20 Ekim 2011 tarihinde Baran Dergisi'nin 249. sayısında Ahmet Ağırakça ile bir mülakat gerçekleştirmiştik. Önemine binaen sizlerle paylaşıyoruz.

Ahmet Ağırakça Kimdir?

1950 Mardin doğumlu olup, Mardin Cumhuriyet İlkokulu, Mardin İmam-Hatip Okulu, Mardin Lisesi,  İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü (Bugünkü M.Ü.İlahiyat Fakültesi/1973) ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun 1975 yılında oldu. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalında asistan oldu (1978). Bugünkü Yüksek Lisans yerinde olan iki sömestrelik olarak uygulanan doktora hazırlık döneminden (1978-79 öğretim yılı) sonra 1979-1983 yılları    arasında İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Ortaçağ Tarihi  Kürsüsünde 'Müneccimbaşı Ahmed İbn Lutfullah'ın Câmi'u'd-Düvel" Adlı Eserinin Tenkidli Metin Neşri ve Tercümesi" adlı doktora tezi ile Ph.Dr. unvanını aldı. 

1987'de  Yard. Doçent,  Ekim 1988'de Doçent, Haziran 1996'da Profesör unvanını aldı. 1987'de  Yard. Doçent,  Ekim 1988'de Doçent, Haziran 1996'da Profesör unvanını aldı. Mayıs 1999'da  uzun yıllar görev yaptığı İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden emekli oldu.  Bunu ardından Hollanda/Rotterdam İslam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı, aynı şehirde Avrupa İslam Üniversitesi Kurucu Başkanlığı ve Rektör vekilliği, Avrupa İslam Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi Dekanlığı ve Rektör Yardımcılığı görevlerinde bulundu.

Son olarak On Yıl Sonra tekrar kendi Üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Ortaçağ tarihi Anabilim Dalındaki görevine geri döndü. Halen bu görevi sürdürmektedir. Arapça (çok iyi)  Farsça ve  İngilizce (orta düzeyde ) bilir.

Yayınlanmış 13 telif ve 11 (cild) tercüme eseri vardır.  Bir kaç sempozyumu organize etti ve bu sempozyumların tebliğlerini yayına hazırladı. Bir çok Sivil Toplum Kuruluşunun ( Vakıf ve Derneğin) kurulmasında rol oynadı ve yönetim kurullarında yer aldı. Halen, Akademi Lisan ve İlmi Araştırmalar Derneği Genel Başkanı ve İHH Yüksek İstişare Kurulu üyesi ve 20 yıldan beri süren Filistin Dayanışma Platformunun tabii üyesidir. Uluslar Arası Müslüman Alimler Birliği üyesi ve bu Birliğin İstanbul temsilcisi, Uluslar arası Kudüs Müessesesi Mütevelli heyeti üyesi, Kudüs ve Filistin İçin Dayanışma Birliği'nin kurucusu ve Yönetim kurulu 1.Başkan Yardımcısıdır. Evli olup dört çocuğu ve dört torunu vardır.

Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’ndeki Başyücelik Devleti bahsini müstakil bir eserde işleyen Salih Mirzabeyoğlu’nun “Başyücelik Devleti” kitabını size takdim ediyorum.

Allah razı olsun. Teşekkür ediyorum.

Necip Fazıl’ın Başyücelik Devleti kısmını biz defalarca okuduk ve okuttuk. Tâ Mardin İmam Hatip’ten başlamıştık. İdeolocya Örgüsü’nü bize tanıtan Of’lu bir hoca… İsmi de Ömer Dursun Ayvaz. Bu hoca İmam Hatip’lerdeki faaliyetlerinden dolayı Mardin’e sürgün gönderildi. Hoca oraya geldiğinde hepimizin gözlerini açtı ve öyle gitti. Bize İslâm’ı ve Müslüman yazarları tanıttı ve her birimize tek tek, masraflarını kendi cebinden karşılayarak İdeolocya Örgüsü’nü hediye etti. O zaman öğretmenlerin maaşı neydi ki? Fakat hoca bekâr olduğu için şahsî masraflarından artanla kitap alır hediye ederdi öğrencilere.

1967’de İdeolocya Örgüsünün yeni bir baskısı çıkmıştı. Bu kitap, 1968–1969 öğretim yılında hemen hemen bütün Mardin İmam Hatip’e yayıldı. Sağ olsun, o hocanın sayesinde Üstad’a karşı herkeste bir muhabbet oluştu. Bu hoca şimdi Samsun’da yaşıyor ve şu ana kadar da hiç evlenmedi.

Salih Mirzabeyoğlu’nun 1975 yılında çıkardığı Gölge Dergisi’ni ilk ne zaman tanıdınız?

İlk olarak Yalçın Turgut vesilesiyle tanıdım.

Sizin o zamanki statünüz ne idi? Öğrenci miydiniz?

Hayır, Bakırköy Lisesi’nde öğretmendim.

Peki, o zaman öğrencilerinize okuması için ne tavsiye ediyordunuz?

İdeolocya Örgüsü, Yoldaki İşaretler ve Çöle İnen Nur kitaplarını tavsiye ediyorduk ve okutuyorduk. İdeolocya Örgüsü’nün o gün için gerçekten büyük bir önemi haizdi. Gerçi öğrencilerin Üstad Necip Fazıl’ın üslubunu anlamaları zor oluyordu. Yani birisinin şerh etmesi lâzımdı. Biz de genellikle öğrencilere şerh ederek yardımcı oluyorduk. Tabiî bir lise öğrencisinin o seviyedeki bir yazıyı anlaması oldukça zor. Hele o dönemde liselerde okuma oranı epey düşüktü. İmam Hatiplerde iyiydi de liselerde düşüktü. Biz de açıklayarak okutuyorduk, güzel de oluyordu.

Gölge Dergisi ile münasebetlerinizden bahsedebilir misiniz?

Gölge Dergisi Cağaloğlu’nda çıkmaya başladığı zaman ben, Ali Bulaç ve Beşir Eryarsoy sürekli oraya giderdik. Yalçın Turgut Balaban hem karikatür çizer, hem de yazı yazardı. Yalçınla aramızda çok yakın bir dostluk oluştu ve hâlen de sürüyor. Zaman zaman yine görüşüyoruz. Çok sevdiğimiz bir kardeşimiz. Allah razı olsun. Gölge Dergisi kendi döneminde çok büyük bir fonksiyon icra etti ve o günlerde İslâm’ı tavizsiz ve en net bir şekilde anlatan bir dergiydi. En net şekliyle. Bundan dolayı Gölge’yi seviyorduk ve Gölge’ye gidiyorduk. Ben de Gölge’nin hemen hemen bütün sayıları vardı. Ama birileri yaktılar dergilerimi… Mesela Büyük Doğu’nun bende serisi vardı. Eski dergilerden Sebülü’l-Reşad ve Hak Ses vardı. Meşhur Okur Mecmuaları ve Hilâl Dergi’si vardı. Güzel bir koleksiyonum vardı. Bir evden başka bir eve taşındım ve önceki evi öğrencilere verdim. Başka eve kiraya geçtim. Ondan sonra çocuklara dedim ki: “Bu dergiler sizde kalsın. Ben ileride dergi çıkaracağım zaman gelip bunları sizden alırım.” 1993’de Değişim Dergisi’ni çıkarmak üzere dergileri almaya gittiğimde maalesef dergileri kapıcıya vermişler, o da kazan dairesinde yakmış. Günlerce evimden sanki cenaze çıkmış gibi perişan olmuştum. Düşünün koleksiyonumda Sebülü’l-Reşad, Büyük Doğu ve Tohum var… Bizzat Eşref Edib’in elinden aldığım dergiler vardı. Keza Mahir İz’in hediye ettikleri…

Gölge için “tavizsiz İslâm için mücadele eden” dediniz. Yani düzene yamanmayan, düzenin ağzını kullanmayan, Müslümanlara rejim muhalifliğini öğreten ve sâf İslâmî bir gâye taşıyan… Bunları kasdettiniz değil mi?

Evet, aynen dediğiniz gibiydi. İslâm’ı en iyi ve net biçimde ve direkt anlatan o gün için oydu. Ondan sonra Yalçın’ın da arasıra gelip gittiği Düşünce Dergisi’ni çıkardık. Sonra tabiî Gölge kapandı. Biliyorsunuz Türkiye’de hadiseler çok hızlı gelişiyor. Epey şeyler oldu.

Biraz daha yakın bir tarihe gelirsek, sizin üniversiteden atılmanızın sebebi nedir?

Başörtüsü hadiselerinde biz biraz daha sivrildiğimiz için... Öğrencileri desteklediğimiz için… Akademik kurumda o günün rektörü Kemal Alemdaroğlu’yla takıştığımız için…

Geri dönüşünüz?

Ben zaten açmış olduğum davayı kazanmıştım. Danıştay 2008 yılında benim lehime karar verdi. Buna rağmen eski rektör Mesud Parlak, Danıştay kararını uygulatmadı. Sonra tekrar mahkemeye verdim. Bu arada rektör değişikliği oldu. Yunus Söylet Hoca rektör olunca beni çağırdı ve dedi ki: “Eğer dönmek istiyorsan dilekçe ver.”, “Ben zaten mahkemeye verdim üniversiteyi, ben geri döneceğim!” dedim. “Boş ver mahkemeyi, gel sen dilekçeyi ver!” dedi. Ben de gittim dilekçeyi verdim. Zaten hakkımdı ve de haklı olarak geri döndüm.

On yıl müddetle benim olmadığım dönemde İ. Ü. Edebiyat fakültesinde İslâm tarihi okutulmadı. Ben siyer okutuyorum orada. Yirmi yıldır siyer okutuluyordu ve ben siyer okutamadım. Daha doğrusu okutmadılar. Siyeri kaldırdılar. On yıl müddetle Hazret-i Peygamber’in hayatı anlatılmadı, yarım döneme indirdiler, kem küm ettiler. Allah’a şükür ben döndükten sonra İslâm tarihini koyduk. İslâm medeniyeti tarihi ve siyer okutuyoruz. Çok da güzel oluyor.

Bir eğitimci olarak biraz çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

Hem eğitim alanında hem de kitap, yani akademik anlamda kitap çalışmalarım vardır. Ben daha çok İslâm medeniyeti alanında, özellikle son dönemlerde ben İslâm Tıp Tarihi çalıştım. Bu alanda Türkiye’de yapılmayan bir çalışmayı yaptım çok şükür ve 2004’de kendi alanımda Türkiye’de aşılamayan bir kitap yayımladım. 7 yıldır da kitap aşılmadı Allah’a şükür. Zaten aşılması zor bir kitap. Bunun yanı sıra aşağı yukarı 11 telif kitabım ve 15 civarı da tercüme kitabım var. Yayımlanmış makalelerim var. 30’un üzerinde akademik makalem yayımlandı. Belki 150–200 kadar günlük makaleler yayımladım. Bu şekilde bir eğitim çalışmamız var.

Eğitim ile ilgili 2007 yılından itibaren biz bir çalışma başlattık.  Özellikle başörtüsü yasağından dolayı üniversiteye gidememiş ve katsayı mağduriyetinden dolayı üniversiteye girememiş öğrencilerimizi nasıl okuturuz diye bir çalışma başlattık. Benim tabiî bu çalışmada bulunmamın başlangıcı şu oldu: Ben üniversiteden alınmamın ardından Hollanda’ya gittim. Hollanda’da birkaç arkadaşla birlikte Avrupa İslâm Üniversitesi adıyla bir üniversite kurduk. Bu üniversitenin ilk kurucu başkanlığını, ilk rektörlüğünü, rektör vekilliğini ve İslâmî İlimler Fakültesi’nin dekanlığını yaptım. 200 civarında öğrencimiz vardı. Ben orada üç yıl kaldım ve geri döndüm. Döndükten sonra 2006 yılında deneme mahiyetinde 20 kişilik öğrenci kitlesiyle İslâmî ilimler alanında alternatif bir öğretim nasıl yapılabilir diye başladık. İlâhîyat Fakültesi gayri resmi olarak bir çalışma. Tabi biz bu öğrencileri İslâmî İlimler Fakültesi adı altında okutuyoruz. Bunun yanında Arap dili edebiyatı ve psikoloji eğitimi de vermekteyiz. Merkezimiz Hollanda’dadır. Biz burada uzaktan eğitim veriyoruz. Fakat burada öğrencilerin uzaktan eğitim olarak gördükleri derslerin kurslarını mahiyetinde veriyoruz. Kurs mahiyetinde gözüküyor; ama burada ciddi bir eğitim veriyoruz. Ve Allah’a şükür şu anda bizim Öz Ak Dem Dil Kursumuz bünyesinde de Türkiye’nin en kaliteli Arapça öğreten kurumu haline geldik. İlâhîyatlarda bu şekilde Arapça öğretim zenginliği ve imkânı hâlâ oluşmamıştır. Birçok ilâhîyat bizim uyguladığımız sistemi bu sene uygulamaya başladı. İnşallah başarılı olurlar. Biz daha çok Arapçayı klasik öğretim şeklinden, yani eski medrese usûlünden çıkarıp, İngilizcedeki kurlar şeklinde Arapçayı da okutmaya başladık.

Size eğitim kitaplarımızı göstermek istiyorum. Ama bundan önce eski mezunları olarak size Yüksek İslam Enstitüsü boykot günlerinde destek vermeye geldiğimizi belirtmek istiyorum.

Gölge kadrosu eseri Yüksek İslam boykotuna Fatih akıncılarından Metin Yüksel ve arkadaşları, Yıldız Teknik’ten Mehmet Güney ve arkadaşları ve ayrıca başka yerlerden desteğe gelenler olmuştu.

Ben o zaman mezun olmuş, Bakırköy Lisesi’nde öğretmenlik yapıyordum ve o zaman epey kalabalık bir gurupla size destek vermeye geldik. Sonra asistanlık imtihanı oldu. Asistan adaylarının boykota katılmalarını istediniz, biz de icabet ettik. Fakat biz sizin boykotu desteklemeye devam ettik. Oradan arkadaşları asistanlık imtihanı için Kadıköy İmam Hatib’e götürdüler ve orada yalnız rahmetli Ahmet Şişman’la ikimiz kaldık. Herkes gitti. Sonra İsmail Karaçam ile Hayrettin Bey geldi. “Oğlum yazık size, bütün arkadaşlarınız gitti ve sizin bu desteğinizin bir kıymeti kalmadı!” dedi. “200 kişi imtihana gitti, sizde gidin!” dediler. Sonra rahmetli Ahmet ile açığa çıktık ve tek başımıza kaldık orada. Sonra bizi imtihan için Kadıköy İmam Hatip’e götürdüler. Orada ise imtihana girmeyerek kapının önünde beklemeye başladık. Diğerlerini sınava girmemeleri için dışarıya çağırıyoruz. Ama kimseye dinletemedik tabiî. Sonunda biz de girmek zorunda kalmıştık. Demek ki kısmet öyleymiş.

Siz üzerinize düşeni fazlasıyla yaptınız. Asistanlık İmtihanını, Kadıköy İmam Hatibe götürülme hadisesini duyunca oraya baskın yapmaya gittik.

Hatırlıyorum o hadiseyi. Yüksek İslâm Enstitüsü’nde 1970 yılında ilk boykotu biz yaptık. Ben o zaman 1. sınıftaydım ve boykot heyetindeydim. Allah’a şükür biz o günlerden beri bu işleri severiz. Sizinki ise 2. boykottu. Güzeldi ama…

Eğitim hususunda bahsime devam etmek istiyorum. Bizim burada İslâmî İlimler Fakültesi ve Arap Dili Edebiyatı Fakültesi olmak üzere iki kısım var. Arap dilinin de iki kısmı var; birincisi medya ve basın yayın Arapçası, diğeri ise tercüme ve mütercimlik bölümü. Bu iki bölümde Türkiye’de olmayan bir bölüm kurduk. Tercümanlık ve mütercimlik İngilizcede var; ama Arapçada yok. Birçok dilde basın dili öğretiliyor; ama Arapçada yok. Biz burada Arapçanın basın yayın dilini öğretiyoruz. Öğrencimiz bir gazeteci olarak Arapçayı nasıl konuşmalı, neler bilmeli, terimleriyle, haber sunumuyla ve haber yapımıyla ilgili gerekli olan şeyleri burada öğretiyoruz Arapça olarak.

Yani kendinizi aşıyorsunuz. Klasik eğitimde kalmıyorsunuz. Şimdi biz rejimi eleştiriyoruz da yerine bir şey koymamız lazım. Yani bir alternatif sunmamız lazım. Bir de Müslüman’a 2. sınıf bir eğitim yakışmaz. Peki, İslâmcıların eğitim sitemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şöyle bir elli yıl öncesine baktığımız zaman yine ümitvâr oluyoruz. Fakat yeterli değildir. Bizde maalesef İslâmî ilimleri Kur’ân kursu seviyesinde tutmaya çalıştılar. Dolayısıyla bir ilerleme kaydedemedik. İlâhîyatlar bu seviyeden çok daha ileri bir seviyeye taşınabilir. Bana bir İlâhîyat Fakültesi’ni beş yıllığına versinler. Tabiî kimse beni bir ilahiyat fakültesinin dekanı yapmaz. Ama ben farzı muhal neden olmasın diyorum…

Ben beş yıl sonra onlara çok farklı bir İlâhiyat Fakültesi vereceğim. Bunu bir eğitimci ve işin püf noktaların bilen birisi olarak söylüyorum. Bir de Kâzım Hoca bu sadece öğretmek değil, bir de ruh üflemek lazımdır. İnsan yaptığı bir işe gönlünden bir şey katmalıdır.

İmam-ı Rabbânî Hazretleri, “talebe fazilet mayasını ruhunda tüttürmeli!” diyor.

Aynen öyle. O fazilet mayasını veremediğiniz zaman, içinizdeki yanan ateşten öğrenciye bir şey veremediğiniz zaman kuru kuruya bir şeyler okutmuşsunuz hiçbir şey ifade etmez. İyi bir tefsir, iyi bir hadis okutabilirsiniz; ama onun ruhunu vermedikçe, akidevî, ideolojik ruhunu vermedikçe o hiçbir zaman yerini bulamaz. Öğrenciye hem bir dava hedefi göstereceksiniz, dava adamı olduğunu anlatacaksın, hem de öbür taraftan bir ilim adamı olduğunu anlatacaksınız. İlim adamı korkak olmaz. İlim adamı pısırık olmaz. İlim adamı evden okula, okuldan eve giden bir kimse değildir.

İlmin gayesi olmalıdır. Kendini gayeleştiren ilmin neticesinden nasıl bir nesil doğar?

Dava sahibi bir ilim adamı bugün Türkiye’yi değiştirir, altını üstüne getirir. İşte biz bunu istiyoruz. Dava sahibi bir ilim adamı… Bu olur. Ama maalesef eğitim bizim elimizde değil. Eğitim öğretimden hem ayırdedilmiş, hem de farklı farklı şekillerde verilmiştir. Bu yüzden dolayı da arzu ettiğimiz ilim adamı yetişmiyor.

Resmi eğitimden biraz bahsedebilir misiniz?

Resmi eğitim resmi ideolojidir. Resmi ideoloji 1923’de başladığı gibi devam ediyor. Yani bunu hiç kimse ne değiştirdi ne de değiştirebiliyor.

Eğitim Batıcı bir eğitim ve açıkça ifade edersek Allahsız eğitim;başta muhafazakar gibi görünen hükümet olsa bile.

Muhafazakâr hükümetin şu anda yaptığı tek şey İmam Hatiplerde başörtüyü serbest bırakması. Bunun dışında getirdiği tek bir şey var. O da liselere seçmeli olarak Arapça dersi verilmeye başlandı. Din kültürü derslerini değiştirmeye çalışıyorlar. Ama nasıl bir değişiklik onu bilemiyorum. İki türlü din kültürü dersi getirmeye çalışıyorlar. Birisi seçmeli, diğeri ise zorunlu. Zorunlu olacak olan din kültürü ve ahlak bilgisi dersi, seçmeli olarak da din eğitimi dersi verilecek. Zorunlu olan derste bütün dinler okutulacak. Hıristiyanlık da eşit şartlarda, yani İslâmiyet nasıl okutuluyorsa öyle okutulacak. Yahudilik öğretilecek. Kadiyanilik, Bâdilik, Brahmanizm, Budizm ve konfiçyüzm, hülasa dinler tarihi öğretilecek. Şimdi bunlardan da bir şey çıkmaz. Seçmeli olarak konacak ders ise son derece ciddi bir ibadet ve akide verilecek orada. Ama şimdiye kadar net bir şey çıkmadı. Milli Eğitim Bakanı yeni bir arkadaş ve şu ana kadar belki en müsbet diyebileceğimiz bir kimse. Yani bize en yakın bir milli eğitim bakanı. Tabiî resmi ideoloji çerçevesinde laik ve demokratik bir ülkede İslâmî alandaki bir eğitimin hangi düzeyde yapılacağı malumdur. Onu aşmak mümkün değil. Ama en azından muhafazakâr bir kesim yetiştirmeleri mümkün muhafazakâr bir hükümetin. Başka yapacağı bir şey yoktur.

Muhafazakâr derken neyi muhafaza edecekleri mevzuu var. Bu arada Yahudi ve Hıristiyanları cennete sokma anlayışları var. Allah indinde tek din İslâm’dır ayetinden gocunma var. Cihad ayetlerini çıkarma var. Böyle bir şey olacaksa hiç olmasın daha iyi.

Aslında bunlar hükümetlerin programlarının dışında şeyler. Bunlarla hiç ilgilenmiyorlar zaten. Fakat maalesef bu söylediğiniz hususları bizim ilim adamı dediğimiz hocalarımız yapıyorlar. Birçok profesör veya her kimse bu noktada hatalara düşüyorlar. Fakat Kur’ân-ı Kerim son derece açık. Ehli kitabın müşriklerden ayırt edilen tarafları vardır. Semavî bir dine iman ederler; ama Kur’ân-ı Kerim bunların küfrünü defalarca dile getirmiştir. Ayeti kerimede: “Allah üçüncüsüdür diyen kimseler kâfir olmuştur”- ki bununla Hıristiyanlar kastedilir- “ Hakeza “Mesihin Allah’ın oğlu olduğunu söyleyenler küfre girmişlerdir” ayet-i kerimesi. Ayrıca Beyyine Suresi’nin başındaki ayetler… Bu meseleyle ilgili birçok ayet olmasına rağmen Yahudi ve Hıristiyanların cennete girecekleri söyleniyor; ama Kur’ân-ı Kerim bunu söylemiyor, tam aksini söylüyor. Ama onlar neye dayanarak bu türlü iddialarda bulunuyorlar onu bilemeyiz.

Salih Mirzabeyoğlu hâlen Baran’da tefrika edilen B-Yedi isimli eserinde Selçuklulardan epey bir bahsetti. Siz de tarihle ilgilenen biri olarak Selçuklulardan birkaç şey söyleyebilir misiniz?

Selçuklular büyük bir samimiyetle İslâm’a girmiş ve gerçekten de İslâm’ı büyük bir aşkla, sevinçle, zevkle kabullenmiş ve yaymaya çalışmıştır.

Lütfen devam edin!

Selçuklu Devleti’ne bakıldığı zaman, İslâm’ın ilk müntesibleri Resulullah Efendimizin etrafında nasıl samimiyetle kümelenmişler ise, Türklerden de İslâmiyet’i aşkla, şevkle kabullenen, Sünnî İslâm’ı benimseyen Selçuklulardır. Diğer Türk kesimlerden Müslüman olan olmuş; ama Şiiliği tasvib edenler olmuştur. Kaçarlar gibi Şii İslâm’ı tercih etmişlerdir; ama samimi bir şekilde Sünnî İslâm’ı benimseyen Selçuklular olmuşlardır. Özellikle Selçukluların Bağdat’tan Şiaları çıkartıp orada Sünnî İslâm’ın hâkim olmasını sağlamaları İslâm’a büyük bir hizmettir. Tuğrul Bey’in, Halife El Kayyım Bi Emrillah’ın huzuruna gitmesi, onun kızıyla evlenmesi, yeğenini onunla evlendirmesi, akrabalık bağı kurmuş olması, kız alıp kız veriyorlar Abbasiler’e Selçuklular ve en önemlisi de Bağdat’ta Büveyhi Şii Devleti’ne son verip Selçuklu hâkimiyetini Bağdat ve çevresinde sağlamalarıdır.

Çok kısa bir zaman içerisinde Anadolu’ya geçişleri ve araları Müslümanlaştırmaları... Konya, Kayseri, Sivas, Alanya ve Antalya gibi şehirlerde muazzam camiî ve medreselerin yapılmaları büyük bir hadisedir.

Osmanlı’dan bahseder misiniz; Hukuk ilişkisi , kavim ilişkisi, Osmanlı- Batı çatışmasında İslam’ın belirleyici unsur olması?

Osmanlılara gelince, onlar hem bir hukuk devletiydi, hem bir cihan devleti, hem de ümmet devletiydi. Osmanlı Devlet’i bir ulus devleti değildi. Bünyesinde yirmiden fazla Müslüman olan ve olmayan halkları barındıran, hepsine bir baba, halife ve Emir’ül Mü’minin şefkatiyle yaklaşan bir devlettir. Osmanlı’da da bir hukuk vardı. O da İslâm hukukuydu. Kadılar neyle hükmediyorlardı ve mahkemelerde ne vardı? Şimdi genellikle şu tartışılmaya başlandı: “Osmanlı Devleti Müslüman bir devlet miydi, yoksa bir İslâm devleti miydi?”  Her ikisiydi. Çünkü onun hukukuna baktığımız zaman İslâm hukukudur. Herhangi bir fetva verileceği zaman Şeyh’ül İslâm’ın onayı istenirdi. Şimdi bunu tartışmaya bile gerek yoktur; çünkü net ve açıktır. Osmanlı ümmet anlayışına sahipti; ama bir milli anlayış asla söz konusu bile değildi. Yani Türk unsurunu ön plana çıkaran değil, doğrudan doğruya İslâm’ı öne çıkaran bir ümmet anlayışına dayalı bir devletti.

Abdülhamid Han hakkında ne söylemek istersiniz?

Ona bildiğiniz üzere cennet mekân diyoruz. 36 Osmanlı hükümdarından cennet mekân ona denir. Hepsi cennetlik insanlardır; fakat Abdülhamid’e özellikle bu âlem cennet olmuş. Abdülhamid’in ayrı bir özelliği vardı. Abdülhamid yeniden hilafeti dört halife döneminde olduğu gibi aslına döndürmek istiyordu. Ömer Bin Abdülaziz’in Emeviler’de yaptığını, El Muhtedi’nin Abbasiler’de yapmak istediğini, Abdülhamid de Osmanlı’da yapmak istedi. Dört halife dönemindeki o İslâmî toplumu, İslâm ümmet anlayışını ihya etmek istedi Abdülhamid. Bundan dolayı cennet mekân diyoruz. Büyük bir hükümdardı ve cins bir kafaydı. Benim en çok hoşuma giden net tavırlarından birisi Filistin meselesindedir. Diğeri Ford’un otomobil meselesidir. Filistin meselesinde biliyorsunuz ona büyük paralar teklif ediyorlar. “Bütün dünyayı verseniz bile orada size bir karış toprak bile vermem!” diyor. Ve ardından hemen bütün Filistin topraklarını vakıf arazisine çeviriyor. Hepsini kendi mülkü olarak Osmanlı Devleti’nin mülkü haline çeviriyor. Orası Osmanlı hanedanının, Osmanlı Devleti’nin özel mülküdür. Orasının bedelini bizzat kendi parasından Beyt’ül Mal’a ödemiş ve orasını vakıf mülk yapmıştır.

Yahudilerin oyununa gelinmesin diye yapmıştır.

Yahudiler oraya asla gelmesinler diye ileriyi görerek yapmıştır. Abdülhamid, tâ 1800’lerden 120 yıl sonrasını gördü. Fakat maalesef ondan sonra bunu koruyamadılar.

Abdülhamid’in bir diğer özelliği de; kendisine ilk otomobil imal edildiği zaman Ford tarafından bir tane hediye edilmek istiyor. Sadrazamı çağırıyor ve:” Bu arabaya iyi bak, aynısını benim ülkemin de üretmesini istiyorum” diyor. Tamamen yerli… Bildiğiniz hainler Abdülhamid’i hâll ediliyorlar. Eğer Abdülhamid hayatının sonuna kadar devletinin başında kalsaydı bu gün farklı olurdu ve Osmanlı çökmezdi. 1909’dan 5 yıl sonra, yani 1914’de bizi savaşa sürüklediler ve devleti bitirdiler. Eğer Abdülhamid 1. Dünya Savaşı’na kadar hayatta kalsaydı ve ülkenin başında kalsaydı 1. Dünya Savaşı’nın sonucu böyle olmayacaktı.

Bugün için İslâm, dünyaya yeni bir kamu düzeni sunabilir mi? Kamu düzeni teklifi olan Başyücelik Devlet modelini de göz önünde bulundurursak siz ne dersiniz?

İslâm dini sadece bugün değil, ilk günden beri bu teklifi sunmuştur. Peygamberimiz ve Kur’ân-ı Kerim bunu sunmuştur. Kur’ân-ı Kerim bir hayat düzenidir ve bütün çağlara hitabeder. Rasulullah’ın hadisleri bütün çağları kaplayacak kadar geniştir. İslâm toplumu ve İslâm yönetimi her dönemde olmalıdır. Bu Allah’ın bir emridir. Allah’ın emrini de ihmal etmek bütün Müslümanları günahkâr eder. Dolayısıyla İslâm toplumunu hâkim kılmak ve yeniden dünya gündeminde zirveye iadesi bütün Müslümanların görevidir.

Mısırdaki İhvan içindeki gelişmelere kısaca değinir misiniz?

Şu anda Mısır’ın durumu tamamen değişti. Hüsnü Mübarek rejimi değişecek gibi görünüyor; ama tam olarak değişmediyse de Hüsnü Mübarek’in kendisi gitti. Şu anda da ordu yönetimi sürdürüyor. Mısır ordusu bildiğimiz kadarıyla iyidir. Yani bildiğimiz anlamda laik bir ordu değildir. Mısır ordusunun bütün subayları mütedeyyindir. Mısır ordusunda hanımı örtülü olmayan çok az kimse vardır. Çocuklar askere bir an evvel gitmeleri isteniyor Mısır’da. Çünkü askere gittiği zaman orada namaza başlatılıyor ve ıslah oluyor. Dolayısıyla durum biraz değişik. Orada Türkiye’dekinden farklı bir ordu var. Herhalde ordu, yönetimi demokratik bir sisteme devredecek gibi gözüküyor.

İhvan ise son zamanlarda Adalet ve Kalkınma Partisi adıyla yeni bir parti kurdu.

“Türkiye’de muhafazakârlar iktidara geldi. Bizde aynı isimle iktidara gelebiliriz!” diye düşünüyorlar. Aslında bir seçim olsa Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da, Suriye’de ve her yerde muhafazakâr kesim iktidara gelir. Fakat esas olan muhafazakârların iktidara gelmesinden ziyade…

Batı işbirlikçisi bir muhafazakârlık mı, yoksa gerçekten İslâm’a bağlı bir muhafazakârlık mı?

Gerçekten bir İslâm mı uygulanacak, yoksa sulandırılmış bir İslâm mı... Mesele o. Ama bizim temennimiz İhvan-ı Müslimi’nin, Hasan El Benna’nın yolundan gitmek suretiyle gerçekten sulandırılmamış bir İslâm’ı, tam akidevî bir İslâm’ı, Rasulullah devrindeki bir İslâm’ı ihya edebileceklerse iktidara talip olsunlar. Aksi takdirde yarı İslâm, yarı laik, yarı demokrat olunacaksa hiç olmasınlar daha iyi.

Mısır, bizim akılsızların laiklik teklifini reddettiler ve hemen tepkilerini ortaya koydular.

Çok net ve açık bir şekilde… Anında bildiri yayımladılar ve hemen basın toplantısı yaptılar ve dediler ki: “Lütfen bizim işimize karışmayın!”

B-Yedi’de Salih Mirzabeyoğlu, iktisatçı Mehmet Genç’ten bir alıntı yapmış. Diyor ki: “Devleti Âli Ebed müddet Osmanlı’nın gerilemesinin bu kadar uzun sürmesi bir mucizedir!” diyor. Yani Osmanlı’nın yükselişindeki bir mucizelikte olduğu gibi, “bu da enteresan!” diyor.

Şöyle düşünün; güçlü bir bünye hastalandığı zaman kolay kolay yıkılmaz. Mesela kanser hastalığına yakalanan insanlar olur. Bu bünye güçlü olduğu zaman kanser uzun zaman bu bünyede yaşıyor ve etkilemiyor. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren güçlü bir devletti. Yükselişinde çok geniş bir dinamikler manzumesi üzerine oturtulmuştu. Ve esas olan İslâm’dı. Şimdi vaziyet böyle olunca bunun yıkılması da kolay kolay olmaz. Hani hep koca çınar diyoruz ya, şimdi düşünün bir bodur ağacı, bir müddet sonra hastalanırsa yıkılıp gider. Ama çınar ağacı içinden oyulup çökertilmesi bile asırlar alıyor. İçi oyulur; fakat topraktan gelen bir su ile beslendiği için yukarıdaki o görkemliliği aynen devam eder. Ben çok çınar ağacı gördüm. Gövdesi oyulmuş. Fakat dimdik ayakta duruyor. Osmanlının yıkılışı 300 yıl sürmüş. Hani adamın bir tanesi diyor ya: “Biz içeriden, siz dışarıdan uğraşıyoruz ve hala yıkamadık!” Aslında yıkılacak bir devlet değildi. Osmanlı 50 yıl daha yaşasaydı, bu gün dünya düzeni çok daha farklı olacaktı. Allah’ın takdiri böyleymiş. Onu bilemeyiz. Belki bunu hak edemedik biz.

Son olarak ne söylemek istersiniz?

Son olarak bizim bilhassa gençlere tavsiyelerimiz şunlardır: iman ile ameli birbirinden ayırt etmemeleri… Çünkü iman amel etmeyi gerektiriyor. Amel imanın bir gereğidir. Dolayısıyla bunlar birbirine bağlıdırlar. Müminler İslâm’a giden yollarda İslâm dışı olan her şeyi, çer çöpü kenara atmalıdırlar. Net bir şekilde İslâm’a gitmelidirler. Hurafelerden, bidatlerden, yanlışlıklardan arındırılmış bir İslâm… Rasulullah dönemindeki gibi bir İslâm, Kur’ân ve Sünnete bağlı bir İslâm. Bunu tavsiye ederiz ve bunun sürdürülmesini tavsiye ederiz.

Teşekkür ediyoruz bize vakit ayırdığınız için. Allah razı olsun.

Asıl sizden razı olsun. 

Baran Dergisi 249. sayı 20 Ekim 2011