Şair - Birinci Dünya Savaşından bugüne kadar sanat hayatımız üzerinde verilmiş hükümlerin özü, toptan ve kabaca şudur: Sanat yok, sanatkâr yok, hareket yok!.. Yeni nesil kuvvetsiz, gayesiz, nizâmsız!.. Nerede beklenen sanatkâr?

Bedî - Ben bu sesi tanıyorum!..

Şair - Büyük Doğu Mimarı!..

Bedî - Ben diyorum ki, o sesle beraber, sadece bizde değil, dünya çapında bir mekân genişliğinden bakarak ve çeşitli sanat dallarına temasla mevzuumuzu konuşalım!..

Şair - Pek münasip!..

Bedî - Sanat yok, sanatkâr yok, hareket yok!.. Yeni nesil kuvvetsiz, gayesiz, nizâmsız!.. Nerede beklenen sanatkâr?

Şair – Bu hükmün görebildiği şey, bir hastanın derisindeki uçukluk gibi, vakıanın en üst ve en sığ tabakasıdır… Kimse bu vakıanın temeline inmeye, bugünkü neslin içinden kopan faciayı kökünden seyretmeye, sanatın bütün dünyada geçirdiği bunalımların bugünkü bizim neslimize düşen payını aramaya ve sormaya zahmet etmiş değildir; son 65 yıldan beri insan kafası yalnız bir şubede değil, bütün hayat ve bütün madde üzerinde korkunç bir tecrübeye girişmiş bulunuyor… Bir minareden seyrettiğimiz kaldırım taşlarını, üzerine burnumuzu dayayarak bir kirpik mesafesinden görebilmek için kendimizi minareden kaldırıma fırlatışımıza benzeyen bu tecrübe, dünle bugün arasında, anlayış ve görüş farkı olarak bir Süveyş kanalı değil, bir okyanus açtı!..

Bedî - Büyük Doğu Mimarı böyle diyor!..

Şair - Sizin dediğiniz gibi, dünya çapı mekân ölçüsüyle nelerin nelere geldiğine bakmak gerekirse, misâlimize insan münasebetlerinden başlayabiliriz… Meselâ aşk… Bir Fransız yazarının ifadesiyle : Genç kadınlar, kaideleri büyülü olan bu eski oyuna güvenmemek lazım geldiğini pek iyi biliyorlar… Aldatma artık aldatma değildir; sadakat, mânâsız bir kelimeye dönüyor; çünkü aşkta süren bir şey kalmamıştır.. Romancı Proust’un yalnız şu başlığı üzerinde düşünmemiz kâfi: … Önceleri aşk denilen şey, feragatten, kendine kıymadan, yiğitlik ve vicdan azabından örülmüş, ince nesillerin eseri çarpıcı bir duyguydu; ve dinden gelen ahlak ona destek oluyordu… Dinî faziletlerin setleri olmasaydı, göklerle dolu olan bu güzel sular birikmeyecekti… Aşk, kandırılmış faziletli kadının dayanmasından ve katlanmasından doğmuştur: Allah’ın emirlerine ve hükümetin hikmetine kurban edilen Racine’in prensesleri… Aşk, kendisini tutan setlerin yıkılmasından sonra yaşayamazdı… Aşk oyununun kaidelerine isyan eden genç adamların karşısında, kadınlar akıllarını kaybediyorlar ve krallarında olduğu gibi, saçlarının kesilmesi, haklarından vazgeçmelerinin alâmeti oluyor…

Bedî - Roman ihtilâflarının gittikçe azaldığı bu cemiyet karşısında Romancı ne yapacak?..

Şair - Müsaade ederseniz, roman davasından önce, Büyük Doğu Mimarının değerlendirmelerine devam edelim: Sanki yeryüzünde bir afet olmuş, küreyi cin çarpmış, bir karpuz kabuğu yerine bir dünya parçası akıntıya kapılmıştır… Birçoklarının işleye işleye bitiremediği ve okur yazarın bilmediği bu deri değiştirme ötesindeki kemik değiştirme hadisesi, köhne evimizi, dünyanın bacasından bir yıldırım çevikliğiyle içeri dalmış, her odanın bütün eşyasını tavan arasına kaldırmıştır… Bir müzayede salonu kadar büyük sanat odasında tek bir reis koltuğu yok; eski atlas sedirlerin yerinde, vücudumuzun neresine göre yapıldığı meçhul kaplumbağa biçiminde, emeksiz, çilesiz ve hünersiz, dört ayaklı oturaklar… Bu anafor, yoklara karıştırdığı eşyanın yerine bunları mı getirdi?.. Beride, Hugo’nun gömleği, korkusundan Şiller’in çoraplarını göğsüne bastırmış bekliyor; ve hepsinden felâketlisi hasırı sökülmüş cılk tahtaların bir teneşir ayaziyle estiği, her cismin ve her hududun ötesinde bir boşluk, bir çıplaklık… Bu değişmenin sebeb ve hikmeti ne olursa olsun, netice meydanda: 19. asrın sonuna kadar hayatın her şubesinde üst üste yığılan kıymet miyarlarını ve bugünü anlayışı, onların yerine yenilerini koyduğu için değil, fakat onların bayatlığını, kofluğunu ve kifayetsizliğini sezdiği için harman etmiş ve külünü rüzgâra savurmuştur!..

Başyücelik emirleri: Faiz Başyücelik emirleri: Faiz

Bedî - Demiştim!..

Şair - Denilen şudur… İlk önce ötesini aramadan, Saint Real’in meşhur tarifini -bu en basit bir usuldür, deneme ile çok sevimli olduğunu biliyoruz- tatbik edebilir: … Bir kelime ile kendisine soru sormayarak, zamanını olduğu gibi resmeder… Dikkat ve özenme ile, sosyetenin tarihçiliği hizmetini yapar… Bu durumda, ihtilâfların yokluğu ona engel olmaktan ziyade, resminin mevzuunu teşkil eder… Önceleri Abel Hermant böyle yapmıştı; sonrada Paul Morand imrenilecek bir maharetle aynı işi yaptı: , adlı eserlerinde, Morand, bize her ırktan, her sınıftan, birbirini arayan, hemen teslim olan, sonra bırakan, yine buluşan ve hiçbir engel tanımayarak, ânın tabiî sevklerine uyarak, kendilerini biteviye ihsasları üzerinde incelemeye zorlayan, başka bir kanun tanımadıkları nisbette, zevk duymaya kabiliyetsiz kadınlar ve erkekler gösteriyor… Bu kadın ve erkekler, ne kadar düşerlerse o kadar kirleniyorlar; O kadar anlamıyorlar hususiyle, yaşanan ânın, ihsaslarına ve şehvetlerine ait şeylerin, en ufak bir ehemmiyeti olduğuna inanmak, onlar için o kadar imkânsızlaşıyor…

Bedî - Büyük Doğu Mimarının tebitlerine devam edebilirsiniz!..

Şair - diyor… Bir İngiliz hanedan evinin şöminesi başındaki meşin koltuk halinde yedi cedden beri elden ele teslim edilen an’aneden, bugünün çocukları âdeta der gibi, hiçbir miras kabul etmediler… Meyve yüklü bir ağaca benzer kafasının her dalında iç içe mânâlar hâlinde Allah’ı ve peygamberleri, melekleri ve şeytanı, cennet ve cehennemi kademe kademe asılı duran, günün inanmış ve vecdini bulmuş sanatkârı yanında, bugün inanmayan, hiçbir gıdayla doymayan, hiçbir kalıba sığmayan, başının etrafındaki imân güvercinlerini imdada çağırdığı kadar, onların yoluna en biçimsiz korkulukları diken, sevimsiz ve rahatsız yüzü, ıstırap, istihza ve hakaret dolu bir mahlûk peydahlandı… Belki bir kurtarıcı, belki de hasta olan bu mahlûk, bütün dünyada belli başlı bir sanatkâra değil bugünün müşterek ruhuna ait bir remz…

Bedî - Morand’a dönebiliriz yine…

Şair - … Merhametsiz ve vahşi bir tasvir… Morand, kendine hâs meziyetler ile bunda muvaffak oldu… Lâkin, sayısız taklitçileri, doğrusunu söyleyelim ki, çoktan sıkıcıdırlar; çünkü, şekilsiz bir sosyetenin tarihi, eski ustalarımızın ruh ve ten, vazife ve ihtiras ihtilafları için yaptıkları gibi, biteviye tekrar edilemez… Romanı kötüleyenler, burada bir adım ilerlemiş oluyorlar… Bana diyebilirler ki, … Fakat karşılığımız hazırdır: Macera romanının yenileşmesi denilen şey, gerçekten bize başka bir yerde yol açmayan doğru bir uğraşma gibi görünüyor… Beşerî vicdanın facialarından mahrum kalınca, yazıcılar, okuyucuları nefes nefese tutan, harikulâde entrika ve vak’alara atıldılar… Burada macera romanını kötüleyecek değilim; fakat bana kalırsa, macera romanı yalnız, başlıca şahısları Kipling’in, Conrad’ın ve Stevenson’un kahramanları gibi canlı adamlar olduğu nisbette, sanat eseri sayılabilirler… Bir kelimeyle macera romanının edebî olarak var olabilmesi için mühim olan şey, maceralar değil, maceraları geçirenlerdir… Stendhal, sanatının, insanlara ait hareketlerin sebeblerini tanımaktan ibaret olduğunu söylüyor ve insan nevinin müşahidi olmakla övünüyordu; o hâlde romancı da, bir ruhiyatçı olmalıdır… Bugün hepimiz gibi, o da ruh tarafından müthiş surette fakirleşmiş bir beşeriyet simsarıdır!..

Bedî - İmân ve gaye, bütün insanlık için esastır; fakat nasıl bir imân ve nasıl bir gaye?

Şair - Böyle bir sorudan sonra, kendimi bir teyp şeklinde Büyük Doğu Mimarının doldurduğu kaseti çalmaya bırakabilirim… Uzun ve kesiksiz bir konuşmada halimizin tarihî ve tesbitleri… Evet… Dünya bugünkü hamleye hazırlanırken, memleketimiz başlığı altında kısır bir Avrupalılaşma hareketine girişiyordu; bu hareketin bayrakları Avrupa’da elçilik veya talebelik ederken, Sen Mişel bulvarında halka mahsus kocaman bir kütüphane olduğunu hayretle görmüş, Hayd Park’da bir adamın dilediği gibi halka hitap edişini gözleri faltaşı gibi açılarak seyretmiş, Versay’da yüzlerce musiki âletinin konserini düşük çenesiyle dinlemiş, Şarlutenburg sarayının gül bahçesinde kendinden geçmiş basit bir İsviçre köylüsünün ruh haletini taşıyan bir zümredir… Bu zümrenin memlekete hediye ettiği kıyafet de, aynı köylünün Berlin’de köylülere hazır elbise satan bir mağazadan çıkarken kırıta kırıta sırtında taşıdığı urba… İçinde yaşadığı cemiyetin bütün duygularını kucaklayamamış da olsa, dili annesinin dilinden ayrı bir karagöz diline de benzese, sahası bir deniz gibi hayatın bütün kıyılarını tutan bir genişlik yerine kuyu gibi derinliğine muayyen birkaç his darlığına sıkışmış da olsa; şahsiyetinin, ferdiyetinin en yüksek derecelerine varmış olan eski saf ve mükemmel divan şairi bu elbiseyi giyince, adi bir mukallide kaldı… Hintlilerin maymun avlamak için harikulâde bir usulleri varmış… Maymunların üzerinde dolaştığı ağaçların dibine ağzı dar bir küp gömerler ve küpün içine fındık doldururlarmış; maymunlar görsün diye de ellerini küpe sokarak birkaç fındık alırlar, yerler ve giderlermiş… Maymun, fındığı avuçlamak için elini küpe sokup avuçlarına alabildiği kadar doldurur, fakat şiş avucu küpün dar ağzından geçmediği için kolunu küpten çıkaramaz; bir türlü avucundaki fındıkları bırakmayı akıl edemez ve böylece gözleri zekâ ve şeytanlık parlaya dursun, avcısının eline düşermiş… Hazımsız ve anlayışsız taklit psikolojisinin ifade için bu misâlden başka ne söylenebilir?.. Tanzimattan sonraki sanat da, kolu, hem de içinde yalnız fındık kabuğu bulunan bu küpte büyük harp sonuna kadar bekledi… Edebiyât-ı Cedide devri şahsiyeti, eser vermeyi değil, kimlerin taklide değer olabileceğini bile takdir edememiş baş şairi Mouset’den ve romancısı Konkur biraderlerden ilerisini anlayamamış bir zevk ve idrak harem ağalığı devridir… Nihayet bu fındık küpünün üstüne bir balyoz indi ki, bu balyozu indiren de ne yeni nesil ne de eski nesildir; bir kelime ile hayattır. Hayat, kendi ilerisinde ve kendisine hakim yürümesi lâzım gelen ölçülerin seviyesine kendi kendine aşmış, dalga yolcuyu sandaldan evvel götürmüş ve kayık geride parçalanmıştır; işte, bugünkü bahtsız neslin içinde bulunduğu şartlar… Bir şatonun mancınık güllesi yerine üfürükle yıkılması ve ölümlerin en şerefsiziyle rakipsiz ve mücadelesiz ölen evvelkiler için ne hazin bir akıbet, bugünküler içinse ne korkunç bir der ve istikbal!.. Kısaca… Yeni nesil ufak tefek farklarla dünyanın her tarafından olduğu gibi, memleketimizde de bir kaos içindedir; sanatın (A) sından başlayıp (Z) sine kadar her şeyi tam ve halis olarak tesis etmek ona düşüyor… Dilini 20-25 sene evvel bulmuş ve sonra kökünden kaybetmiş bu nesil, bundan sonra okuyucusunu, seyircisini, dinleyicisini meydana getirmeye ve onun yanı başında, miyarlarını, ölçülerini, yasaklarını, yani kendisini ortaya koymaya mecburdur; tohum o, toprak o, ağaç o… Bir yazarın yetiştiğini söylediği ve yüzü saman renginde olan bu nesil, işte bu davanın karşısında… Bu neslin şeref ve asilliği, şimdiye kadar verdiği eserlerin hiçbirisiyle değil, yıkmaya mecbur olduğu Kaf dağının heybetiyle mütenasiptir: Beklenen sanatkâr yolda!.. Eğer fazla yaklaşınca göreceği manzaraların dehşetinden ürküp geriye dönmezse!.. Beklenen sanatkâr, yenisi beklenirken kurutulan ve beş aylıkken düşürülmüş kavanoz çocukları haline getirilen soydan değil, Büyük Doğu mektebinden ve İslâm vecdi içinden gelecektir!..

Bedî - Bunu, son bir cümleyle ve romana temasla mühürlersek… Allah’a inanmayan ve ruhu görmeyen bir cemiyette ne roman olabilir, ne de her hangi bir şey; ilk hızın tesiriyle yokuş aşağı gidiş nihayete erince, bu hakikat olanca dehşetiyle meydana çıkacaktır!..

Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, İbda Yayınları, s. 167-175