Gösterişli binalarla dikildiler önümüze. Toprağımızı istediler verdik, daha fazla mutluluk adına. Sonra şehrimizi, oyun alanlarımızı, parkımızı. Taş binalarla sardılar etrafımızı, asfaltladılar her yanı. Çiçekler kayboldu önce ve yağmurun rengi değişti ardından. Islanmanın ötesinde içtiğimiz suydu, küçük bardaklara doldurduğumuz yağmur. Havayı kirlettiler, yağmur da kirlendi böylece. Doymak bilmiyorlardı, ırmaklara saldırdılar ve ormanlara. Hem kendilerinin hem diğer canlıların yaşam alanını daralttılar. Kokusunu duymaz olduk toprağın ve sesini işitmedik kuş cıvıltılarının. Çok uzaklarda kaldı her şey. Şimdi şehrin gürültüsü, egzoz dumanı, beton yığınları ve birde bitmeyen işler var. Büro denilen bir dünya ve duvarında tablolar halinde doğa resimleri. Neler kaybedildi, farkında mıyız? Çağın en büyük hastalığıdır ıstırapsızlık ve acı çekme hissini kaybetmek.  Şimdilerde kopan bir çığlık var, henüz acısını tam olarak hissedemesek de kulağımızı tırmalıyor, gözümüze batıyor: Toprağı tahrip etme, ırmakları kirletme, yeşil alanları daraltma! Bu şehir, bu deniz, bu mavi gökyüzü ve henüz tükenmemiş bu orman bir rüya gibi ama bir zaman sonra gri beton yığınlarına ve camdan kulelere teslim olacak. Kaybolan sadece “doğa” değil, çocuklarımızı, çocukluklarımızı da kaybediyoruz. Sadece çocuklarımızı mı? Onlarla beraber geleceğimizi de. Onların hayatlarından bir şeyler çalınıyor ve biz suç ortağıyız. Zamana dair cinayetler işleniyor, toprağa dair cinayetler işleniyor, insana dair cinayetler işleniyor ve biz suç ortağıyız. Çocuklarımız merhametsiz ve agresif yetişiyor. Artık aşırı kilo ve kolesterol gibi sağlık problemleri, duygusal tatminsizlikler, hırçınlıklar, aşırı hareketlilik, dikkat eksikliği ile ilgili problemler, zayıflayan sosyal beceriler ve hatta küçük yaşta ortaya çıkan depresyonlarla boğuşan çocuklarımız var. Bunların suç ortağı biziz. Biz müsaade ettik, teknolojiyi dünyayı yağmalamak için kullanan Batı’ya, insanları birer makine gibi değerlendiren mekanik insan tabanlı ideolojilere ve tatmin olmayan çok uluslu şirketlere...

Bunlar yaşam tarzımızı değiştirdiler ve toprakla bağımız koptu. Bizim kopunca, tabii olarak çocuklarımızın da koptu. Kendimizi dört duvar arasına hapsedince onları da dört duvar arasına hapsettik. Geniş bahçeli evler yok artık, sokaklar o kadar güvenli değil, insanlar büyük kameralarla gözetlenmekle kalmıyor, her anımız kaydediliyor. Çocuklarımız tabiatı televizyondan seyrediyor, hayvanları yine aynı şekilde ekrandan görüyor. Anneler “çocuğum üşütür hasta olur” diye ne sokağa ne de doğaya çıkarmıyor. Balık tutmayı unuttuk, ağaçların arasında koşmayı, hayvanlarla oynamayı, ırmak, dere ve kuş seslerini dinlemeyi, dağlara tırmanmayı. Saatlerce bilgisayara, cep telefonuna yahut televizyona çocuğumuzun gömülmesine ve bunların dış dünya ile irtibatımızı koparmasına razı oluyoruz. O size gülümsüyor, 10 yaşında 20’lik kız gibi giyinerek ve yaşına uygun olmayan hastalıklarla boğuşarak. Hijyen adına çocukları hastalıklara mahkûm ettik. Oysa doğa ilaçtı, şifa kaynağı idi.

“Children & Nature Network” adlı kuruluşun kurucusu gazeteci-yazar Richard Louvda “Doğadaki Son Çocuk”adlı eserinde tam da bu noktaya değiniyor. Çocukların doğada geçireceği zamandan ve edineceği tecrübeden mahrum kalmasının getirdiği fiziksel, zihinsel, ruhsal ve kültürel sorunları anlatıyor. Kitaptaki şu ifadeler oldukça dikkat çekicidir: “Çocuklarımızla doğa arasındaki zedelenmiş bağı onarmaya ihtiyacımız var; yalnızca estetik ya da vicdani duygularımız nedeniyle değil, aynı zamanda zihinsel, fiziksel ve manevi sağlığımız da buna bağlı olduğu için.” “Gençlerin doğaya bakışları ve kendi çocuklarını yetiştirme biçimleri, şehirlerimizin ve evlerimizin tasarımını ve koşullarını, yani günlük yaşamlarımızı da şekillendirecek.”

Kutulanmış Çocuk(luk)
Programlanmış çocuklar ve bundan memnun olan anne ve babalar. Paket program halinde evcilleştirilmek istenen bir hayvan muamelesi gören çocuklar. Çoğu anne baba kreşin bir çeşit hapishane olduğunu ve oyalansın (pardon eğlensin) diye birkaç parça oyuncak, eşya ve ‘lego’nun aslında onun hayatından çok şeyi çaldığını -mesela anne sevgisini- fark etmiyor.Richard Louv, eserinde böylesi bir yapıya şiddetle karşı çıkıyor ve bir araştırmacının ifadesine dayanarak bu çocuklar için “kutulanmış çocuklar” tabirini kullanıyor. Mevzuyu Richard Louv’dan takip edelim: “…Amerikalı bir araştırmacı, bir çocuk kuşağının yalnızca iç mekânlarda yetiştirilmenin de ötesinde, küçük yerlere kapatıldığını öne sürüyor. Maryland Üniversitesi’nde hareket bilim profesörü Jane Clark’ın deyimiyle bu ‘kutulanmış çocuklar’ giderek daha fazla araba oturaklarında, mama sandalyelerinde ve hatta TV izlemek için yapılmış bebek oturaklarında zaman geçiriyor. Dışarı çıktıklarında genellikle, yine bir çeşit kutu olan pusetlere konuyor ve yürüyen ya da koşu yapan anne babalar tarafından itilerek hareket ettiriliyor. Çocuk kutulama işlemi büyük ölçüde güvenlik amacıyla yapılıyor olsa da çocukların uzun vadedeki sağlıkları riske atılıyor.” Ve cep telefonu, facebook, twitter, sosyal medya alanları, oyun konsolları ve sairler. Robotlaşmış gibiyiz.

Günümüz insanı “Kariyer Hastası”, “Makam Hastası”, “Tüketim Hastası”, “Modernizm Hastası” olmuştur. Tıpta henüz karşılığı olmayan bu hastalıklar cemiyetleri, aileleri, fertleri bir kanser hücresi gibi yiyip bitirmektedir. Eşler birbirinden uzaklaşmakta, boşanmalar ve aldatmalar artmakta, insanlar gittikçe yalnızlaşmaktadır. Dünün geniş ailelerinin yerini şimdilerde tek ya da iki çocuklu aileler almakta, nüfuz hızla azalmakta ve bu çocuklar en güzel yıllarını tabiatla ve anne sevgisiyle değil, hapishane hükmünde kreşlerde bir bakıcının merhametine bırakılmış şekilde geçirmektedir. Çocuk, annesinden daha çok kreşteki bakıcısını sevmekte ve ona güvenmektedir.

Çocuk, akşam eve döndüğünde, soğuk beton evin içinde kapısı farklı dünyalara açılan bilgisayarın yahut televizyonun başına oturmaktadır. Bu sadece çocukta böyle değil hali hazırda anne ve babalarda da rastlanan bir durumdur. Çocuklar, böyle pasifize ve âtıl bir yaşamın ardından dışarıdaki dünyanın acımasız ve adi rekabet ortamıyla karşılaştığında fiziki, ırki, akli hatta cinsel saldırıya maruz kalabilmektedir. Diğer taraftan dikkat eksikliği, iletişim bozukluğu, öğrenme güçlüğü, sosyal hayata uyumsuzluk gibi problemlerle karşılaşabilmekte, sonu intihara varan, yalnızlık ve çaresizlik duygusunun hâkim olduğu uyuşturucunun bağımlısı olabilmekte ve çeşitli suç örgütlerine karışarak hayatını noktalayabilmektedir. Oysa doğa, Louv’un deyişiyle, hangi biçimde görünürse görünsün, bir çocuğa anne ve babasının dünyasından farklı, daha yaşlı ve daha büyük bir dünya sunar. Televizyondan farklı olarak zamanı çalmak şöyle dursun, onu genişletir. Yıkıcı bir aile ortamında yaşayan bir çocuk için doğa şifa kaynağıdır.

Eser boyunca bu mevzunun geniş bir izahını yapan Richard Louv şu teklifte bulunuyor: “Bu yoksunluğu gidermeye, yani çocuklarımızla doğa arasındaki zedelenmiş bağı onarmaya ihtiyacımız var; yalnızca estetik ya da vicdani duygularımız nedeniyle değil, aynı zamanda zihinsel, fiziksel ve manevi sağlığımız da buna bağlı olduğu için. Burada aynı zamanda yer kürenin sağlığı da söz konusu. Gençlerin doğaya bakışları ve kendi çocuklarını yetiştirme biçimleri, şehirlerimizin ve evlerimizin tasarımını ve koşullarını, yani günlük yaşamlarımızı da şekillendirecek.” Evet, ama nasıl? Aslında cevabı apaçık: Doğaya dönmek lazım… Sadece çocuklarımızla değil, anne ve babalar olarak şehrimizle, okullarımızla, evlerimizle beslediğimiz diğer canlılarla. 
Toprağa ayağımız değmeli, çocuklar çiçekler içinde koşmalı, düşmeli kalkmalı, ağaçlara tırmanmalı, hayvanları okşamalı... Şehirlerde beton binalar azaltılmalı ve sanayi bölgeleri yaşam alanlarından çok uzak olmalı. Bütün bunların çocuklar üzerindeki faydasını eserden takip edelim: “Çocuklar duyularının hepsini kullanabildikleri ortamda daha kolay, kalıcı ve hızlı öğrenebilmektedirler.”, “Doğa bir çocuğu korkutabilir de, ama bu korku da bir amaca hizmet eder. Çocuk doğada özgürlük, hayal gücü için alan genişliği ve mahremiyet bulur: Yetişkinlerin dünyasından uzak bir yer ve farklı bir huzur.”, “Doğanın sessiz bilgeliği, şehir görüntüleri gibi her yerdeki ilan tabelaları ve reklamlarla sizi aldatmaya çalışmaz. Sizi herhangi bir örneğe uymak zorundaymışsınız gibi hissettirmez. Sadece oradadır ve herkesi kabul eder.”, “Doğa; yüce, hırçın ve güzel doğa, sokağın, güvenlikli sitelerin ya da bilgisayar oyunlarının sağlayamayacağı bir şey sunar. Doğa çocuklara kendilerinden çok daha büyük bir şey; sonsuzluğu ve sonrasızlığı kolayca tasavvur edebilecekleri bir çevre verir.”, “Doğanın çocukların ve sonrasında yetişkinlerin manevi yaşamları üzerindeki etkisi tam olarak ölçülemez. Albert Einstein’in odasında yazdığı gibi: ‘Saygın olan her şey sayılamaz, sayılabilen her şey de saygın değildir.’”

Netice
Daha çok Amerikan toplumuna hitap eden eseriyle Louv, Amerikan şehirlerinin gri yapısının, sera etkisi yapan şehirlerinin içinde ve dışında birçok şey hayal eder. Nihayetinde o, doğada zaman geçirmenin çocukların sağlığını geliştirebileceği, yaratıcılıklarını teşvik edebileceği, düşünme yetilerini keskinleştirebileceği ve çevreye karşı duyarlı olmalarına yardım edebileceği inancıyla hareket ettiği için bu hayali birçok açıdan mazur görülebilir. Ancak Louv, bunun daha ötesine geçerek çocukları doğayla buluşturmak için şehirlerde ekolojik yerleşimler, çevre koruma çalışmaları, doğal habitatlar ve bilhassa kamu sahalarının tabii parklar şeklinde genişletilmesi üzerine plan ve program tekliflerinde bulunur. Ayrıca “yeşil çatılar” olarak adlandırılan, çeşitli bitkilerle kaplanan çatılar sayesinde morötesi ışınlardan koruyan, havayı temizleyen, yağış sonrası su kaçışını engelleyen, kuşlara ve kelebeklere yardımcı olmanın yanında evleri yazın serinletip kışın yalıtan sistemlerden bahseden Louv, aslında Batı yaşam tarzının çokta fazla dışına çıkmıyor. Teklifleri şehrin yapısını ve insanların yaşam tarzını bozmayacak bir yapı arz ediyor. Kitabın sonuna doğru çocuklarla doğada yapılabileceklere ilişkin verdiği “arazi rehberi” bölümündeki 100’e yakın etkinlik de yine bu minvalde. Şehrin mevcut yapısını bozmadan ek/yama etkinlik. Oysa şehrin mimarisinden tut pasajına kadar her şeyi yeniden inşa edici bir teklif getirmeliydi. Fakat bütün bunlara rağmen Louv’un uyarıları çok ciddi ve getirdiği teklifler oldukça önemli. 

Yazımızı eserin genel temasını veren şu ifade ile noktalayalım: “Tutku toprağın kendisinden çocukların çamurlu elleriyle çıkar; çimen lekeli giysi kollarından geçip yüreğe varır. Çevreciliği ve çevreyi korumak istiyorsak, soyu tehlike altında olan bir gösterge türü de korumalıyız: DOĞADAKİ ÇOCUK.”

Kaynak Eser: Louv, Richard. Doğadaki Son Çocuk. Ankara: Tübitak Yayınları, 2010.

Baran Dergisi 603. Sayı