10 yılı tecritte 20 yıldan fazladır cezaevinde olmamdan mütevellid olarak benim küçük bir bilgi parçasına dayanarak söylediklerimin doğru çıkmasından dolayı, üstelik çoğu okuma yazma bilmeyen cahil –hattâ bir kısmı çıldırmış- türlü suçluyla kuşatılmış olmama rağmen, beynimin bir kısmını hâlâ korumayı başarmış olduğumu görmekten dolayı mutluyum.

Gerçi sağlığım çok iyi değil, şeker hastasıyım. Ayrıca çok şiddetli malî problemler içerisindeyim ki bu da Venezüella’da yaşanan trajediden kaynaklanıyor.
Keşke şimdi Venezüella’da olabilseydim. Çünkü ülkemdeki insanlara yardım edebilirdim. Yazık ki edemiyorum. Yardım edebilirdim, zira böyle bir tecrübe altyapısına sahibim. Bunu da dünyanın farklı kıtalarına seyahat etmiş; oralarda savaşmış; devlet başkanlarıyla, bakanlarla, Arab veya müslüman partilerinin tarihî liderleriyle, milletvekillerle, generallerle –hattâ mareşallerle-, velhâsıl her çeşit insanla tanışmış ve görüşmüş olmama borçluyum.

Diğer yandan, çok genç yaşımda Ortadoğu’ya, bundan da önce daha 16 yaşında İngiltere’ye gitmiş olmam, belli bir tecrübe kazanmıştır yine bana.
Aynı şekilde, -en genç yaşımdan itibaren- daima gazete okudum, radyo ve televizyon izleyip haber edinmeye çalıştım ki, bunlar hep “kritik edici” bir gözle haberleri değerlendirme tarzını, yâni söylenenleri aynen doğruymuş gibi kabul etmemeyi öğretti bana.

Bir komünistin bana çok gizlice fısıldadığı şu gerçeği, yâni herkese yönelik Sovyet propagandasının saçmalıklarla dolu olduğunu, -18 yaşında üniversite okumaya gittiğim- Moskova’da bile biliyordum. Gerçi Stalin’in, Lenin’in ve diğerlerinin mirası olması dolayısıyla Sovyetler Birliği’ni savunmak durumundaydık, ancak neyin ne olduğunu ben zaten öğrenmiştim ve Moskova’da kaldığım 1968-1970 arası dönemde, o sıralar benim gibi orada bulunan diğer birçoğundan çok daha az “naif” bir gençtim ben.
İşte bu tecrübeler, Sovyet güçleriyle –yâni KGB ve çevresiyle-, onların ajanı olmadan yahut onlara bağımlı olmadan, Sovyetler Birliği ile o güya Sosyalist Kamp’ın mevcudiyetinin imkânlarını kullanmaya çalışmak bakımından en sağlıklı ilişkileri sürdürmeme yardım etmiştir. Bu çerçevede, siyonist düşmana karşı savaşımızda kullanmak üzere, onlarca ton savaş malzemesini, sadece Avrupa’ya değil, Afrika’ya ve Suudî Arabistan dahil bellibaşlı ülkelere nakletmeyi başarmışızdır biz.
Üstelik bu kapasite, sadece bende değil, şu ân yarısı hayatta, diğer yarısı hayatta olmayan “Milletlerarası Devrimciler” teşkilâtımızın merkezî, kurucu, tabiî ve tarihî liderlerinde de mevcuttu. Bunların yalnızca dördü hayatta kaldı ki, sadece bir tanesi ne polisçe ne düşmanın güvenlik servislerince biliniyor, öbür üçü ise biliniyor.
Gelmek istediğim nokta, “siyasî tahlil” yapmanın çok önemli olduğudur; çok önemli…

Meselâ, Gönüldaş Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aldığı tüm siyasî pozisyonlara katılmıyorum ben. Bu bakımdan, bazı yanlışlar yaptıklarını düşünüyorum.
Tamam, kendilerini “Gülenci” olarak maskeleyen Türkiye’nin düşmanlarına, İslâm’ın düşmanlarına karşı savaşıyorlar. Fakat Gülencilerin çoğu da kötü insanlar olmayıp, manipüle ediliyor, yönlendiriliyorlar aslında. Bu bir CIA veya Amerikan manipülasyonudur ki, siyonistlerin müttefikidir bunlar. Kemalistlerin “gerçek” değil de “neokemalist” denilebilecek türden en kötüleriyle kıyaslayabilirsiniz yine bunları. Zira gerçek kemalistler, saygımızı hakeden, vatansever, Türkiye’nin bağımsızlığını korumaya çalışan insanlardır benim nazarımda.

Yeri gelmişken, benim Gülenci dinî gruba muhalif pozisyonum da, benimle dayanışma içerisinde olan ve kendilerini gönüldaşım olarak gördüğüm Türkiye’deki avukatlarımın Gülenci gruba karşı olduğunu öğrenmemden sonra değil, ondan daha öncedir. Diğer bir ifâdeyle, Gülencilere karşı pozisyonum da yine kendi tecrübem ve yine kendi analizlerimin bir neticesidir.

Evet, “Gönüldaş Erdoğan” demiştim. Bunu derken şaka falan yapmıyorum. Zira müslüman bir ülkedir Türkiye ve nüfusunun çoğunluğunun, hattâ Kürtlerin çoğunluğunun Erdoğan için oy vermesi bunun bir delilidir.

Ne var ki bir takım siyasî hatalar da yapıyor Erdoğan. Silâhlı kuvvetlerdeki Gülenci subaylarla neokemalist subayların birlikte teşebbüs ettikleri fakat -Allaha şükür- mücizevî biçimde başarısızlığa uğratıldıkları darbeden çok daha güçlenerek çıkmıştır kendisi. O dönemde, meclisteki istisnâsız tüm siyasî güçler, faşist sağdan gerçek kemalistlere ve Kürt milliyetçilerine kadar herkes desteklemiştir Erdoğan’ı. Modern Türkiye tarihinde biricik bir hâdisedir bu.

Buna rağmen, maalesef kötü tavsiyeler yapılmaktadır bence kendisine ve hayatı da tehlikededir ayrıca. Aldığı belli bazı pozisyonlar bence hatalıdır. Milletvekillerini tutuklamanın şakası yoktur meselâ.

Silâhlı Kürt milliyetçileriyle süren savaşa gelince, kazananı olmayacak bir savaştır bu. Her gün yüzlercesini öldürebilirsiniz, ancak daha fazlası katılacaktır savaşa. Yâni işe yaramayacaktır bu yaklaşım.

Daha öncesinde de birçok kez söylediğim gibi, artık silâhlı mücadeleye devam etmemeleri şartıyla, bunu imza altına almak kaydıyla serbest bırakılmalıdır Abdullah Öcalan. Bugüne kadar serbest de bırakılmalıydı zaten. Bırakın meclise seçilsin ve Türkiye’yi parçalara bölmeyecek şekilde Kürt aşiretlerinin tarihî hakları, Kürt milletinin tarihî hakları için mücadele etsin. Unutmayalım ki, Türklerden çok daha önce, Türklerden yaklaşık 2000 yıl kadar önce o bölgeye gelmiş olsalar bile, maalesef birleşik bir Kürdistan devletine sahib olamayacaklardır Kürtler. Zira Suriye’yi, Irak’ı ve İran’ı da parçalamaları gerecektir ki, apaçık bir gerçek olarak bu mümkün değildir şu ân.
Bu duruma nazaran gelmek istediğim husus şudur:

Abdullah Öcalan’ın her şeyi bir ânda durdurabilecek sihirli bir sözü elbette olamaz, ama şimdi cezaevinde olan bu zeki ve nüfuzlu adam, şiddeti durdurmanın bir yolunu bulmaya bakacaktır mutlaka.

Kürtler o gün savaşmayı bırakacak da değillerdir üstelik. Kürtler savaşmaya devam etmelidirler. Fakat bu sefer Türklere, Suriyelilere, Iraklılara, İranlılara karşı değil, hem Arabların, hem İranlıların, hem Azerilerin, hem Türklerin ve hem de Kürtlerin düşmanı olanlara karşı sürdürmelidirler savaşlarını. Onların kim olduklarını biliyoruz biz: Hakiki ve tarihî düşmanlarımız olarak, emperyalistler ve siyonistlerdir bunlar. İşte bu düşmanlarımız olmasaydı, dünyanın o kısmında hiçbir problemimiz olmayacaktı bugün bizim.

Kürtlerin içinden geçtikleri tarihî çatışmalar olsun, saydığım ülkelerin parçalanamazlığı olsun, bunlar öyle kolayca çözümlenebilir şeyler değil. Karmaşık meselelerdir bunlar.

Tüm bunları da, 1970’de Ürdün’de –İsraillilere karşı savaşırken- hayatımı kurtaran peşmergelere borçlu olduğum için değil, Kürtlerin haklarının gerçekten tanınması gerektiğini ve Ortadoğu’da oynayacağı bir rol olan Türkiye’ye barışın getirilmesi gerektiğini düşündüğüm için söylüyorum.

Kürtlerin “İslâm Devleti”ne karşı savaşmaları da faydasızdır. Orada tam olarak neler olduğunu bilmiyorum ve “İslâm Devleti”ne sızmış neo-vahhabîlerin kadîm tarihî eserleri tahrib etmelerini de tasvib etmiyorum, ancak bu insanların emperyalistler ve siyonistler safında savaşmıyor oluşları benim için kâfidir.

Her ne olursa olsun, sabırlı olmalıyız. Belki zındanda olabilir, belki öldürülebiliriz, ancak korku bizim safımızda değildir. Çünkü Allah bizimledir.

Kumandan Mirzabeyoğlu’na çok selâm söyleyin benden; kendisine çok ama çok iyi bakmalıdır.

Allahü Ekber.
 
12 Kasım 2016

Baran Dergisi 540. Sayı