İktisad, klasik dönem diyebileceğimiz ve 18. Asrın ortasından ve 19. Asrın ortasına kadar uzanan zaman zarfında üretimin çoğaltılıp ucuzlatılması üzerine yoğunlaşmıştı. Bu dönemin ardından, bilhassa hükümetler nezdinde ülkelerin gelir gider dengelerinin temini ve istihdamın azami raddeye çıkarılması aslî ilgi alanı oldu. Bunun yolunun, üretim sahalarının genişletilip ürün çeşitliliğinin artırılmasında yattığı yönünde bir kanaat hâkimdi ki, bu da nihayetinde üretim meselesi ile ilgiliydi. Fransa’nın meşhur klasik iktisatçılardan Say’a göre, “üretilen her meta tüketilirdi” ve bu tüketim sadece fiyat ve zaman meselesine bağlıydı. Üretici veya aracı, eninde sonunda yeniden üretimi ya da ürünlerini yenilemeyi gerçekleştirmek zorunda olduğundan, mallarını elden çıkarmalıydı. Yani bu iktisadçıların nezdinde satış “garantiydi.” Büyük kriz ve stagflasyon devrinin en önemli iktisadçısı olan Keynes’le birlikte tüketim de denkleme girdi ve iktisadî hadiseler, devlet idarecileri nazarında üretim-istihdam-tüketim üçlüsü merkezinde görülmeye başlandı; tedbirler de bu minvalde ele alındı.

Hâlbuki 18. Asra kadar iktisad denince akla umumiyetle ticarî faaliyetler gelmekteydi. Zenginliğin kaynağının ülkelerin ticarî faaliyetleri olduğuna inanılırdı. Bu inanış ferdî plan için de geçerliydi. Sömürgecilik faaliyetlerindeki asıl maksad da, en başta ülke içi üretimi artırmak değildi; geçmişten beri üretici olarak bilinen zengin memleketlerin ürünlerini, aradaki yabancı tacirleri ve devletleri çıkararak kendi tacirleri eliyle ülke içinde ve Avrupa’da satmaktı. Arrighi’nin kapitalist döngüsündeki ilk üç ülke, Cenova, Hollanda ve İngiltere, hep ticaret yoluyla zenginleşmişlerdi. Elbette Venedik’in “ticaret herkülü” rolünü de asla unutmamak lazım gelir.

Ne oldu da 19. Asırla birlikte bu anlayışta keskin bir kırılma yaşandı ve bu yeni anlayış 150 yıl boyunca hükümran oldu?

Ticareti en basit haliyle üretim ile tüketim arasındaki ilişki şeklinde tanımlayabiliriz. Ticaret, üretim ve tüketimi bir noktada dengeleyen amildir; iktisadın berzah âlemidir. Sözlükte ise ticaret şöyle tarif edilmektedir: “Kâr amacıyla mal veya öteki şeylerin alım-satım faaliyeti. Genellikle tarım ve sanayi gibi üretime dönük faaliyetlerden farklı bir işkoludur. Ticaret, mevcut değerlerin (mal, kıymetli evrak, vs.) el değiştirmesi ilkesine dayanır. Ticaretten elde edilen kazançlar da, öteki faaliyetler gibi, gayrisafi milli hasılanın bir bölümüdür. Ticaret, malların (muhtelif kademelerdeki) üreticilerden (muhtelif kademelerdeki) tüketicilere ulaşmasına aracılık etme faaliyetidir. O bakımdan (daha geniş bir çerçeveden bakılacak olursa) yalnızca bir alım-satım işleminden ibaret olmayıp, malların taşınması, depolanması, finansmanı, vs. gibi hizmetleri de kapsar.”

Ticaretin son iki asra kadar iktisadın kendi gibi algılanmasında bir hata olmadığı, yukarıda zikrettiğimiz tariften de anlaşılabilir. Alım satım, fiyatların oluşumu ve belli bir dengede tutulması ve alım satıma konu mahsulleri üretecek işçi ve sermaye, insanların idrakinde ticaret nev’inden temayüz etmekteydi. Gerçekten de iktisadda bir kişi tarafından safi emek mahsulü ve kendisi için ürettiği ürünler dışında kalan her kademenin ticaretle şu veya bu şekilde temas ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ticaretin ilgi alanı o kadar geniştir ki, bir kişinin bahsettiğimiz tarzda bir üretim yapabilmesi, ancak bir adada mahsur kalmasıyla mümkündür. Yani her iktisadî faaliyet, bir tarafıyla ticarî bir faaliyettir. Basit bir işçi, emekçi bile, Marks’a göre, emeğini satar, geçim malzemelerine dönüştürür; yani emek ticareti yapar. Hayatın her sahasına bu kadar sirayet etmiş ve sirayet etmesi de kaçınılmaz olan ticarete İslâm fıkhının bigâne kalması düşünülemez. Dolayısıyla, ticarî faaliyetlere dair içtihad ve fetvaların fıkıhta ibadetler faslından sonra en kapsamlı ele alınan bölüm olmasında şaşılacak bir taraf yoktur. Birçok ticarî faaliyet türü, yasaklanan ticarî işlemler (faiz gibi) enikonu işlenmiş ve net çizgilerle çerçevelenmiştir. Bakmayın günümüz Batıcı-modernist kafalı kimi ilahiyatçıların fakihlere atıp tutmalarına, tutarsız içtihadda bulunduklarını iddia etmelerine: Onların derdi, sözcüsü oldukları kapitalist düzene İslâm ülkelerini gönüllü köle yapmanın yolunu bulmak…

Ticaretin ruhu, çok sesliliktedir, yani rekabette ve fiyatın serbest oluşumunda. Burada rakip tabiri yanlış anlaşılmasın: Rakib, sadece aynı mala fiyat veren diğer talibler değildirler. Rakib, kişinin kendi vicdanı, ahlâkî kaideler ve en önemlisi devlettir. Yani ticarî hayatta rekabetin temini ve fiyat oluşumunda tekelleşmenin engellenmesi devletin vazifeleri arasındadır. Ana hedef de kamu yararıdır. Tek düze, tek bir alıcı ve satıcının olduğu yerde gerçek mânâda ticaret değil, tekelleşme vardır. Gelişme değil, pörsüme, dinamiklik değil, statiklik vardır. Ticaretin gayesi birebir kelime anlamıyla iktisadî olanı, yani en uygun olanı elde etmektir hâlbuki. Sadece şu an için bir not olarak belirtelim ki, faiz konusunda gözden kaçan en önemli konulardan birisi, ticaret ile olan münasebetidir. Faiz, iddia edilenin aksine, girişimcilerin piyasaya katılımını kısıtlamakta, ticaret kesimini “komisyoncu” ve “distribütör” haline getirmektedir. Yaygın sermayenin/halkın elindeki tasarrufların en müşahhas, yani para kısmını sürekli topladığından faiz sisteminin tepesinde bulunanlar, ticareti de denetimleri altında tutmakta ve tüccarlar artık esnaflık yapan bir kesim pozisyonuna sokulmaktadır.

Ticaret, çok yönlü fonksiyonları haizdir. Bunlardan bazılarını şöyle kabaca sıralayabiliriz: Tüketici taleblerine göre üretimin şekillenmesini sağlar ve aynı zamanda tüketiciyi yeni mal ve hizmetlerle tanıştırır. Sürekli yenilenme ve her yerle temas, ticaretin her daim çığır açıcı bir keyfiyete sahib olmasını temin etmektedir. Ticaret, aynı zamanda, farklı tüketici katmanlarının çok geniş bir yelpazeye dağılan ihtiyaçlarını da gidermektedir. Çoğu zaman üreticiden aldıktan sonra metasını piyasaya sürdüğünden, üreticiyi korur ve tüketicinin o metaya her daim erişimini mümkün kılar. Elbette bu süreç murakebesiz/rakibsiz değildir; ticaret odaları ve devlet, her tür suiistimali önlemek adına her an hazır bulunmak durumundadır.

Gelecek yazımızda bahsimizi işlemeyi sürdürüp İslâm’ın temel kaynaklarında ticaretin yerine bakacağız.


Baran Dergisi 580. Sayı