Modern haramilerin kurguladıkları oyun büyük ve yüzlerce yıldır hayalini gördükleri plân şeytanî. Tahakkuk edeceğini gördükleri an, zorba uşaklarıyla birlikte üzerimize çullanacaklardır.
Kendinde olmayanı kendinde vehmederek, kuralların yaratıcısı benim diyerek âlemi yeniden yaratmaya soyunmak, yani İlâhi düzenden ve bununla bağı olan ölçülerden; kurum, kural ve davranış alışkanlıklarından kopuş, bir tek şeyi gösterir, o da şu: Dar tarihi perspektifinin ötesine uzanan sıradışı hadiseleri öngöremediği için onları yok sayan, bilinmeyeni var olmayanla karıştıran, kendi benliğiyle perdelenmiş insanın daha büyük bir gerçekliği tanıma istidadını ve iktidarını yitirdiğini! Oysa bu ölçülerle bağını koparmadan önce, bunların başının üzerinde koruyucu bir kalkan gibi durduğunu görmeli, bunlardan vazgeçmenin başına o çok korktuğu fizikî rahatsızlıklardan, dünyevî kaygılardan daha büyük belalar açacağını bilmeliydi. Fakat gaflet, yanılma ve unutma ruhu sardığı zaman görüş kısalır, ilim işlerin içyüzünü göremez. Nitekim, tabiata hâkim olmak için gösterdiği hassasiyeti tabiat üstüne doğru genişletemeyen modern dünyanın insanı tapındığı bilimsel metodun, tüm gayriilahiliğine rağmen, aslında Allah’a çıkan yollardan bir yol olmaktan öte bir anlamının olmadığını görmemekte hala ısrar ediyor. Tarihin hiçbir döneminde insanın kendi değerlerini kendisinin yaratmadığı bir bedahet olsa da, modern birey hala kendi değerlerini kendisinin yaratabileceğine inanıyor, ancak bu şekilde hür ve bağımsız olabileceğini düşünüyor. İnsanı ruhen öldüren biriktirme hırsının esiri olduğunu, hiçlikten kurtulmaya çalıştıkça yine hiç’e sarıldığını göremeyecek kadar kör. Böyle bir kültürün insanı yapı olarak, biriktiren tüm bünyeler gibi ölü bir bünyedir. Kendisinde hiçbir zenginlik hissetmediği için kendinden hiçbir şey veremez, başkası olmadan başkası için olmanın zevkine varamaz. Etrafındaki eşya artarken kendisi eksildiğiyle kalır. Bu had bilemezlik de, insanda ancak hüsranını taşıyacak kadar bir mecâl bırakır. Yaşanmaya değer bir hayatın arayışı içinde olmak yerine, kurallarını kendisinin koyduğu bir hayatı yaşanmaya değer bulan ve ömrünü bu süflî hayatı tahkim ve tahkiye etmekle geçiren, ihtimaller aleminin posasından ibaret modern insanın hâli de bu! Yeni yollar, yeni metodlar arayışı içinde olsa da, moderni ve postmoderniyle birlikte burjuvanın ferdiyetçi kültürü yaratıcılığını yitirmiş, yozlaşmış ve soysuzlaşmış durumda. Antik putperestliğe duyulan hayranlık, Batı medeniyetinin üzerine oturduğu temel düşünceler artık ne evreni yeniden düzenleyebiliyor ne de kendi insanının iç âlemini. Din dışı temeller üzerinde yükseltilen ve meşruiyetini Tanrı düşüncesinden kesin bir kopuşta bulan temsili sistem, yitik dindar cemiyetin yerine ikame edilen sosyal, siyasî ve kültürel normlar kendi insanı nezdinde bile giderek inanılırlığını yitirdi, dünyaya söyleyecek pek bir şeyi de kalmadı. Kendi diline tahvil ettiği fikirlerin ve kavramların içini boşaltıncaya kadar dengeli davranmış olsa da, artık illegaliteyi, mâlî disiplinsizliği devlet politikası olarak uygulamakta hiç bir beis görmeyen, hümanizmin aptallaştırdığı insanını eski gücüne kavuşturabilmek için şiddet, kaos ve ırkçılığı sistematik biçimde destekleyen ve bunlardan medet uman bir Batı var karşımızda... Batı’nın duyumcul kültürü artık geleceğini aydınlatmıyor, zihni bulanık ve karanlıkta ilerliyor. Dahası, ne adına ve kimin için “ilerleme” olduğu “herkesin bildiği bir sır” olan “ilerleme”nin mirasından mahrum kalan, kendini savunamadan bunun ağır bedelini ödemek zorunda kalan milletlerin artık soygun karşılığında medeniyet, işgâl karşılığında demokrasi bahşediyoruz yalanına tahammülü olmadığı gibi; yeni sömürgeciliği yeni çağa uyarlayarak hâkimiyetini sürdürmeye çalışan Batı merkezli yeni politikalara da tahammülü yok.
Büyük bir hesaplaşma yaşanıyor, dünya yeni-büyük savaşa her geçen gün “yavaş yavaş hızlanarak” bir adım daha yaklaşıyor. Mâlî güçlerle devlet güçleri arasındaki denge bozuldu ve bir türlü kurulamıyor, bu güçlerden birinin lehine kurulması ise insanlık için tam bir felâket olur. Oysa kapitalist tarih sermaye birikimi ve ulus devletler sisteminin tarihi olduğu kadar, mâlî güçlerle siyasî güçler arasındaki hassas dengenin de tarihidir. Bu belirsizlik ortamını fırsat bilen küresel çete güç dengeleriyle istediği gibi oynuyor, her yerde aynı çöküş, karmaşa ve öngörülemezlik ortamı yaşanıyor; Amerika ve Avrupa’yı da alttan alta koyu bir bunalım dönemi sarmış durumda. “Çöp medeniyeti”nin bataklığa dönüştürdüğü dünyadan boğucu, kötü kokular geliyor. Bağımsızlık savaşı verdiğimiz, beka sorunumuzun olduğu doğru ama, henüz bir çöküş süreci yaşamadığı için örtbas ediliyor olsa da, küresel çöküş tehtidi altında olan ve uzun zamandır çıldırmış insan refleksleri gösteren kapitalist-modernist sistemin de beka sorunu var. İşin vahim tarafı; hadiseleri doğru okuyabilecek, çözüm üretebilecek, krizleri yönetebilecek çapta lider yok! Olanlar, kendilerine sorulmadan alınmış siyasî kararların uygulayıcısı ve sadece bir denge unsuru olarak varlar. Hiç bir rengi seçemeyen renk körü misâli, görebildikleriyle göremediklerini temsil ederek durumu idare etmeye çalışıyorlar, gerçeklikle olan bağları bu kadar. Kurucu bir zihnin ürünü proje liderlerine bakın, Amerika ve Avrupa’nın hâli pür melâlini, durumun vehametini, dünyayı nasıl bir tehlikenin beklediğini anlarsınız. Velhâsıl, dünya sıradışı hadiselere gebe, tarihin seyrini kestirebilmemiz için, gelişmeleri de doğru okumamız gerekiyor.
Türkiye kendisini Batı’nın yörüngesinde tutan çekim gücünden kurtuldukça üzerindeki baskılar da artıyor, artmaya da devam edecek. Kurucu bir zihnin ürünü, belli bir plan ve proje dahilinde yürütülen bir savaşla karşı karşıyayız. Haçlı-Siyonist ittifakı İslâm’a savaş açmış durumda ve bu savaşın göbeğinde de Türkiye var. Sadece İslâm’la barışık bir iktidar döneminde bile neler olabileceğini gördüler, daha fazlasına ise tahammülleri yok. Tarihî misyonunu üstlenmiş bir Türkiye’yi hazmedemiyorlar; çepeçevre kuşatıp İslâm dünyasından tecrid etme, İslâm dinini yeniden düzenleme; içini boşaltıp protestanlaştırma emelindeler. Türkiye’yi onlarca yıldır oyalıyorlar. “Biz büyük ülkeyiz, bizsiz yapamazlar, jeopolitik durumumuz, stratejik konumumuz itibariyle bizi gözden çıkaramazlar”, diyerek hiç kendimizi kandırmayalım. Polonya’da, Romanya’da, Doğu Akdeniz’de, burnumuzun dibindeki Dedeağaç'ta ve güney sınırlarımızda yapılan yığınaklar; Irak, Suriye, Libya ve Yemen’deki iç savaş; Kaddafi, Saddam, Mursi gibi Sünnî unsurların tasfiyesi, tüm bunlar tesadüfen gerçekleşen hadiseler değil; kurucu bir zihnin ürünü. Netice itibariyle modern haramilerin kurguladıkları oyun büyük ve yüzlerce yıldır hayalini gördükleri plân şeytanî. Tahakkuk edeceğini gördükleri an, irili ufaklı zorba uşaklarıyla birlikte üzerimize çullanacaklardır. Dolayısıyla bir var olma-yok olma mücadelesi sürecinin içinden geçmekte olduğumuzu kavramalı, hatalarımızı görmeli, iyimserliğimizi kaybetmeden, haklı nefret ve öfkemizi de içimizde saklı tutarak hazır olmalıyız. Eğer toplum olarak hatalarımızı görme istidadını yitirmişsek yaşamamızın da bir anlamı kalmaz.
Ancak klasik-modernist, ferdiyetçi kavramlar ve metodlarla, kurulmak istenen yeni sistemin yeni yapılarını kavrayamayız, sadece direnerek ve dayanıklılık göstererek de bu netameli süreci atlatamayız. Zehri şifaya tahvil edecek bir bünyeye, bizi kendi hazinemizin dilencisi olarak yaşamaktan kurtaracak bir “Kurtarıcı Fikir”e ihtiyacımız var. Eğer Batı’nın başlattığı yeni değişim sürecine tâbi olmak istemiyorsak, bir an önce bu dizginsiz vahşete dur diyebilecek “Kurtarıcı Fikir”i benimseyip, köklü bir değişime gitmek zorundayız. Söyleyecek bir sözü ve yapacak bir “iş”i olanın çalabileceği tek bir kapı, sığınabileceği tek bir yapı var: BÜYÜK DOĞU-İBDA. Bu sistemin önemini kavramak, bu “ödül”ü kabul edecek zemini hazırlamak zorundayız. Zira insanın değişmediği bir yerde hiç bir şeyi değiştiremezsiniz! İnsanın değişebilmesi, dirilişten dirilişe geçebilmesi için de, onda en derin sorumluluk ve vazife duygusunu uyandıracak, onu bütünüyle kavrayacak “Bütün Fikir”i ona sunmanız; imana has, ancak sıradışı bir sıçramanın cehdi ile elde edilebilecek sıradışı bilginin sezgisiyle onu buluşturmanız gerekir. Aksi takdirde onu yanıltmış, kendisini aldatmanın yolunu açmış olursunuz! Böyle bir insan hiç bir zaman gerçek kimliğine bürünemez, tutkuyla hiç birşeye bağlanamaz ve hakikatleri bulundukları hâl üzere göremez...
Dolayısıyla çareyi sadece ekonomi-teknoloji temelinde aramak yanlış olur... İktidar sadece bu işleri vazife edinip insanı ihmâl ettiği zaman, dış düşmana da ihtiyacınız kalmaz... Rejim vatanın öz evlatlarını yemeye, mebzûl miktarda hain üretmeye başlar, siz de tüm enerjinizi kan emici bu reziller sürüsünü temizlemek için harcamak zorunda kalırsınız. Ne yazık ki, ülke olarak bizim halimiz de bu: İçimizde, Batı dışı metodlarla Batılılaşmanın biçimsiz yığınlara dönüştürdüğü, kendi değerlerine en azılı düşmanlarımızdan çok daha fazla düşman kesilmiş bir kesim var ki; umutsuz vaka ve her biri “tersinden harika!” Ülkenin tüm enerjisini de bu tahammül edilemez parazit sürüsü emiyor... Utandıkları ve unutmak istedikleri her şeyi kendilerine hatırlatan insanımızdan duydukları nefret o kadar büyük ki, bu duygunun ulaştığı şiddet ve sürekliliğinin yarattığı dünyadan başka bir şeyi algılamaya tâkatleri yok. Dünyayı kendi yanlış kalıp ve anlayışlarına göre oluşturdukları bir şablona sokarak algılıyor, kendi zavallı dünyalarından edindikleri fikirleri günlük kullanıma uygun ve dayanıklı kılarak, “gönüllü ve mutlu köleler” olarak yaşıyorlar. Tek hakikatleri var: “Recep Tayyip Erdoğan kötü, tüm söyledikleri yalan, yaptığı her şey yanlış”... İslâmcı bir iktidar eliyle kalkınma olacaksa hiç olmasın kafasındalar. Hayvanların dili hemcinslerinde aynı etkiyi uyandıran seslerin ve bu seslerin tetiklediği eylemlerin dışavurumundan ibarettir. Aklî ve ahlâkî pejmürdeliğini sergilemekte hiç bir beis görmeyen ve kendilerini aldatmalara bir türlü doyamayan bu kesimin dili de aynı; “efendileri”nin ağzından çıkan her söz Tanrı’nın sözü hükmünde, hemen biat edip tapınmaya duruyorlar... Taklidden ve taklidin yol açtığı hissizlik ve şahsiyetsizlikten kurtulma yolunda bir çaba içinde olmaları gerekir, ama hâlâ uşak olmaya özeniyorlar! Maksat İslâm'a düşmanlık ise gerisi teferruat hesabı, çorak bir kültür ortamının tüm bu numuneleri; Cihangir’in entelektüel kibarlık budalası “gezici” zevzek takımı, Marksizmi kavrayamadığı gibi liberalizmin kültürel muhtevasına yeniden devrimcilik havası üflemeyi solculuk zanneden Türk Solu; yani gaflet, dalalet ve hıyanet ruhlarını sardığı için gerçekleri görmekten uzak, “ağarmak” için kendini paralayan “tüm zencilerimiz”, başını İstanbul sermayesinin çektiği her türlü ihanet çemberinin ve her türlü aşağılık tezgahın içinde. İnançlı insan alçakça bir şey yapamaz, ama iç dünyalarının İslâm’la çatıştığını göremeyecek kadar kör, haline şuuru olmayan, “gizli inançsız” bir kesim de var ki, bunların da bir ayağı camide, diğer ayağı da aynı ihanet çemberinin ve aynı aşağılık tezgâhın içinde. Dolayısıyla artık kendi değerlerine, insanına sadık kalması mümkün olmayan bu şer ittifakının siyasî iktidarı ele geçirmesi hem milletimiz hem İslâm âlemi için tam bir felaket olacaktır.
Kılıçtarınoğlu mudur, imamın torunu mudur, zübükzâde midir yoksa kadı kızı mıdır, kimin çocuğu oldukları, neye ve kime hizmet ettikleri “herkesin bildiği bir sır” olsa da, enayilere has, “sadece kendilerinin bilmedikleri bir sır”ları daha var: Enayi olduklarını bilmiyorlar. Dahası, bilmediklerini de bilmiyorlar. Zihinlerine yerleştirdikleri belli bir bakış açısıyla sadece görmek istediklerini görüyor, duymak istediklerini duyuyorlar. Bu yolda edindikleri enformasyon arttıkça da doğrulandıkları hissine kapılıyorlar. Çok donanımlı olduklarını söylüyor, kendilerini böyle tanımlıyorlar. Ama diğer taraftan kendileriyle çelişiyorlar: Bu kadar donanımlı insanın, nasıl olup da kendi içinden yerli ve milli bir lider çıkaramadığının, niye operet figüründen farksız iptidaî bir insanın peşine takıldıklarının ve onda ne bulduklarının izahı yok! Aslında var; İslâm’a duydukları nefret bunları birleştiriyor. Kimi kinini açıkça kusuyor kimi de inancının içsel temelleriyle çatıştığının idrakinde değil, sıkı bir müslüman olduğuna inanıyor! Yine de haklarını yemeyelim... Neo-kolonyalizmin çarkını döndüren yapay bir dişli olma, her türlü şer ittifakının içinde bulunma konusunda baya bi’ donanımlılar. Bu toprakların gerçek sahipleri bu kaba ruhlu insanlarla aynı hayatı paylaşıyor olmaktan ve bunlar adına utanmaktan yoruldu, ama hiçbir ahlâkî norm belirtmeyen bu sefih sürü aklî ve ahlâkî pejmürdeliğini sergilemekten bir türlü yorulmadı. Oysa ahlâk insanın oluşturduğu ve onunla birlikte değişen bir şey değildir; vahyedilendir. Dolayısıyla, “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanınız,” ölçüsü bağlamında söylersek; ahlâkın da bir ahlâkının olması zaruridir. Ve bu ahlâk; Sevgili Peygamberimizin de ahlâkı olan Kur’an ahlâkıdır.
Aylık Dergisi 178. Sayı Temmuz 2019