Salih Mirzabeyoğlu. Doğumu 9 Mayıs’ın 10 Mayıs’a bağlandığı saatler... Gün: Salı-Çarşamba... Saat: 00.22. Mekân: Erzincan... Asıl adı Salih İzzet Erdiş. Mirzabeyoğlu soyadını alışı 1975’de GÖLGE dergisinin çıkışı ile. İlk, orta ve lise öğrenimi Eskişehir’de... Baba adı Muammer Şerif... Mutkî Aşireti Reisi Hacı Musa Bey, onun oğlu İzzet Bey, onun oğlu Hacı Muammer Bey, onun oğlu Salih Mirzabeyoğlu... Büyük sahabî, «Seyf-ül İslâm-İslâmın kılıcı» lâkablı Halid bin Velid Hazretlerine kadar bir şecere... Mûsâ Bey, Abdülhamîd Han Hazretlerinin takdir ve güvenine mazhar olmuş bir zât. Kurtuluş Savaşı kahramanlarından. Hanife Süphandağı, Mirzabeyoğlu’nun babaannesinin annesi ve Hazret-i Ebu Bekir soyundan...

Toplayan, toplayıcı bir vasıf. Tecrid ve terkipte olağanüstü bir istidat. İslâm’a Muhatap Anlayış Davası’nın yaşatan ve yaşayan mimarı. Fikirde, sanatta, edebiyat ve diğer ilim şubelerinde her bir şeyi yerli yerine oturtma gayretinde olan hakikat avcısı, inkılâb savaşçısı. Bütün bunlar O’nu anlatmaya yeterli değil. Kaldı ki, O’nu anlamak ve anlatmaya gayret etmek işin ehline mahsus. Bizimkisi dış yüzden gördüklerimiz ve sözüm ona anladıklarımız...

Mirzabeyoğlu “Ben Kimim?” sorusuna “«ölüm nedir?» diye sormakla birdir...” diyerek başlar ve ekler: “«Ben»... Bütün hayat, bu soruya cevap vermek üzere yaşadığımız hadiseler dizisinden ibaret!..
«Ben kimim?» ve «ölüm nedir?» sorusunun bitişikliği üzerinde, nevî şahsıma mahsus bir nefs murakabesi... Hayat ve ölüm... Alındığı yere nisbetle, meçhul bir malûm veya malûm bir meçhul... Bütün dava, hayatın gayesi, malûmu meçhullükten kurtarmak ve meçhulü malûm kılmak!..” [i]

Ölüm kaçınılmaz bir hakikat. Bütün insanlığın oturup tefekkür ettiği, anlamaya çalıştığı malum meçhul. Sır idraki ve şiir idraki. Her ikisinde birbirine bitişik mânâ, zevken idrake mahsus.

Mirzabeyoğlu’nun diyalektik anlayışında bu sır idraki ve şiirin özel bir yeri vardır. Hayatı bir takım “dır” ve “tır”larla sınırlamak istemez. Hatta benzer bir kaydı eşya ve hadiselerin yorumlanmasına da düşer. “Ölüm nedir?” sorusu da bu manada bir SIR İDRAKİ mevzuudur Mirzabeyoğlu için. Nitekim “Tilki Günlüğü” adlı eserinde anlattığı üzere daha hayatının ilk yıllarında ölümle tanışmıştır. İşin aslını Mirzabeyoğlu’nun kendi eserinden takip edelim: 

Doğum yerim Erzincan... Öldüm diye bana ilk açılan mezar yeri de orada... Ben, son ânda mezardan dönen insanım!..

Birbuçuk-iki yaşımda imişim...Müthiş bir ishale yakalanıyorum...Başkalarının nazarında ölüyorum...

Tıbbın veya halkın o günkü anlayışına göre, bugüne göre tam ters bir usul uygulanıyor ve ishali kesmek için sıvı hiçbir şey verilmiyor... O yaşta da zaten gıdanın ehemmiyetli cinsi bu soydan... Neticede eriyip bitiyorum... Öldü veya son demlerini yaşıyor diye, benim mezar yerim hazırlanıyor... Gelenler arasında, Alâattin Paşalar sülâlesinden Nevzat amca da var... Bir ara bakıyor ki, ben bebeğin dudağında belli belirsiz bir kıpırtı... ‘Bu daha yaşıyor!’ diyor ve ekliyor:

– ‘Ekmek getirin, bari ölecekse tok ölsün!’


İhtimâl fırdalardan başlayan gıda alışım, kısa sürede gözümü açmamı sağlıyor ve tam yarım ekmek yiyorum… İshâlden değil de, açlıktan ölecekmişim!..

Yaşıyorum... Ruhumun şifasını, mânâda yedikçe acıkan bir açlık yolunda arayarak... ‘İşan’ buyurdukları ‘Onların’ ölmeden önce ölme sırrına can koymuş ve gerçek hayatın bu soydan ölüm olduğuna inanmış olarak!..” [ii]

Ölmeden Ölünüz Sırrı
Bilmek imanın aynı değil. Kader üzerine ne desek mevzu gelip imana dayanıyor. İlahi sır bütün varlık âlemini çepeçevre sarmış durumda. Her şey birbiri ile ilgili ve her şeyde ilahi bir akış var. Kimse bunun önüne geçici değil. Ölümde bunlardan biri. İnsan ölmemek ister; fakat bu dünyada ölüme bağlı. Kaçışı söz konusu değil. Bunu bilen insanoğlu yine de bu arzusunu geliştirmek ve yaşatmak ister. Mutlak hakikatin peşinde yollar arar; iş ve marifet sahibi olmak ister. Ve iş gelip ölmeden ölmeye dayanır. Bu noktada bazen kapılar ilahi vuslat için ardı sıra açılır, bazen de “ölmeden ölünüz” sırrını yaşatmak için. O diyor: “«İnsan hep ilk aşkına döner!» … Deşelim: Her insanın ölümsüzlükle ilgili bir yanı vardır… Ve her insan, şuurlu veya şuursuz, o yanı üzerinde iz sürer… Ölümsüzlük arzusu, bütün ihtiyaçların menşeinde bulunur ve insanın rahatsızlığı bu arzunun eseridir; varolmak arzusu, varolmak şevki, varolmak aşkı… Bu aşkın gayesi ise, şuurun tamlığa, bütünlüğe, eksiksizliğe ve kesiksizliğe ermektir… «İnsanın realitesi bir ıstıraptır!» … Bunu yaşıyorum… «Çünkü o, varamadığı bir tamlıkla taciz edilmektedir!»… Bunun şuurundayım!..

Istırapsızlık!.. Çağımızın en büyük hastalığı. Acı çekmiyoruz, çekiyormuş gibi yapıyoruz. Derdimiz yok dertliymiş gibi görünüyoruz. Yüzeyde yaşıyoruz ama kendimizi derin sanıyoruz. Sevdiğimizi iddia ediyoruz ama sevdiğimize bir yabancı gibi davranıyoruz. Modern dünya ruhumuzu incitti, bedenimizi incitti, hayallerimizi çaldı, fikirlerimizi heba etti. İşte Mirzabeyoğlu’nun yaptığı tam da bu noktada devreye girmekte; kaybedilen asırlık duyguları, yitirilen hikmeti, yağmalanan devleti, yok edilen milleti yepyeni bir ruh ve terkiple meydan yerine dikiyor. Gençliğe hayal aşılıyor, entelektüel çevrelere fikir üflüyor, topyekûn cemiyeti aksiyona davet ediyor. O açıkça “İnsanımızın iptal edilmiş hislerini iade etmek üzere… İnsanımızın mefluç ruhuna ve maddesine hayat nefhasını üflemek üzere… Tepetaklak devlet ehramını yerli yerine oturtmak üzere… İnsanımızın muhtaç olduğu ahlâkı bir şahmerdan baskısıyla dışardan içeriye doğru mühürlemek üzere…”  geldiğini söylüyor.

Ve bir başka yerde şöyle diyor: “… ölüm kaygısı bile yok. Aslında ölüm bütün dehşetiyle yaşandıktan sonra en büyük katlanış. Yoksa ‘his iptali’ dediğimiz hâl içinde olan bir adamın, ıstıraba dayanıklı olmasından bahsedilemeyeceği gibi bir durum… Istırap duymuyor ki ıstıraba dayanmasından bahsedilsin. Acı duymanın bile imtiyaz belirttiği, ilahi rahmetten bir işaret teşkil ettiği intibak melekesinden mahrumluk…

Hayret derecesinde bir muvazene var ve biz bu işin sırrına vakıf değiliz lâkin -Allahualem- yaşatılıyoruz. Tevafuklar bu işin nasılını bir müddet sonra seyirlik bir perdede önümüze seriyor. Misal, içinde bulunduğumuz Mayıs ayı. Bu ayda ilginç tevafuklar var: Üstad’ın doğum ve vefat tarihleri bu ayda. Neslihan Hanım’ın vefatı ve Salih Mirzabeyoğlu’nun doğum ayı da Mayıs. Yine Mirzabeyoğlu’nun bir beyin kanaması neticesinde yoğun bakıma kaldırılması da bu ay. Son olarak bu ayın “İstanbul’un Fethi” gibi fethe bakan yönü de var. İlahi sır. Olduktan sonra farkına varılan şeyler bunlar.

“Ölmeden ölünüz” sırrına bitişik “ölmeden öldürülmek”… Mirzabeyoğlu’nun tüm yaşamına rahatlıkla yayabileceğimiz bir hâl. Derinliğine oluş, genişliğine beliriş şeklinde bir kemalât yolcuğu. Allah ve Resulü davasının pazarlıksız bağlısı ve samimi aşığı. Üstad “Çile”yi yazdı ve yaşadı. Allah’ın çektirmediği çilenin nimetini vermeyeceği hikmetinden hareketle, “Bir ayniyetin iki kanadı hükmünde” Mirzabeyoğlu aynı çilenin büyük muztaribi olarak yaşamakta.

Hazret-i Mevlana der ki; “Ne mutlu o kimseye ki, nefsânî arzulardan kurtulmak sûretiyle ölümden evvel ölmüş; onun rûhu, hakikat bağının kokusunu almıştır.” Bütün hayatı milletin önünde olan Mirzabeyoğlu’nu bu mânâda derin bir iklimde görmekte ve aşk haline şahitlik etmeyiz. Ölmeden evvel ölmenin hakikatini, varlık ve benlik iddiasından nasıl vazgeçilmesi gerektiğini tüm zerafet ve nezaketi ile de ayrıca seyirdeyiz. İlginç tevafuk, son “ölüm ilânı” hadisesi ile birlikte kalplerin yumuşaması ve “ölmeden öldürülmek” istenenin sevgisinin bu vesile ile yerleştirilmesi, insanların muhabbetinin aşikâr olması, nefret kutbunun bile elinin ayağının bağlanması. Harikulade bir SIR.

Yaşanmaya Değer Hayat İçin
Ölüm Odası, cezaevinden hastaneye varan süreç… İşkencelerden geçen bir beden… Onlarca yıl tek kişilik hücrede Telegram saldırılarına karşı “İNSAN” kalma ve VAR OLMA” mücadelesi veren bir adam. Kartal, Metris, Bolu vesair. Şimdi de beyin kanaması vesilesi ile Siyami Ersek Devlet Hastahanesi... Hayat SIR’larla kuşatılmıştır.

Siyamı/Siyamî: Oruç tutan, oruçlu, kötülükten kaçınan. ŞEHR-İ SIYAM: Oruç ayı, Ramazan.

Siyam İkizleri: Yapışık ikizler. Siyam ikizleri, ana rahminde birbirine yapışmış olan tek yumurta ikizleri. Tedaileri; bir gövdeye bağlı iki ayrı beyin ve kafa. İsim Tayland'da varolmuş bir ülke sebebi ile.
Mütefekkir’in lügat ilgisi ve bu ilgisini kâinat muhasebesi çapında örgüleştirdiği “Tilki Günlüğü” ve “Ölüm Odası B Yedi” eserlerinde gösterdiği herkesin malumu.

Dil ve kelimeler... Yaratılış. “Allah Âdeme bütün isimleri öğretti.” Eşya ve hadiseler. Hakikat; eşyanın aslı, esası, mahiyeti. Bir şeyin hakikati ve mahiyeti, bir şeyi o şey yapan husustur. Eşyanın hakikatine bakmak, mahiyetini tetkik etmek, sebeb-i hilkatini düşünmek, neye yaradığını araştırmak, nasıl istifade edileceğini öğrenmek ise, Maruf-i Kerhi Hazretlerine göre tasavvuf. Hâl böyle olunca karşımızda benzersiz bir tasavvufi eser ve mutasavvıf var. Mirzabeyoğlu bu eserlerinde kâinat, insan, eşya ve hadiselerin köklerine kadar iniyor, en ince tahlillerle Allah’ı birliyor. O, her baktığı her dokunduğu şeyde Şeriat’ın manasını tüttürüyor. “Kâinat topyekûn insanda düğümlü, insan ise Allah’ta.” hikmetinin kapısında insanlığa lügat çarşafı üzerine serdiği bir şaheserle sesleniyor. Bu durum hem fikirde hem de gerçekleştirmek istediği dünya çapında inkılâp sebebi ile Allah ve Resul düşmanlarının bir numaralı hedefi haline onu getiriyor. Mirzabeyoğlu'nun hayatı bu mânâda sayısız suikast, ölümcül işkence ve tuzaklarla doludur.

1975’te Gölge Dergisi’nin çıkışı onu yavaş yavaş düşman gözlerin merkezine doğru çekti. Ardından Akıncı güç şahlanışı ve İKP eylemleri, boykotlar şu ve bu... 12 Eylül 1980 darbesi ile hakkında tutuklanma kararı çıkarıldı. Üstad’ın vefatından bir yıl sonra, 1984 yılından itibaren yazı hayatına ve Büyük Doğu hareketine ağırlık veren Mirzabeyoğlu, aynı yılın Ağustos ayında İBDA Yayınlarını kurdu. 1986 – 1990 arası dönem, Salih Mirzabeyoğlu’nun iç ve dış mihraklar nezdinde dikkat çekmeye başladığı bir dönemdir. Bu dönemde çıkan dergiler ve yapılan faaliyetler neticesi İBDA fikriyatı çevresinde fikirde, sanatta, edeb ve ahlakta öncü olmaya namzet bir gençlik zümresi oluşur. 1986 yılı başında bu gençler, “Türban” hadiselerinde, 1991’den itibaren ise başta Körfez Savaşı‘nı ve ABD‘yi protesto gösterileri olmak üzere çeşitli eylemlerde aktif rol alır. Yurt sathında etkili olan bu gösterilerden Salih Mirzabeyoğlu sorumlu tutulur ve gözaltına alınarak tutuklanır. 3.5 ay hapis hayatından sonra dışarı çıkan Mirzabeyoğlu, fikri mücadelesine kesintisiz devam eder. Nitekim o, 28 Şubat darbe sürecinde “DİK DURUN KARŞINIZDA LEŞLER VAR” diyerek destanlık mücadele tarihine bir kayıt daha düşer.

İşgal güçlerinin yerli uşağı darbeciler, bu direnişin bedelini Mirzabeyoğlu’na çocuğunu okula götürürken gözaltına alıp, günlerce işkence yaptıktan sonra idamla neticelenen bir yargılama ile ödetmeye kalktılar. Ancak idam cezası kaldırıldığı için cezası ömür boyu hapse çevrilen Mirzabeyoğlu, 23 Temmuz 2014 tarihinde İstanbul 14’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararıyla Bolu F Tipi Cezaevi’nden tahliye edilir.

Cezaevi hayatı… Üstad’ın “Cinnet Mustatili” eseri ve ilk adı ile “Yılanlı Kuyudan”. Yılanlı kuyu Mirzabeyoğlu’nun dili ile şu: “toprağa bağlanmakla ideali arama arasındaki bir berzahta kıvrandığımız bu dünya hayatının ta kendisi. Lûgatta bile, “yılan” ve canlılık, hayat” mânâlarının aynı kelime kökünde birleşmelerindeki derin sır bu olsa gerek!..
 
Devam edecek...
 
[i]Tilki Günlüğü –Ufuk İle Hafiye-, Salih Mirzabeyoğlu, c: 1, s: 18-19, İbda Yay
[ii]A.g.e, c: 1, s: 485-486,


Baran Dergisi 592. Sayı