Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

1961 Artvin doğumluyum. Akademik çalışmalarım din sosyolojisi alanındadır. Doktora konum Türk Aydını ve Din üzerinedir. 100. Yıl, Muğla ve Gazi üniversitelerinde çalıştım. 2013’den itibaren bürokraside görev aldım. Çalışmalarımı epeyce bir süredir ağırlıklı olarak edebiyat alanında sürdürüyorum.

Toplumumuzda yaşanan çözülmeyi nasıl görüyorsunuz?

Toplumsal çözülme, modern dünyada yaşanan en baskın sosyolojik sorunlar arasında yer almaktadır. Bu durum, sosyal bağların zayıflaması, ortak değerlerin aşınması ve bireyselciliğin artmasıyla mütemadiyen kendini göstermektedir. Özellikle kentleşme, küreselleşme dijitalleşme süreçleri, geleneksel toplum yapısının temelini oluşturan aile, komşuluk ve mahalle gibi sosyal kurumları zayıflatmaktadır. Bu durum, toplumsal dayanışma ve yardımlaşma duygularının zedelenmesine yol açmaktadır.

Teknolojik gelişmeler, toplumsal çözülmeyi hızlandıran önemli faktörlerden biridir. Sosyal medya ve dijital iletişim araçları, yüz yüze ilişkileri azaltırken, sanal dünyada kurulan yüzeysel bağların da artmasına neden olmaktadır. Ekonomik zorluklar ve hızlı kentleşme de bu süreci giderek daha fazla derinleştirmekte, insanların manevi değerlerden ve kültürel bağlardan hızla uzaklaşmasına yol açmaktadır. Özellikle büyük şehirlerde yaşanan yabancılaşma ve köksüzleşme, toplumsal dokuyu tahmin edilmedik çapta tahrip etmektedir.

Aslında toplumsal çözülme sekülerleşmenin artışıyla yakından ilişkilidir. Din, geleneksel toplumlarda bireylerin ortak bir etik zeminde buluşmasını sağlarken, modern toplumlarda bu işlevini büyük ölçüde yitirmiştir. İslam düşüncesinde bireyin topluma karşı sorumluluğu, Allah’a karşı sorumluluğuyla doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle, dinî değerlerin toplumsal alandan çekilmeye zorlanması ahlaki bir çözülmeyi de beraberinde getirmektedir.

Belki de çözüm modernite üzerinde daha derinlikli çözümlemelere yönelmekten ve dinî ve kültürel bağların yeniden yapılandırılmasından geçmektedir. Bireysel özgürlüklerle toplumsal sorumluluklar arasında denge kurulmalı, değerler sistemi üzerine inşa edilmiş ortak bir bilinç oluşturulmalıdır. Bu süreçte, geleneksel değerlerle modern hayatın gereklilikleri arasında uyum sağlanmalı, toplumsal dayanışmayı güçlendirecek yeni mekanizmalar geliştirilmelidir. Böylece hem bireysel gelişim hem de toplumsal bütünlük korunabilir.

Toplumlar dinlerden arındırılarak seküler bir hayat tarzı aşılanıyor ve bunun kalıcılığı için de başta ahlak olmak üzere her şeyin izafi olduğu şuurlara kazınıyor. Özellikle ahlakın belli normlar ışığından çıkarılıp bu şekilde ferdin tercihine bırakılmasını nasıl yorumluyorsunuz?

Ahlakın izafileştirilmesi ve bireysel tercihlere indirgenmesi, seküler modernleşmenin en belirgin sonuçlarından biridir. Bu süreç, evrensel ahlak ilkelerini ve toplumsal değerleri zayıflatarak sosyal bağların çözülmesine neden olmaktadır. Toplumun ortak vicdanını temsil eden değerler sistemi, modern bireycilik ve postmodern akımların etkisiyle giderek aşınmaktadır.

Toplumsal bütünlüğün korunması, paylaşılan ortak normlar ve değerler sistemine bağlıdır. Ancak günümüzde dijital iletişim çağının getirdiği küresel “değer pazarı”, bireyleri farklı ve çelişkili ahlaki normlarla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu durum, evrensel ölçütlerin yokluğunda, pragmatik ve faydacı bir ahlak anlayışının yerleşmesine yol açmakta bu da toplumsal dayanışmayı zayıflatmaktadır.

Ahlakın bireysel tercihlere indirgenmesi, “doğru” ve “yanlış” kavramlarını muğlaklaştırmaktadır. Bu durum, özellikle genç nesillerde ahlaki açıdan pusulasızlık ve kimlik bunalımına neden olmaktadır. Toplumsal düzenin sürdürülebilirliği için gerekli olan ortak ahlaki değerler sistemi giderek zayıflamakta ve yerini bireysel çıkar hesaplarına bırakmaktadır.

Öte yandan evrensel ahlaki ilkelerin yok sayılması da toplumsal çözülmeyi bir başka hızlandırmaktadır. İnsanın ahlaki gelişimi evrensel değerlere dayanan bir eğitim sürecini gerektirir. Ahlaki otoritenin zayıfladığı günümüz dünyasında, bireyler kısa vadeli çıkarlar peşinde koşmakta, toplumsal faydayı göz ardı etmektedir. Çözüm, bireysel özgürlüklerle toplumsal sorumluluklar arasında sağlıklı bir denge kuran, bütüncül bir ahlak anlayışının benimsenmesinden geçmektedir.

Ahlakı bir yere oturtmadan, bu kavramı şuurlara doğru biçimde yansıtmadan ve bunu da aynı hukuk kuralları gibi icbar etmeden, insanımızı ve toplumumuzu ayakta tutan temel ilkeleri nasıl koruyacağız?

Toplumun temel ilkelerini korumak için, ahlakı bireylerin günlük yaşamının merkezine yerleştiren güçlü bir sistem gereklidir. Bu sistem, yalnızca toplumsal beklentilere uyumu değil, aynı zamanda değerlerin içselleştirilmesini de sağlamalıdır. Hukuk kuralları gibi zorlayıcı mekanizmalar tek başına yeterli olmadığına sıklıkla tanıklık ettik. Ahlaki değerlerin eğitim ve sosyal kurumlar aracılığıyla nesilden nesile aktarılması şarttır.

Eğitim sisteminin bütüncül bir yaklaşımla yeniden düzenlenmesi hiç kuşkusuz kritik önem taşır. Sadece akademik başarıyı hedefleyen bir anlayış yerine, karakter ve değerler eğitimini merkeze alan bir sisteme ihtiyaç duymak daha önemlidir. Bu sistemin aile, okul ve toplumun diğer kurumlarıyla işbirliği içinde çalışması gerekir. Böylece bireyler, toplumsal değerleri içselleştirebilir ve bunları yaşamlarının doğal bir parçası haline getirebilir.

Toplumsal değerlerin gelecek nesillere aktarılması için ise kültürel mirasın canlı tutulması gerekir. Medya ve sanat kurumları, toplumsal hafızayı yaşatan ve gençlere rol model olabilecek içerikler üretmelidir. Bu süreçte, geleneksel değerlerle modern yaşamın gereklilikleri arasında denge kurulmalı, değerler sistemi güncel ihtiyaçlara cevap verecek şekilde yeniden yorumlanmalıdır.

Bu bağlamda hukuk sistemi de ahlaki değerlerin korunmasında tamamlayıcı bir rol oynamalıdır. Ne var ki sadece yasal düzenlemelerle ahlaki değerlerin korunamayacağı da açıktır. Toplumsal bilincin geliştirilmesi ve eğitimin ön planda tutulması gerekir. Sonuç olarak, ahlaki değerleri korumanın yolu, bireylerin vicdanında ve toplumsal hafızada yaşayan, içselleştirilmiş bir değerler sisteminin oluşturulmasından geçer

Mesela “eğitim şart” deniliyor. Fakat eğitimin telkini kadar ahlakın telkini yapılmıyor. Özellikle eğitimde ahlak neden geri planda duruyor?

Modern eğitim sisteminde ahlakın geri planda kalmasının temel nedeni, akademik başarı ve mesleki beceri odaklı yaklaşımdır. Eğitim sistemleri notlar, sınav başarıları, diploma gibi ölçülebilir çıktılara öncelik verirken, karakter gelişimi ve değerler eğitimi çok kereler ikincil konuma itilmektedir. Bu durum, bilgi birikimi yüksek ancak toplumsal sorumluluk bilinci zayıf nesillerin yetişmesine yol açmaktadır.

Modern eğitim kurumlarında pozitivist ve materyalist anlayışın baskın ve hâkim olması, insanın manevi ve ahlaki boyutunun sıklıkla ihmal edilmesine neden olmaktadır. Öğretmen yetiştirme programlarında değerler eğitimi ve karakter eğitiminin yeterince yer almaması da bu sorunu derinleştirmektedir. Öğrencilere bilgi aktarımı yapılırken, bu bilginin hangi değerler çerçevesinde kullanılacağı konusu göz ardı edilmektedir.

Öte yandan mesela okul-aile işbirliğinin zayıf olması da ahlak eğitimini olumsuz etkilemektedir. Aileler çocuklarının akademik başarısına odaklanırken ahlaki gelişimlerini ihmal edebilmekte, okullar da bu konuda ailelere yeterli rehberlik sağlayamamaktadır. Bu kopukluk, eğitimde ahlakın geri planda kalmasının önemli nedenlerinden biridir. Halbuki eğitim, toplumsal değerlerin kuşaktan kuşağa aktarılmasında en etkili araçtır. Sistemin yalnızca “ne” bildiğimizle değil, “kim” olduğumuz ve “neden” yaptığımızla da ilgilenmesi gerekir. Çözüm, okul, aile ve toplumun diğer kurumlarının işbirliğiyle, akademik başarı kadar karakter gelişimini de önemseyen bütüncül bir eğitim anlayışının benimsenmesinden geçmektedir.

Türkiye’de birçok mesele hukuki olarak serbest iken ahlaki olarak yasak. Böylesi bir vaziyette toplumdan ahlaklı olmayı beklemek beyhude değil mi? Anayasanın bu minvalde bir dizayn edilmesi gerekmiyor mu?

Hukuk ve ahlak arasındaki uyumsuzluk, toplumsal düzenin temel sorunlarından biridir. Yasaların izin verdiği bazı davranışların toplumun ahlaki değerleriyle çelişmesi, özellikle genç nesilde “yasal olan her şey meşrudur” anlayışının yerleşmesine yol açmaktadır. Bu durum, toplumsal değerlerin aşınmasına ve ahlaki hassasiyetlerin zayıflamasına da neden olmaktadır.

Anayasa ve yasalar, toplumun ortak değerlerini ve ahlaki normlarını yansıtmalıdır. Ancak bu düzenlemeler yapılırken farklı kesimlerin hassasiyetleri ile temel hak ve özgürlükler arasındaki dengeyi de gözetmek gerekir. Hukuk sistemi, ahlaki değerleri koruyucu işlev görürken, bireylerin özgürlük alanını da daraltmamalıdır.

Modern toplumların kaçınılmaz bir gerçeği haline gelen hukuk-ahlak ayrışması, toplumsal çözülmeyi hızlandırmaktadır. Anayasal düzen, bireylerin hak ve özgürlüklerini güvence altına alırken toplumsal uyum ve dayanışmayı da sağlayacak yeni ve güçlü bir çerçeve sunmalıdır. Özgürlüklerin toplumsal sorumlulukla dengelenmesi için etkili mekanizmaların oluşturulmasına duyulan ihtiyaç her geçen gün daha da artmaktadır.

Çözüm için, toplumun ortak ahlak anlayışını koruyacak yasal düzenlemeler yapılmalı, eğitim ve medya politikaları bu doğrultuda şekillendirilmelidir. Sivil toplum kuruluşları ve kanaat önderleri, hukuk-ahlak dengesi için toplumsal mutabakat oluşturmalıdır. Esasen ahlaki değerleri merkeze alan bir anayasal düzen de toplumun huzur ve istikrarını güvence altına alacaktır.

Kültürel anlamda da büyük bir kopuş yaşıyoruz. Acaba toplumsal çözülmenin sebeplerinden biri de bu mu? Sizin de dediğiniz üzere, “İnsan kültürün içinde, onun hem tüketicisi, hem yorumlayıcısı, hem de değişiminin sağlayıcısıdır.” Bu minvalde bir ilerleme göremiyoruz. Değerlerimizi bize hatırlatacak, onları yenileyecek bir aşı gerekmiyor mu? Eksiklik nereden kaynaklanıyor?

Kültürel kopuş, toplumsal çözülmenin temel nedenlerinden biridir. Modernleşme, dijitalleşme ve küreselleşme süreçleri, bireyleri geleneksel kültürel bağlarından uzaklaştırmakta, daha bireyci ve tüketim odaklı bir yaşam tarzını yaygınlaştırmaktadır. Bu durum, özellikle genç nesillerin kimlik ve aidiyet duygularını zayıflatmakta, toplumsal bağların çözülmesine yol açmaktadır.

Kültür, bireyin kimlik inşasında ve toplumsal dönüşümde vazgeçilmez bir rol oynar. Geçmiş nesillerden miras kalan değerler, inançlar ve pratikler bütünü olarak kültür, bireylere kim olduklarını ve hangi toplumsal aidiyete sahip olduklarını öğretir. Ancak küreselleşme ve teknolojik gelişmeler, yerel kültürleri tehdit ederken toplumları tek tipleştirmekte bu da kültürel mirasın zayıflamasına neden olmaktadır.

Kültürel mirasın korunması ve geliştirilmesi için kapsamlı politikalara ihtiyaç vardır. Eğitim kurumları, medya ve sanat kurumlarının bu konularda ortak strateji geliştirmeleri beklenir. Özellikle dijital platformlar, kültürel değerlerin yaşatılması için etkin şekilde kullanılmalıdır. Ancak temel sorun, kültürel değerlerin güncel hayatın ihtiyaçlarıyla bağdaştırılamamasından kaynaklanmaktadır.

Belki de çözüm, geleneksel değerlerin modern hayatın gerekleri arasında eleştirel mesafeyi korumaktan geçmektedir. Kültürün yeniden inşası, bireylerin tarihsel ve manevi köklerinden kopmadan, çağın gerekliliklerini karşılayacak şekilde dönüşmelerini sağlamalıdır. Bu süreç, yalnızca geçmişe bağlı bir nostalji değil, geleceğe yönelik bir vizyon olarak ele alınmalıdır.

Mesela Din Sosyolojisine Giriş kitabınızda “Toplumda başka hiçbir kurum aile kurumu kadar dinin etkisine açık değildir” diyor ve Türk aile yapısının hem köklü gelenekten hem de onu İslam ile buluşturan deneyimlerden beslenmesi gerektiğini aktarıyorsunuz. Günümüzdeki aile kurumunu bu tespitler üzerinden nasıl okuyorsunuz? Ve toplumu da terbiye edecek bir aile kurumu nasıl olmalıdır?

Aile kurumu, toplumsal değerlerin ve kültürün aktarılmasında birincil role sahiptir. Ancak günümüzde aile yapısı, modernleşme ve bireyselleşmenin etkisiyle ciddi bir dönüşüm geçirmektedir. Boşanma oranlarının artışı, evlilik yaşının yükselmesi ve geleneksel aile değerlerinin zayıflaması, toplumsal çözülmeyi hızlandıran faktörler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türk aile yapısının hem geleneksel hem de dinî değerlerle beslenmesi, toplumun temel dokusunun korunmasında hayati önem taşır. Büyüklere saygı, dayanışma, misafirperverlik gibi geleneksel değerler, aile içi bağları güçlendirirken, dinî değerler aileye kutsal bir boyut kazandırarak bireylerin sorumluluk bilincini pekiştirir.

Toplumu terbiye edecek bir aile kurumu için, öncelikle ailenin kutsallığı ve önemi yeniden vurgulanmalıdır. Aile içi iletişimin güçlendirilmesi, eşler ve çocuklar arasındaki bağların sağlamlaştırılması gerekir. Bu değerlerin yaşatılması için eğitim, medya ve toplumun diğer dinamikleri aktif şekilde kullanılmalıdır. Ekonomik ve sosyal politikalar aile kurumunu desteklemeli, aile bireylerinin maddi ve manevi ihtiyaçları gözetilmelidir. Geniş aile bağlarını teşvik eden sosyal programlar ve geleneksel pratikler, aile yapısının güçlendirilmesine pekâlâ önemli katkı sağlayabilir.

Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Teşekkür ederim. Toplumsal sorunların çözümü için bütüncül bir yaklaşım şarttır. Eğitim, kültür, aile politikaları ve hukuki düzenlemeler hiç kuşkusuz birbiriyle uyumlu olmalı, ortak hedefler doğrultusunda şekillendirilmelidir. Sivil toplum kuruluşları, kanaat önderleri ve akademisyenler arasında etkin işbirliği sağlanmalı, toplumsal değerlerin korunması için de ortak projeler geliştirilmelidir.

Gençlere özel önem verilmeli, değerlerimizi içselleştirmeleri ve yaşatmaları için uygun ortamlar oluşturulmalıdır. Teknoloji ve küreselleşmenin olumsuz etkilerine karşı bilinçli bir duruş sergilenirken, bu süreçler değerlerimizi yaşatmak için fırsata dönüştürülmelidir. Eğitim kurumları, yalnızca bilgi aktarımı değil, aynı zamanda bireylerin ahlaki ve toplumsal değerlerle donatılmasında rehber olmalıdır.

Aile, eğitim ve kültür kurumlarının işbirliği vazgeçilmez önem taşır. Aile, bireylerin değerlerini ve kimliklerini kazandıkları ilk sosyal ortamdır. Sağlam aile yapıları, bireylerin hem topluma hem de kendilerine karşı sorumluluk bilinci geliştirmesini sağlar. Kültürel kurumlar ise geçmişin değerlerini günümüzün ihtiyaçlarına uyarlayarak toplumun kolektif bilincini güçlendirir.

Toplumsal dayanışmayı sağlamak, bireylerin ortak amaç etrafında birleşmesini gerektirir. Türk toplumu, geçmişte dayanışma, adalet ve fedakârlık gibi değerlerle birçok zorluğu aşmıştır ve bugün de bu değerlerle güçlü bir gelecek inşa edebilir. Ailede başlayan, eğitimle gelişen ve kültürel pratiklerle pekiştirilen dayanışma duygusu, toplumsal çözülmenin karşısında en güçlü savunma mekanizması olacaktır.

Teşekkür ederiz hocam.

Aylık Baran Dergisi 34. Sayı, Aralık 2024