Mektubu mu aldınız mı? (Av. Güven Yılmaz, aldığını söylüyor. Carlos’un tüm eski konuşma kayıtlarının e-posta aracılığıyla eşi Isabelle ve kardeşi Vladimir’e gönderildiğini ekliyor.)
Vladimir’in alıp almadığını bilmiyorum henüz, fakat sözkonusu ses kayıtlarını alan Isabelle’nin başına bakınız ne geldi: Bilgisayarı tam bir gün boyunca bloke edildi, tüm gün bunu çözmeye çalıştı ve bütün bu dosyaları bilgisayarından tamamen silmek zorunda kaldı. Tam bir sabotaj! Ne kasdettiğimi anlıyorsunuz, değil mi? Gerçek bir savaş yürütülüyor bize karşı. İlk defa da olmuyor üstelik, sürekli bu tarz bilgisayar problemleriyle boğuşuyor Isabelle. Bu ses kayıtlarını, en iyisi bir CD içinde ve postayla gönderin Isabelle’e. Bu nevî şeyleri postayla göndermenizi daha önce de bu yüzden istemiştim sizden. Normal şartlarda e-posta güzel bir yol, ancak hiç de normal bir durum mevcut değil şu ân.
Kumandan Mirzabeyoğlu nasıl? (Av. Yılmaz, bayram dolayısıyla ziyarete gidemediklerini, inşallah Pazartesi günü gideceklerini söylüyor.)
Hasan Ölçer’e, Kumandan başta olmak üzere, içinde birçok kişiye hitaben kaleme alınmış kartlar bulunan bir mektub gönderdim. Alıp almadığını teyid ettirin lütfen.
Sormak istediğiniz bir şey var mı? (Av. Yılmaz, sorusu olmadığını söylüyor ve Carlos’un söyleyeceklerini dinlemek istediğini ifade ediyor.)
İlk olarak, içinde Lübnanlı avukatım Hani Süleyman’ın da bulunduğu gönüllüler öncülüğünde Gazze’ye insanî yardım götüren barışçı filonun açık denizlerde İsrail özel güçleri ve deniz kuvvetleri tarafından korsanca bir saldırıya uğraması vesilesiyle sözkonusu olan gelişmeler hakkında bazı yorumlarım olacak.
Biliyorsunuz, bu saldırıda Türklerden 9 kişi öldü, farklı milliyetlerden onlarca kişi de yaralandı. Ne var ki, bu rezil saldırının faili korsan devlet Birleşmiş Milletler tarafından lâyıkıyla kınanmadığı gibi, böyle bir kınamanın önüne geçmek için Amerika Birleşik Devletleri ve siyonist İsrail tarafından, bu konuda BM bünyesinde yapılan soruşturma üzerinde de muazzam bir baskı yapıldı.
Elbette, Türkiye, bu sözde BM soruşturmasını reddetti ve siyonist devletten hem özür dilemesini, hem de kurbanlar için tazminat ödemesini taleb etti. Aynı şekilde, İsrail büyükelçisini gönderdi ve siyonist işgalcilerle arasındaki -birçoğu stratejik nitelikli- her türlü işbirliğini sonlandırma kararı aldı.
Bu tabiî güzel bir gelişme... Ancak, bu güzel haberin hemen ardından, aynı Türkiye’nin, İran’ı hedefleyen NATO füze savunma kalkanının ülkesine yerleştirilmesini kabul ettiği haberi geçti ajanslardan. Bu, sadece berbat bir haber olmakla kalmıyor, “kalkan”ın doğrudan İran’ı hedeflemesinden ve ilk yer olarak bu ülkeye çevrilmesinden dolayı “stratejik” bir mesele olma niteliği de taşıyor.
İran, daima Türkiye’nin komşusu olagelmiş, bundan sonra da daima komşusu olagelecek bir ülke. Aralarında iyi ilişkiler, özellikle iyi ticarî ilişkiler mevcut ki, hem Türkiye ekonomisi hem de İran İslâm devrimi için iyi bir şey.
Lâkin, bu sözde “füze kalkanı” hikâyesi, siyonizm ve ABD’nin karşısına dikilebilecek, ayakta duran tek bölge gücünü işgal ve imha etme komplosunun bir parçası olma anlamını taşıyor. Türkiye de zaten NATO’nun bir unsuru ve bu bakımdan yalnızca ABD’den güdülüyor.
Dışarıdan bakan biri, Türkiye’nin siyonizme ve işlediği suçlara tavır almasından heyecan duyacaktır belki. Oysa, özür olsun, büyükelçinin gönderilmesi olsun, bunlar diplomatik ilişkilerin tamamen kesilmesi anlamına gelmiyor. Bir büyükelçi gider, başkası gelir.
Türkiye ve ABD ilişkileri yönünden, şimdi böyle bir stratejik “üs” kurulması da çok şaşırtıcı, çok yeni bir hâdise değil. Çok sayıda NATO veya Amerikan üssünün zaten uzun zamandır Türkiye’de bulunduğunu biliyoruz. Gece gündüz her yarım saatte bir uçakların kalkıp indiği üsler; yine, ABD’nin Millî Güvenlik Ajansı’na (NSA) âit ve bölgedeki haberleşmeleri takib eden istihbarat üsleri; aynı şekilde, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan ve Türk istihbarat servisleri arasındaki köklü tarihî ilişkiler, tüm bunlar, Türkiye’nin hükümranlığının, Türkiye’de yaşayan insanların çıkarlarının ve hürriyetlerinin yitirilmesi pahasına tesis edilmiştir. Bu son “stratejik” füze kalkanı hâdisesi de, tüm bu derin “stratejik” bağımlılığın bir uzantısı olmaktan öte bir kıymet arzetmiyor bu bakımdan.
Benim şu ân Türkiye’de mevcut olan hükümete bir sempatim olduğu malûm. Ümid ediyorum, bu yalnızca daha önemli kazançlar elde etmek uğruna başvurulan bir “taktik” ve geçici bir “manevra” olsun. Ne var ki, İran ve elbette Suriye’ye karşı saldırganlık anlamı taşıyan böyle bir üssün inşâ edilmesi, çok ama çok tehlikelidir. Ankara’daki meclis, inşallah bu karara karşı çıkar ve çoğunluğun aleyhte oylarıyla, bu üssün Türkiye’de inşâ edilmesinin önüne geçilir.
Hem İsrail’de niçin kurmuyorlar peki bu üssü? Gidip açık açık o kendi ajan devletlerinde kursunlar; buna mâni olan ne? İlle de Türkiye’de kurmak istemenin anlamı ne?..
Libya hakkında da birkaç şey söylemek istiyorum...
Kendilerini “isyancı” olarak adlandıran kişiler adına yürütülen altı aylık bir hava bombardımanından sonra, başkent Trablus’a girildi, başkentin büyük bölümü “isyancılar” tarafından kontrol altına alındı ve Libya’nın buradaki meşrû hükümeti çökertilip Trablus dışına sürüldü. Yine, kendilerini Libya Millî Geçiş Konseyi olarak adlandıran grub da, Bingazi’den Trablus’a gelip “yeni bir demokratik Libya kuracağız, anayasa yapacağız, şunu yapacağız, bunu yapacağız” diye ahkâm kesmeye başladı.
Bir şey çok açık: Altı aydır televizyonlarda gördüğümüz birtakım palyaçolar, cebhane sıkıntıları olmadığını belli eder tarzda, sırf gazetecilere gösteri yapmak için havaya ateş açıp duruyorlar. Oysa hakiki bir isyanda, sizin her bir kurşuna ihtiyacınız vardır. Zaten televizyonlardan gördüğümüz o ki, bunların gerçek bir savaşçı olmakla alâkaları yok. Fakat bu arada gerçek muharebeler de olmuyor değil. Çünkü bir muharebede sadece hava bombardımanı yeterli olmaz. İsterse bugün Libya’yı bombalayanlar gibi, insanoğlunun gördüğü en modern ve ezici hava gücüne sahib olsunlar.
Gerçi bu altı aylık bombardıman, II. Dünya Savaşı’nda Fransa-Almanya arasında sözkonusu olan kimi bombardımanlardan bile çok daha ağır seyretmiştir. Bingazi’deki o konsey güya “artık ateşkes ilân ettik!” demesine rağmen, bombardıman devam etmiş ve etmektedir.
Bu arada, o muazzam bombardımana rağmen, Libya’nın meşrû hükümeti teslim olmamış, Kaddafî’nin savaşçı oğulları direnmeye devam etmiş ve böyle daha yıllarca direnmeye devam edebileceklerdir.
İki gün önce burada, Paris’te, Libyalı veya Libya asıllı hainlerle sömürgeci devletlerin yetkilileri ve diğer ajan devlet temsilcileri bir toplantı yaptı. Libya’da şirket ve çıkarları olduğu için, Rusya bir milletvekili ve Çin ise dışişleri bakan yardımcısını gönderdi. İşte bu toplantıda Bingazili hainler, Libya’nın devrimci hükümetinin Libya’nın ve Libya nesillerinin geleceği için tahsis ettiği –resmî rakamla- 15 milyar dolar civarında “dondurulmuş” bir parayı koparmayı başardılar. Eminim bundan çok daha fazlası sözkonusudur ancak resmen açıklanan ve ellerine teslim edilmeye hazır miktar bu kadar. ABD, İngiltere, Fransa, İtalya gibi sömürgecilerin ve korkarım Türkiye’nin ellerine tutuşturduğu para...
Niçin peki bu para?..
Tabiî, bu paranın bir kısmı, emeklilikte kendilerine lâzım olacak şekilde, cebe indirmek içindir. Fakat sadece bundan ibaret de değil elbette.
Biliyorsunuz, Libya, tarihî olarak bir aşiretler devletidir. Kaldı ki bugün Libya’da cereyan eden hâdiseler de, haricî bir sızma yanında, bir yönüyle aşiret çatışmasıdır. Bu güya devrimcilerin yaptıklarına baktığımızda, bu “devrimci”lerin başlıca amacının, “paralı asker” oldukları ithamıyla siyahî insanları bertaraf etmek, aşağılamak, işkence etmek ve kimi zaman da katletmek olduğunu görüyoruz. Savaşçılıkla alâkası olmayan silâhsız yabancılara böyle bir suçlama getirilmesinin iler tutar yanı var mı? Bu, apaçık ırkçılıktır.
Irkçılık, Libya’da yıllardır var olan ve bu isyanla iyice açığa çıkan bir cereyan ki, Kaddafî’nin başka birçok yönünü eleştirebilirsiniz ama, asla ve asla ırkçı diyemezsiniz ona. Kaddafî’nin Genelkurmay Başkanı, siyahîydi. En yakın adamı General Abdullah Senusî, hâkezâ. Kısacası, birlikte yediği, içtiği, oraya buraya gittiği yakınındaki birçok kişi, melez veya siyahîydi; yâni beyaz Arab değil, Afrika orijinli Arabtı.
Evet, gittikleri her yerde, bu siyahî insanları hedef alıyorlar.Üstelik bu ırkçı saldırılar yeni de değil. 25 yıldır bu nevî siyahî cinayetleri sürüyor. Maalesef hükümet, bu saldırgan ve aşiret menşeli ırkçılığı tamamen bitirmeye muktedir olamadı. Şimdi isyana katılan aynı ırkçıların silâh ve serbestiyetleri var, bu saldırıları rahatça icrâ ediyorlar.
Bingazili hainlerin ellerine geçecek bu milyonlarca doların bir kısmı, özellikle aşiretleri satın almak ve kan parası ödemek için kullanılacaktır. Varfella gibi durumu henüz netleşmeyen aşiretleri saflarına çekmek için harcanacaktır.
İlginç bir husustan daha bahsedeceğim. Bugün isyancılar safında çarpışan gerçek savaşçılar da vardır. Bunlar Afganistan’da, dünyanın çeşitli köşelerinde savaşmış mücahidlerdir. Öyle televizyonlarda gördüğünüz palyaçolardan değillerdir. Sayıları çok fazla olmasa da, cesur ve savaş nedir bilen insanlardır. Bir kısmının El-Kaide gibi örgütlerle de bağlantısı vardır.
İşte bu cihadçılar, kesinlikle Amerikan taraftarı olmayıp, yalnızca durumdan faydalanmaktadırlar.
Kuşkusuz, savaşmaktan başka alternatifi olmayan Amerikan ajanları da vardır isyancılar arasında. Aynı şekilde, isyanı koordine eden kimi Amerikan, İngiliz, Fransız, İtalyan özel güçleri de. İngiltere ve Amerika’da eğitilmiş ve şimdi saldırıları idare eden birtakım Libya asıllılar da mevcuttur. Fakat, dediğim gibi, cihadçılar da vardır.
Bugün, resmî olarak söylüyorum, Trablus’taki isyancı güçlerin askerî kumandanı, bir cihadçıdır. Onu tanıyan insanlarla görüştüm. Kendisi hakkında çok iyi konuşuyor, kesinlikle Amerikan ajanı olmadığını ve bildik anlamda bir El-Kaide tehdidi de arzetmediğini söylüyorlar. Zaten cihadçılar arasında farklı temâyüller sözkonusudur ve Usame bin Ladin çizgisi de biricik değildir. Yaşayan insanlar hakkında daha fazla teferruat vermek ve mevcut problemlerini daha da artırmak istemem.
Artık Trablus’ta bir düzen tesis edilmeye başlanmıştır ve Trablus’u işgal edenler, şimdi bu isyana katılanların kendi memleketlerine, köylerine, şehirlerine geri dönmelerini taleb etmektedirler. “Burası sâkin, size ihtiyaç kalmadı, evinize geri dönün” demektedirler.
Ancak ben, Trablus’a girme riskini almış, iktidara gelme –başkent Trablus’u almanın mânâsı budur- uğruna savaşmış, birçoğu hayatını kaybetmiş bu insanların, sırf kendilerine “gidin!” dendiği için iktidar savaşının merkezi Trablus’tan ayrılacaklarını ve iktidarı “açık” Amerikan ajanlarına terkedeceklerini sanmıyorum. Bir diğer deyişle, “yeni Afganistan”, sahnededir. Şimdi Kaddafî’nin niçin sürekli “El-Kaide, El-Kaide” dediğini daha iyi anlıyorum. (Gülüyor.)
Hiç kuşkusuz bu cihadçılar, silâh, destek, para ve askerî malzeme sağlamak ve tarihî düşmanları Albay Kaddafî’yle savaşmak için durumdan istifade etmişlerdir.
Herneyse... Libya’da çok uzun zaman sürecek, çok büyük bir savaşı dört gözle bekliyorum. Libyalıların, Albay Kaddafî ve taraftarları dahil, temiz, vatansever insanların içinde olacağı yeni bir Libya kurmak için direneceklerine inanıyorum. Zaten bu cihadçılar da temiz, yolsuzluğa bulaşmamış, dejenere olmamış, ajanlık yapmamış insanlardır ki, daha iyi bir Libya kurmak için savaşacaklarına eminim.
Bir başka husus... Millî Geçiş Konseyi’ne Libya’da NATO üsleri kurdurtma hamlesi mutlaka reddedilecektir. Kendi aralarındaki toplantıların başlıca gündem maddesi de budur: Böyle bir şeyi nasıl kuracaklar, bunu dillendirmeye nasıl cesaret edecekler...
Cevab, çok basit: Biliyorlar ki, Libya topraklarında açıkça böyle bir işe teşebbüs ettikleri ânda, Libya hükümet güçlerine karşı yürütülen savaşı idare eden cihadçılar derhal kendilerine karşı da saldırıya geçecektir. Yoksa, o kurmayı plânladıkları güya demokratik rejimi koruyup kollaması için Amerikan, Fransız ve İngiliz üslerinin bulunması, hainleri elbette çok memnun eder.
Hürriyeti ve bağımsızlığı kazanmanın ödenmesi gereken bir bedeli vardır. Libya da dünyadaki birkaç bağımsız ülkeden biriydi zaten. Ve henüz tamamen işgal edilmemiş olup, iç savaş devam etmekte, direniş sürmektedir.
Bazılarının “Kaddafî, Benî Velid’de!”, yâni Trablus’un güneyinde dediklerini duyuyorum. Onu aradıklarını, öldürmek istediklerini, kuşatmak istediklerini biliyorum. Ancak bildiğim bir başka şey daha var ki, onun belli bir yerde olduğunu söylemek, onun orada olmadığı anlamına gelir. (Gülüyor). Şayet gerçekten orada olsaydı, gidip hemen bombalar ve bölgeyi silip süpürürlerdi.
Toparlamak gerekirse, direniş devam edecektir. Libya halkının, gerçek düşmanlarına karşı –ki bunlar yabancı sömürgecilerdir!- akıllıca direnmeye devam edeceğine güvenelim. O düşmanlar ki, Filistin davasına hem para hem silâh yardımı yapagelen başlıca destekçi ve devrimci ülkeyi mahvetmeye ve meşrû hükümeti yıkmaya gelmişlerdir. Evet, Filistin direnişine bol para ve bol silâh sağlamıştır devrimci Libya. Bunun bir şâhidi de benim. Direnişte yer almış her kadro, bu yardımı görmüştür.
Bundan sonra ne olacağını bilmiyoruz. Fakat eminim, bunun için elimi ateşe bile sokarım, Libya halkı direnecektir. Şimdi isyancılar arasında olup da Kaddafî rejimiyle ideolojik farklılık ve geçmişten bugüne çatışma içerisinde olan, ama aynı zamanda iyi, dürüst ve vatansever olan insanlar, iyi Müslümanlar, hâlâ oradadır. Şu ân duvarın iki yakasında bulunan bu insanlar ileride birleşecek ve ortak düşmana karşı omuz omuza savaş verecektir. O düşman ki, Libya halkının da, Türkiye halkının da, Venezüella halkının da, insanlığın da düşmanıdır.
Allahü Ekber.
3 Eylül 2011
İngilizceden Tercüme:
Hayreddin Soykan