Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan ve Osman Yüksel Sendengeçti'nin konulduğu “tabutluklar”dan bahsedilir. Hücreler yâni, insanın yaşayamayacağı kadar dar ve karanlık, tabut gibi...
Kemal Tahir'in, astsubay kardeşi Nuri Tahir'e Sabahattin Ali'nin bir hikâye kitabını vermesi ile başına gelmeyen kalmadı meselâ. Hikmet Kıvılcımlı ve Nâzım Hikmet'in de aralarında olduğu 17 kişiyle beraber "komünizm yoluyla askeri isyana tahrik ve teşvik" suçlamasıyla 14 Haziran 1938'de tutuklandı. Yavuz kruvazöründe Almanların domuzları besledikleri deniz seviyesinin altındaki sintine bölümüne konuldu. "Bahriye Olayı" diye adlandırılan bu dava sebebiyle, Donanma Komutanlığı Mahkemesi'nde yargılandı ve 15 yıl ağır hapis cezası aldı. "Devlet Ana"nın yazarı, 1950'de çıkan aftan yararlanıp serbest kaldı. "Esir Şehrin İnsanları"nı 13 yılını geçirdiği cezaevlerinde yazdı.
Orhan Kemal de, askerliğini yaptığı 1938 yılında "Maksim Gorki ve Nazım Hikmet kitapları okumak", "yabancı rejimler lehinde propaganda ve isyana tahrik" suçundan 5 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. 1966'da "hücre çalışması ve komünizm propagandası" yaptıkları gerekçesi ile iki arkadaşı ile birlikte tutuklandı. "Suç teşkil eden bir cihet bulunmadığı" yolundaki bilirkişi raporu üzerine bir ay sonra serbest bırakıldı.
Fatih Medresesi dersiamlarından İskilipli Muhammed Atıf Efendi, 12 Temmuz 1924'te Maarif Vekâleti'nden (Milli Eğitim Bakanlığı) aldığı izinle "Frenk Mukallitliği ve Şapka" isimli 32 sayfalık risalesini yayınladı. Eserinde; “Avrupa'nın ilim ve fennini almanın caiz, hattâ lüzumlu olduğu; ancak yapılanın ise daha çok şuursuz bir Batı taklitçiliği olduğu” mesajını veriyordu. 28 Kasım 1925'te kabul edilen Şapka Kanunu, Atıf Hoca için sonun başlangıcı olacaktı. Bir gece ansızın evi polislerce basıldı. Resmi arama izni olmamasına rağmen arama yapıldı. "Frenk Mukallitliği ve Şapka" kitabı hakkında tutanak tutuldu. İstiklal Mahkemeleri, kanunu geriye doğru işleterek Atıf Hoca'yı "Şapka Kanunu'na muhalefet ettiği" gerekçesiyle tutukladı. Basımından 18 ay sonra kitab, Bakanlar Kurulu kararıyla toplatıldı. Atıf Efendi önce Eser-i Cedit vapurunun hayvan taşınan hangarında Giresun'a götürüldü. Mahkemede şapka isyanında direnişçilerin başı olduğu öne sürülen Hafız Muharrem'le yüzleştirildi. Beraat etmesine rağmen serbest bırakılmadı. Trenle 'Kel Ali' lakaplı Ali Çetinkaya'nın başında olduğu Ankara İstiklal Mahkemesi'ne sevk edildi. Bu kez hakkındaki suçlama "halkı kanunlara karşı kışkırtmak"tı. Beş celse süren dava sonunda hakkında 3 yıl hapis istendi. Ancak Atıf Hoca, suçsuz olduğunu belirterek savunmasını hazırlamadı. İdam cezası 4 Şubat 1926'da infaz edildiğinde 51 yaşındaydı. Cenazesi ailesine teslim edilmeden kimsesizler mezarlığına defnedildi.
Bediüzzaman Said Nursi, Şeyh Said isyanıyla ilgisi olduğu iddiasıyla 1 Mart 1925'te Van'da zincire vurularak, kış mevsiminde ve çoğunlukla yaya olarak Erzurum, Trabzon, İstanbul üzerinden Burdur'a sürgün edildi. Hiçbir kanuni gerekçe gösterilmeden bir yıl zorunlu ikamete mecbur edildi. Isparta'da 2 ay gözetim altında tutulduktan sonra 1 Mart 1927'de hakkında bir mahkeme kararı olmadan Eğirdir ilçesine bağlı Barla köyüne sürüldü. Burada Risale-i Nur'u telife başladı. 1934'te Barla'dan Isparta'ya sevk edildi. 25 Nisan 1935'te “gizli cemiyet kurmak, dini siyasete alet etmek ve devletin düzenini değiştirmek” suçlamasıyla 120 talebesiyle Isparta'da gözaltına alındı. Arama kararı olmaksızın yaşadığı mekân darmadağın edildi. Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi'ne sevk edildi. Eskişehir Hapishanesi'nde tek başına bir koğuşa konuldu. Dava sonucunda "Tesettür Risalesi"nden dolayı kendisi 11 ay, 15 talebesi de altışar ay hapse mahkûm oldu. 27 Mart 1936'de tahliye edildiğinde ise 7 yıl boyunca adım adım izlenerek sürgün hayatı yaşayacağı Kastamonu'ya götürüldü. 1943 yılında 126 talebesiyle birlikte tekrar "rejimin temel düzenini yıkmak, aykırı fikirler neşretmek" iddiasıyla tutuklanarak Denizli Hapishanesi'ne sevk edildi. 9 ay tutuklu kaldı. Denizli 26. sürgünüydü. Daha sonra Emirdağ'a götürüldü ve burada zorunlu ikamete mahkûm edildi. 23 Ocak 1948'de aynı suçlamalarla tekrar tutuklanarak, 54 talebesiyle birlikte Afyon Hapishanesi'ne sevk edildi. Sobasız, camları kırık büyük bir koğuşa koyuldu. Yaklaşık 20 ay hapiste tutuldu. Hakkında 20 ay hapis verildi. Oysa aynı suçlamalar için Denizli'de beraat emişti. Karar temyiz edilince tahliye oldu. Tekrar Emirdağ'a götürüldü. Bu yargılamalar ve sürgünler vefatına kadar devam etti.
Nazım Hikmet, 1924 yılında Aydınlık dergisinde yayınlanan yazı ve şiirleri sebebiyle Ankara İstiklal Mahkemesi’nin hakkında 15 yıl hapis istemesi sebebiyle Sovyetler Birliği'ne gitti. 1928'de çıkan aftan yararlanarak İstanbul'a geldi ve Resimli Ay dergisinde yazı hayatına devam etti. Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nde 15 yıl mahkûmiyet aldı. Kemal Tahir'le birlikte yargılandığı "Bahriye Olayı" davasında ise 20 yıl ceza aldı. İki ceza birleştirildi ve toplam 35 yıl böylece 28 yıl 4 aya indi. O yıllarda Türk Ceza Kanunu'nda (TCK) komünist faaliyetleri cezalandıran açık bir madde yoktu. Nazım Hikmet için komünizmle ilgili bulunmayan Askeri Ceza Kanunu'nun 94. Maddesi tatbik edildi ve 15 yıl ceza aldı. 12 sene süren tutukluluğunun ardından öldürüleceği endişesiyle bir gemiyle Sovyetler Birliği'ne kaçtı ve orada öldü.
Sebilürreşad'ı yayınlayan Eşref Edip (Fergan), yazılarıyla Şeyh Said'i isyana teşvik ettiği iddiasıyla gözaltına alındı. Dergisi kapatıldı. Ankara İstiklal Mahkemesi'ne gönderildiğinde neden gözaltına alındığını henüz bilmiyordu. Cebeci Tutukevi'nde kendi ifadesiyle “çırılçıplak halde, soğuk ve rutubetli taş duvarlar arasında” aylarca tutuldu. Diyarbakır İstiklal Mahkemesi'ne gönderildi. Sebilürreşâd'ın yayımını durdurmak şartıyla 13 Eylül 1925'te serbest bırakıldı.
Üstad Necib Fazıl, yazdıkları ve konferanslarda söylediklerinden dolayı mahkemelerin müdavimi oldu. Büyük Doğu Dergisi yayın hayatı boyunca 16 kez kapatıldı. Eserleri toplatıldı; basımı yasaklandı. Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla İsmet Paşa ve tek parti yönetimine şiddetli muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi. 163. Madde'ye aykırı bulunan yazıları ile birkaç yılda bir hapse mahkûm oldu. Büyük Doğu, 30. sayıda yer alan "Allah'a itaat etmeyene itaat edilmez" mealindeki bir Hadis sebebiyle “rejime itaatsizliği teşvik” suçlamasıyla 1944 Mayısında Bakanlar Kurulu kararıyla kapatıldı. 1947'de “Abdülhamîd'in Ruhaniyetinden İstimdat” başlıklı Rıza Tevfik'e ait bir şiiri yayınlaması sebebiyle Büyük Doğu mahkeme kararıyla kapatılırken, kendisi de tutuklanarak hapse atıldı. “Türklüğe Hakaret”ten yargılandı. 1 ay 3 gün tutuklu kaldı ve sonunda beraat etti. CHP gibi DP iktidarı da Necib Fazıl'a mesafeli durmayı tercih etti. 1957'de 8 ay hapis yattı. Kapatılan dergide tefrika edilmeye başlanmış olan 'Sır' isimli piyesinden dolayı “Milleti kanlı ihtilale teşvik” suçlamasıyla mahkemeye çıkarıldı. 1964'te Adnan Menderes için kaleme aldığı “Zeybeğin Ölümü” şiirinden dolayı takibata uğradı. 1968'de “Vahidüddin” adlı eserini Bugün gazetesinde tefrika edip ilk baskısını yaptıktan sonra takibata uğradı; kitab toplatıldı. Mahkeme, beraat kararı verdi. Ancak “Vahidüddin” 1976'daki 3'üncü baskısından sonra tekrar takibata uğrayacak ve bilirkişi raporlarına rağmen 25 sahifelik bir kararla 1.5 yıl mahkûmiyetine sebep olacaktı. Üstad, “Din esasına bağlı cemiyet kurmak”, “Hükümetin Manevi Şahsiyetini Tahkir”, “Türklüğü hakaret” suçlamalarıyla duruşmadan duruşmaya koştu. 8 Temmuz 1981 tarihinde Atatürk'ün manevi şahsına hakaret suçundan hüküm giydi. Karar Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından onaylandı. Bilirkişi, davaya konu olan "Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin" adlı kitabın herhangi bir suç unsuru teşkil etmediğini belirten rapor verdi; ancak Necib Fazıl, "Atatürk'e hakaret etmeye meyilli olmak" gerekçesiyle mahkûm edildi. Vefat etmeseydi kesinleşen hapis cezası için cezaevine girecekti.
Ne garip tecellidir ki, “Atatürk’e hakaret etmeye meyilli olmak”la suçlanan Üstad’dan, “bir örgütün lideri olmaması eşyanın tabiatına aykırıdır” felsefesine binaen idama mahkûm edilen Salih Mirzabeyoğlu’na, değişen hiçbir şey yok Cumhuriyet’in “şanlı” tarihinde. Meğer sadece “padişah kovulmakla” kalınmamış, onunla birlikte, bu ülkenin fikir adamları, edebiyatçıları, şairleri de “yok edilmeye” çalışılmış. Ne demişti İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu:
- “O dönemde hem hukuk, hem ahlâk ve hem de İslâm adına en haysiyetli duruşu biz sergiledik. Karşılığında idam cezası verildi. İktidar değişti, ama bizim durumumuzda değişen birşey olmadı. Bu durum da gösteriyor ki; bütün iktidarların ortak düşmanı biziz. Anlıyorsun değil mi? Allah’a şükrederiz ki, bizde (işaret parmağıyla zik-zak işareti yaparak) böyle durumlar yok.” (Ocak 2014, Yeni Şafak Röportajı)
Baran Dergisi 379. Sayı...