Aydın çağından mesuldür. Dolayısıyla sadece bilmesi yetmez, bildiğiyle amel etmesi gerekir. Oysa bizim gibi “garbzedesi” bol ülkelerde, köşe yazarlarının çoğu devrim muhafızı gibi çalışır. Meseleleri meselelerin istediği seviyede ele alamadığı gibi, fikirleri de istediği gibi eğip büker, çarpıtır, kendi çıkarları istikâmetinde kullanır. Hiçbir bedel de ödemez.
Modern olarak yapılandırılmış, yukarıdan aşağı doğru giydirilmiş politikalar ve mekanizmalarla yönetiliyoruz. Ne var ki, modern ya da modernin bir başka boyutunu oluşturan bu politikalar dünyayı kötü, gayesi olmayan bir oyun alanına çevirdi. Batı kültürünün kendi tasavvur ve kalıbına göre yoğurduğu insanlık, biçimsiz yığınlara dönüştü. Üretim düşüncesinin pençesinde bir morfinman gibi kıvranan insanlığı, artık sadece maddî olan ilgilendiriyor. Ve insan kendi ürettikleriyle harekete geçiriliyor. Bu da onların hayatları boyunca ilgi duydukları alanların kalitesini ve kalibresini göstermeye yeter. Modern bireyin kalbi, artık duygulardan çok sayılarla ve çizgilerle dolu. Ahlâkî çöküş, Batı kültürünün üst sistemlerini ve diğer değerlerini de çökertti. Yeni düzenlemeler yapılsa da düzenin temeli değişmiyor. Batı medeniyetinin kendisi bile koyu bir bunalım döneminde. Asya, Afrika ve Amerika’nın büyük kısmı ise, hâlen Batı tarafından yok edilme ya da asimile edilme tehdidi altında can çekişiyor! Kendi dünyasının normlarının, dönüştüreceği toplumlarda geçerli olmamasını sadece bir kural ve metod yokluğuna bağlayan sömürgeci zihniyet, 21. yy’da bile, her türlü hukuksuzluğu yapma hakkını hâlen kendisinde bir imtiyaz olarak görüyor. Kapitalist-modernist sisteme hizmet etmek üzere yetiştirilmiş, acıyı da günahı da benimsemekten uzak, Amerikan ruhsuzluğunun emrine yazılmış bu insan modelini, artık hadiselerin ruhu değil, sadece takdim ediliş biçimi ve tahkiyesi ilgilendiriyor. Kararlarını doğru-yanlış, haklı-haksız olan değil, maruz kalma ve bunun seviyesi belirliyor. Bir lokma yiyeceğe, bir yudum suya muhtaç; fakat bunu bile bulamadığı için açlıktan ölen yüzbinlerce insanın yaşadığı trajedi basite indirgenip, teknik bir soruna dönüştürülünce insanlar rahatlıyor. Dolayısıyla mekanik olmayanı anlamayan, zevkleri kalıplaşmış, modanın ve markanın peşinde koşan, ruhî güzelliklerden ve bu güzellikler karşısında zihnî bir heyecan duymaktan uzak bir insan türüyle karşı karşıyayız. Belli ki, ruhlarda hiç bir istinad noktası kalmamış… Ömrünün sonunda mânen iflas etmiş, giderek kibrinden fosilleşen, içi boş bir görüntüden ibaret insan modeli söz konusu. Demokrasi ve özgürlükleri fetişleştirenler anlamasa da, böyle bir kültürde, insan kendisini yaratılış gayesine yükseltecek bir özgürlük alanı bulamaz. Dolayısıyla, ferdin kaba ve ortaklaşa bir tipe irca edildiği duyumcul bir kültürde, her şeyi derinden duyan, tutkuyla bir şeye bağlanma istidadında yaratılmış zarif ve seçici bir ruhun önünde; ya çaresizliğin ezilmişliği içinde kendi içine kapanıp orada yaşamak ya da kendini iptal etmekten başka bir seçenek kalmıyor!
Feodal, emperyal ya da “modern krallık”, Batı tarzı tüm yönetim biçimlerinin, diyalektik olarak kendi çöküşlerini yine kendi içinde üreten bir yapısı var. Direnç, dayanıklılık zamanla bünyeden mikroba geçiyor ve bünye, kendi yok oluşunun durmadan çoğalan bakterilerini, yine kendi içinde üretmeye başlıyor. Başlangıçtaki yaratıcılık, moral ve güven giderek pörsüyor ve nihayetinde de yaratıcılığını tüketerek, ruhsuz bir biçimciliğe ve otoritarizme evriliyor. Sistem karmaşıklaştıkça da bu hastalık ya da sorun kendisini daha çok hissettiriyor. Nitekim, bir bütün halinde çalışan küresel ekonomik sistem sayesinde, bir ilişkiler bütününden başka bir ilişkiler bütününe geçerek, büyüyerek ve genişleyerek devam ede gelen krizler, günümüzde nihaî bir krize dönüşmüş durumda. Lâkin krizin faturasını sorumlu olanlar değil, hiçbir suçu olmayan kesimler ödüyor. Risk alması, elini taşın altına koyması gerekenler ise, modern kurumların ve siyasî ilişkilerin karmaşıklığı sayesinde paçalarını kolayca kurtarıyor, hatta ödül bile alıyorlar. Devletler ise, yanlışın kendi doğrularını doğurduğu bir süreçte, devletin kontrolünü çoktan ele geçirmiş büyük şirketleri kurtarmakla meşgul. Ve ne yazık ki, bu kanunsuzluğu küçük işletmelerin yok olması pahasına yapıyorlar. Aslında tüm bu sorunların ve trajedinin kaynağında; modern aklın tümevarımın zafiyetiyle malûl, doğruluk ve kesinlik kazanması için sonsuz ve sınırsız sayıda teyide muhtaç, kemiyet olarak kalabalık, fakat keyfiyeti itibariyle fakir bilgi var. Dahası, bilgi tekelini elinde bulunduran gücün denetiminden geçmeyen bilgi, bilgi olarak değer bulmuyor. Tek merkezden yönetilen ve birbirini refere eden zihinler arasındaki örtüşme o kadar büyük ki; paradoksal biçimde, edindiğimiz enformasyon arttıkça, sahip olduğumuz bilgi azalıyor. Zihinler birbirini etkiledikçe de bilgi kozmetikleşiyor. "Halkın aklı gözündedir, halk gördüğüne inanır" doğrusuna misâl; bilgisizliğimizi değil, bilgimizi onaylayan şeylere bakma eğilimimiz artıyor. Bu da sıradışı hâdiseleri gözardı etmemize sebep oluyor... Oysa tarih, dünyamıza hükmeden sıradışı hâdiseleri bizden saklar. Dahası bunların gerçekleşmesi ihtimali hususunda bize yanlış fikirler verir ve çoğu zaman bizi yanıltır.
Dolayısıyla, “eşya ve hâdiselere meçhûle hürmet tavrı içinde” yaklaşmadığınız zaman; tarihi şekillendiren, hayatlarınız üzerinde büyük bir etkisi olan ve sırf beklenmedik olduğu için gerçekleşen sıradışı hâdiseleri de kestiremezsiniz... Hâdiseler sizi peşinden sürükler. Hele, “bizim gibi”, zihnî dünyanızın tüm kurucu unsurları dışarı ise, ister istemez, rejim savunuculuğu, aydın sınıfına girmenin ön şartı hâline gelir ki; entelektüel alandaki boşluğu da, iyileştirsin diye kendisine teslim edilen hastayı kadavraya dönüştüren doktor misâli, kendi zırvalarına fazlaca inanan "köşe yazarı"yla doldurmaya mahkûmsunuz demektir.
Ne var ki bu imkânsızdır. Çünkü, aydın çağından mesuldür. Dolayısıyla sadece bilmesi yetmez, bildiğiyle amel etmesi gerekir. Oysa bizim gibi “garbzedesi” bol ülkelerde, köşe yazarlarının çoğu devrim muhafızı gibi çalışır. Meseleleri meselelerin istediği seviyede ele alamadığı gibi, fikirleri de istediği gibi eğip büker, çarpıtır, kendi çıkarları istikâmetinde kullanır. Hiçbir bedel de ödemez. Oysa sistemin yerleşmesi ve gelişmesi bedel ödemeyi gerektirir; ve bu yolda en büyük bedeli de entelektüel kesim öder. İki yüz yıllık modernleşme sürecimizde, birkaç büyük istisna dışında fikir çilesi çeken, “Mutlak”a açlık duyan, ona yönelebilen ve onu “hâl an”da yakalayabilen aydınımız neredeyse yok gibidir. Hâlbuki mücerred fikir istidadlısı için, kendi iç âlem düzeninde mükemmeliyeti arzulamayan hiçbir insan değerli değildir. Dolayısıyla, ona yönelmeyen her şeyden de tiksinecektir. “Ölmeden önce ölünüz.” ölçüsünden aldığımız pay nisbetinde söylersek; “Mutlak”a duyulan özlem, ölümsüzlük özlemidir... Ve ölmeden önce ölmek, zevken idrakimiz nisbetinde, şeylere yeterince şevk ve hüzün katar. Üzerinde olduğumuz, zamanı içinde bulunduğumuz “iş”i de bizim için anlamlı ve anlaşılabilir kılar. Kesrette vahdeti yakalayabildiğimiz, varlığın birliğine şahitlik edebildiğimiz nisbette de, bize gizli olan pek çok şey aşikâr hâle gelir... Ölmeden önce ölmenin sırrını ararız. Ölümsüzlüğe duyduğumuz açlık da biter!
Aylık Dergisi 157. Sayı, Eylül 2017