“Gurbet” sözcüğü, telaffuzda dile çok kolay gelir ama gurbetçi Türk işçisinin Almanya serüveninin tam 50. yılında da bir Ramazan-ı Şerif'i daha, gurbet ellerde ne şartlarda geçirdiğini, yazıya dökmek her halde o kadar kolay olmasa gerek.
Fıtratı gereği insanoğlu gittiği her hangi bir yeri ister sevsin, isterse sevmesin, doğup büyüdüğü ülkesindeki anıların hep hatırlar hiç bir zaman da hafızasından silip atamazmış…
Onun için gurbetin ramazan iftarları, teravih namazları, sahur yemekleri ne kadar bolluk ve rahatlık içinde geçerse geçsin, bir hüzünlü çehre, neşesiz bir duruş ve manasız durgunluk, hemen fark edilir bir bakışta... Bir gariplik ve burukluk içinde yaşanır gurbet ellerde ramazanlar velhâsıl…
Aslında bu ramazan yazısında Alman devlet adamlarının seçimden seçime propaganda maksadıyla ortaya atıp paylaşamadıkları “Rechtsstaat” sözcüğünün açılımı ile beraber, içinde bulunduğumuz mübarek Ramazan ayının, rahmet ve ikram yüklü, kucaklayıcı atmosferini sosyolojik açıdan irdelemek istiyordum.
İlk okuduğunuzda “ne alaka”, diyebilirsiniz; bakın anlatayım. Bizim ülkemizde nasıl ki seksen senedir siyasetçilerin ağzından düşürmedikleri kuru sıkı atılan meşhur, “Türkiye demokratik, laik bir hukuk devletidir” tanımlamasına karşın, Almanların “Rechtsstaat” vurgulaması; Türkçe çevirisi ile “Adil ülke” veyahut “Hukuk devleti” anlamında değil, doğrudan doğruya “Adil düzen” kavramı içinde yansır topluma.
Çünkü devletin sergilediği idari düzen tarzı; işsize, yoksula, muhtaçlara yaklaşımı hep şeffaf ve himayekârdır.
Devletin bu tavrından daha başka; işsiz kalanlara verilen işsizlik yardımı, kökten işsizlere yapılan parasal yardımları, fakir ülkelerden kaçıp gelen sığınmacılara (Asülant) doyacakları kadar verilen cüz-i maaşı, yeni doğum yapan annelere hamilelik döneminden başlayan miktarı oldukca yeterli önemli ödemeleri emekli maaşı yetmeyen emeklilere verilen “Harzt vier” (1) fonundan yapılan geçimlerine destek yardımları, parasız sağlık sigortası yanında engellilere işçi ücreti kadar dolgun ödenen maaşları, çocuk sayısına göre ödenen bol miktarda çocuk parasını da katabiliriz. Tam dinî özgürlük de işin cabası…
Bizde adı var kendi yok yaylası gibi hukuk devleti iddiası; hep cılk çıkmış, yaşanan haksızlıklar, torpiller, adam kayırmalar, hapishanelerdeki bir çok insanın hukuk dışı yargılamalarla ağır cezalara çarptırılması, yoksul ve muhtaçlarının hep zekata ve hayırseverlerin insafına havale edilmesi gibi örnekler her zaman, bu tezi inandırıcılıktan uzaklaştırmıştır...
Benim bunlara hukuksal alanda verebileceğim iki tane örnek vardır, bunlardan birincisi, haksız yere müebbet hapis cezasına çarptırılarak, acımasız işkencelerden geçirilen, gerçek mânâda İslâm devrimcisi olan, fikir, dava ve aksiyon adamı, yiğit Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, ikincisi de rahmetli babasının ateşineyanan, boş hayaller kurbanı, silahın neresinden tutulacağını bile bilmeyen Köln sürgünü müebbet hapis hükümlüsü Metin Kaplan’dır.
Diğer alanlardan da örnekleri sıralamaya kalksak bu sayfalar yetmez, demek ki, bizim ikide bir dillendirdiğimiz “Adil, lâik ve hukukun üstünlüğüne saygılı demokrat bir ülke” olduğumuz tezi boşuna…
Bilhassa Allah-ü Teala Hazretlerinin bize lütfettiği rahmet ayı içinde, Adalet ve merhamet sergilemesi gerekirken ve kendisini durmadan bir hukuk devleti olarak tanıtıp iş icraata geldiği zaman; hukuksal haksızlıklar karşısında susan ülke yönetimi ile; beş vakit namazını tam kılanlar da dâhil olmak üzere Ramazan’dan Ramazana Müslüman kesilen bir takım işverenler, işçinin alın terinin karşılığını zamanında ve kesintisiz olarak ödüyorlar mı?
“Halep orda ise arşın burada” misali, bir Alman iş adamının bu hususta gösterdiği dürüstlüğü ve vicdani gerçekçiliği bizimkiler neden gösteremiyorlar acaba?
Yaradanın ilâhî nizamı ile, bir Hıristiyan Avrupalısının kanuni nizamı yüzde doksan beş özdeşleşirken, bizim bu kadar sapkınlığımızı bu mübarek ayda olsun az da olsa sorgulama hakkımız olmamalı mı?
Alemlere rahmet olarak gönderilen efendimiz, sanki “işçinin hakkını, alnının teri kurumadan verin” diye bize buyurmamış da; İslâmla hiç tanışmamış Avrupalıya buyurmuş gibi bir dengesizlik var ortada... Hem Türkiye’de, hem de yurt dışında, Türk işverenlerin yanında çalışan hangi işçi vatandaşla konuştumsa hiç birisinin çalıştığıemeğinin karşılığını zamanında ve kesintisiz aldıklarını söyleyene “hiç rastlamadım” dersem inanın. Elbette istisnalar vardır. Bunu tüm Almanya’daki Türkler bilir ki, Almanya’da maaşlar gününden bir gün önce bankaya gelir ve az bir noksanlık olduysa bile kuruşuna kadar yeniden havale yapılarak bir de eve özür mektubu gönderilir.
Öyleyse “hak-hukuk” lafta kalmamalı. Devlet hem kendi hukukunu hem de halkın hukukunu korumalı; korumalı ki, kullanılan sözcükler mânâları ve güçleri ile birlikte yerine oturtularak “Türkische Rechtsstaat” kavramının da ne ifade ettiğini anlamış oluruz belki!
Bu satırların yazarı ne bir Almanya hayranı ne de bir Amerikan sevdalısıdır. Sadece efendimizin; “El hakku yüla la yü' la aleyh” “Hak nerde olursa olsun üstündür, ondan üstün bir şey yoktur.” Hadis-i şerifinin hasta tutkunu bir İslâm sevdalısıdır.
Hoşcakalın.
Baran Dergisi 291. Sayı
Baran Dergisi 291. Sayı