Bir toplumun sarsılmaz bir şekilde ayakta durabilmesi, sadece finansal kazançlara değil, aynı zamanda insanlık haysiyeti, adaleti ve eşitliği de önemseyen bir temele dayanmalıdır. İnsanı aşkın bir fikir, fertlerin ve kuruluşların içtimâî sorumluluklarına vurgu yaparak, sadece kâr değil, aynı zamanda topluma yaptıkları katkıyı da ölçer.
Toplumların değer ölçütleri ve onları şekillendiren unsurlar, insan davranışları ve ilişkilerinin temelini oluşturur. Ancak, son yıllarda, bilhassa Ak Parti’nin iktidarı döneminde gözlenen bir trend, itibarın sadece tek bir kaynağa indirgendiği bir anlayışın yaygınlaşmasıdır. O kaynak: Para.
Toplumları bir arada tutan değerlerin, insan ilişkilerinin ve başarı ölçütlerinin bu tek boyutlu perspektife nasıl mahkûm edildiğini görüyoruz. "Ne kadar kazanıyorsun?" sorusu, "Ne kadar itibarın var?" sorusunun eşdeğeri haline gelmeye başladı. Ancak, bu sadece maddi zenginlikle değerlendirilen bir toplum anlayışının doğurduğu sorunlar yumağında buzdağının görünen yüzü.
İtibarın sadece para ile ölçüldüğü bir dünya/toplumda, insanlar umumiyetle maddi başarılarına ve mal varlıklarına dayalı olarak kendilerini değerlendirme eğilimindedir. Bu, fertlerin ve toplumun genel olarak göz önünde bulundurduğu kriterleri sadece maddiyatla sınırlamak anlamına gelir. "Ne kadar kazanıyorsun?" sorusu, birinin değerini belirlemede belirleyici bir faktör haline gelirken, gerçek değerler, yetenekler, kişilik, karakter, ahlâkî değerler ve diğer insanî hasletler gibi daha derin ve insanlık için anlamlı olan yönler göz ardı edilir.
Bu durum, insanların ruhî bir muhasebe yapma ihtiyacı duymadan yüzeydeki başarıya odaklanmalarına neden olur. İnsanlar, maddi varlıklarını artırmak için sürekli bir yarışın içine girerken, özünde kim olduklarını, ne tür katkılar sağlayabileceklerini ve toplumlarına nasıl yardımcı olabileceklerini daha az düşünürler.
İtibarın sadece para ile ölçüldüğü bir toplumumuzda, “paraya giden her yol mubah” anlayışının hızla nasıl yaygınlaştığına hep beraber şahitlik ettik. Yalnız maddi başarıya dönük bu saplantılı odak, insanları her türlü etik ve ahlâkî sınırlamadan muaf kıldı. İnsanlar, daha fazla para kazanma hedefine ulaşabilmek için toplum nezdinde düne kadar utanç verici, yüz kızartıcı olan kabahatleri bile meşrulaştırmasını bildiler. Bu durum, bireylerin kısa vadeli kazançlar elde etmek adına uzun vadeli sağlıklı ilişkileri, dürüstlüğü ve içtimâî adalet duygusunu feda etmesine neden oldu.
Önceliklerin maddi kazançlara dayandığı bir toplumumuzda, sahtekarlık, dolandırıcılık, yolsuzluk, torbacılık, sanal yahut reel fuhuş ve haksız rekabet gibi gayr-ı ahlâkî davranışlar giderek yaygınlaşırken, bundan belki de bin beteri bütün bu rezilliklerin failleri itibarın tek kaynağı olan parayı buldukları için hem adam yerine kondular ve hem de bu rezillikler meşruiyet buldu. Fert ve kuruluşlar, kısa vadeli kar hırsıyla, uzun vadede içtimâî güveni zayıflatan ve adaleti sarsan eylemlere yöneldiler. Yaptıklarını hukuka uyduran yahut olmuyorsa hukukun arkasından dolanarak yapabilme imkânı bulanlar davranışlarını ahlâk mahkemesinin önünden geçirmek gereği duymadılar.
İçtimâî değerlerin yozlaşması, güvensizlik ve düşmanlık duygularının artması gibi sonuçlar işte tam da bu sürecin neticesinde hasıl oldu. İnsanlar arasındaki güven kaybı, toplumsal dayanışmanın zayıflamasına ve sosyal yozlaşmanın artmasına neden oldu. Herkesin şahsî menfaatini gözetmeye başlaması, işbirliği ve içtimâî ahengin zedelenmesine sebep oldu.
İtibarın sadece para ile ölçüldüğü toplumumuzda karşılaştığımız bir dizi sonucu da burada zikretmeden geçmeyelim. Bu tür bir yaklaşımın sosyal, ahlâkî ve psikolojik sonuçları olması kaçınılmaz; fakat bu tür bir toplumun müntehasında nereye varacağının anlaşılması için bu şart.
Sathî münasebetler: İnsanlar sadece maddi başarıya odaklandığı için ilişkiler sathîleşir. Arkadaşlıklar, aile münasebetleri ve iş birliği, sadece şahsî menfaatler üzerine kurulur. Samimiyet ortadan kalkar. En tabiî insanî münasebetler bile alışverişe dönüşür. Bugün bunun yansımalarını toplumumuzda çekirdek aileden başlayarak yakinen görüyoruz. Anne-baba, çocuk arasındaki ilişkilerin bile alışverişe döndüğü bir zamandayız. Eskilerin lâfı vardır, “yaralı parmağa işemez” diye. Tıpkı bunun gibi şahsî bir menfaati yoksa kimsenin kimseye karşı herhangi bir mesuliyet duygusu taşımadığı, hak-hukuk gibi ilâhî ölçüler ışığında toplumun dengesini tesis eden bütün ölçülerin iptal edildiği korkunç bir zamanda yaşıyoruz.
Burada samimiyet bahsine bir parantez açmakta fayda var. Hazret-i Ebubekir’in lâkabı, “Sıddık”. “Çok samimi, çok sadık” anlamına gelen bu lakap kendisine, mi‘rac hadisesi başta olmak üzere gaybla ilgili haberleri hiç tereddütsüz kabul ettiği için bizzat Resûl-i Ekrem tarafından verilmiştir. Bu samimiyettir ki Peygamberlerden sonra insanlığın en büyüğü olma şerefinin kaynağıdır. Buradan anlaşılması gereken ise şudur ki, samimiyetin ortadan kalkmasıyla beraber insanlık şerefi ortadan kalkmış bulunmaktadır.
Toplumsal Adaletsizlik: İtibarın tek kaynağının para olduğu bir toplumda, zenginlik sahipleri diğerlerine göre daha fazla saygı görme eğiliminde olur. Toplum içinde bir kesimin hiçbir insanî ölçüte vurulmadan yalnız sahib olduğu servete nisbetle bulduğu itibar, toplumun geri kalanında büyük bir adaletsizlik duygusu doğurur.
Aktüaliteden misallendirecek olursak, mesela uyuşturucu sorunuyla niçin baş edilemediğinin esas sebebini buralarda aramamız gerekir. Türkiye’nin herhangi bir yerinde hasbel kader liseyi bitirmiş yahut bitirememiş bir genç. Öyle mesaili bir işe girip çalışmak istemiyor, alacağı en fazla asgarî ücret; fakat para ve paradan elde edilecek imtiyazlara sonuna kadar teşne. Her mahallede bir benzeri olan torbacılara gözü ilişiyor. Tehlikeli, gayr-ı ahlâkî bir iş ama normal şartlarda kazanması mümkün olmayan parayı elde etmesinin en kolay yolu bu. Efendilik itibar sağlamıyor. Adamlık itibar sağlamıyor. Alın teri itibar sağlamıyor. Varsa yoksa para, para, para… Sonunda itibarı buluyor, bedeli ise malûm, ya cezaevi yahut bir alacak verecek cinayetinin faili yahut maktulü.
Duygusal Zorluklar: Fertler, sadece maddi başarılarına dayalı olarak değerlendiklerinde, şahsî tatmin ve mutluluk eksikliği yaşıyorlar. Ruhî ihtiyaçlar maddî ihtiyaçlar karşısında ikincil hâle geliyor.
Türkiye’de 15 milyon kayıtlı psikiyatri hastası olduğunu, bu sayının da en son 2020 senesinde açıklandığını söyleyip, devam edelim.
Ahlâkî Sorunlar: Sadece para odaklı bir toplumda, etik ve ahlâkî değerler ihmal edilir. İnsanlar, her türlü davranışı maddi çıkarlar doğrultusunda yönlendirebilir. İşin daha kötü tarafı yazı içinde daha önce de üzerinde durduğumuz üzere bir kişinin değerlendirilmesinde onun ahlâkının kriter olmaktan çıkmasıdır. “Parası varsa, ahlâkının ne önemi var” şeklindeki bakış açısı ahlâksızı mükafatlandırdığı gibi ahlâk sahiplerini de ahlâksızlığa itmektedir. Bunu sanıyorum en açık şekilde resmeden genç kızlarımızın içine itildikleri rezilliklerdir. Paralı birini bulup onu söğüşlemek ve kendisini muhtelif sosyal medya organlarından gelir elde etmek üzere sanal âlemde pazarlayarak kazanç sağlayan, bu işlerden çok para kazananların bırakın itibar bulmayı bir de otorite hâline geldiği bir toplum yapısından söz ediyoruz. Namus tarafı böyleyken, diğer bütün davranışlardaki ahlâkî tavır ve tutum üzerine konuşmaya ne hacet?
İcatçılık ve İnovasyon Eksikliği: Para tek ölçüt olduğunda, icatçılık ve inovasyon teşvik edilmez olur. İnsanlar sadece finansal getiriye odaklandıkları için, farklı fikirler ve yeni yaklaşımlar göz ardı edilir. Onlar için ufuk ötesi yoktur, o ânda ve perspektif dâhilindeki kazanç kapıları dışında bir seçeneğe kafa yormazlar. Bizim siyasîler anlatıyorlar ya, “Türkiye Yüzyılı”, büyüme, kalkınma falan… En basit bir itibarın kaynağı bahsinin bile insanileştirilemediği, bunun da yine itibarın kaynağının para olması dolayısıyla kimsenin meselesi dahi olmadığı bir toplumda neyin kalkınması, neyin büyümesi?.. Servet dışında ferdî tekamüle hayat hakkı mı bıraktınız ki?
Sosyal İzolasyon: Sadece maddi başarıya dayalı bir toplumda insanlar arasındaki bağlar zayıflar ve sosyal izolasyon artar. İnsanlar kendi çıkarlarına odaklandığı için topluluk hissini yitirirler. Bunun neticesinde bir süre sonra toplumun her ferdi tek tek yalnızlık vahşeti tarafından işgâl edilir ve bunun en basit neticesi ruhî bozukluktur.
Zihnî ve Ruhî Stres: Sürekli rekabet ve maddi hedefler, insanların zihin ve ruh sağlığını olumsuz etkiler. Stres, kaygı ve depresyon sıradanlaşır. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu “Adalet Mutlak’a” başlıklı konferansında dedi ki:
-“Özal dönemi geldi, o zamanın da nass’ları, iş beceren tipler... “Ben zenginleri severim”… Kısaca söyleyelim, acımasız hür rekabet falan… “Hür rekabet” diyorsun, hayvanlığa gidiyor iş. Bizde “hür rekabet” diye bir şey yok. Nasib denilen bir şey var, -bunlar hayatî reailitelerdir- komşu denilen bir şey var, arkadaş denilen bir şey var, bilmem ne… Kimse dünyaya birbirinin gözünü oymak için gelmedi. Fakat şimdi orada meselâ öyle gaddar ki, çıkarı için her şeyi yapabilen Ceyar tipler, sonra mafya… Dünyanın her yerinde yoksul kesimden çıkar mafya; yoksuldur, çalmaktan çırpmaktan başka yapacak bir şeyi yoktur adamın, işi yoktur. Şimdi böyle bir şey de müesseseleşir, palazlanır; milletvekillerinden, polisten bir takım adamları da kendine bağlar falan… Bizde tuhaf bir şey, bir devrin devletinin kullandığı gençleri -ülkücüler-, bu adamları hapse atmışsın dışarı çıkıyorlar, yaş şu olmuş, iş yok. Bu adamları sümük mendili gibi hem içeri attın, hem de dışarıda işsiz kaldı… Mafyada tepeden başlıyor, etiketli adamlar. Biliyorsunuz, aranızda bilenler vardır; Türkiye’deki kapitalist kesimlerin nasıl türediği falan… Dünyanın her yerinde kendiliğinden kapitalist kesim türerken, Türkiye’de devlet eliyle o şartlar meydana getirildi. Şimdi bir devirde empoze edilen o acımasız, tuttuğunu koparan, güçlü olan yaşar gibi bir şeylerdi… Ondan sonra çete özentileri, mafyalar, babalar falan idealize edilen… Oradan oraya atladı iş.”
Açık bir şekilde görüldüğü üzere burada içtimâî yahut fert eliyle meydana getirilen bir yozlaşmayı değil, devlet tarafından sistemli bir şekilde fert ve toplumda meydana getirilen tahribatı konuşuyoruz. Bir şey nereden bozulduysa oradan düzelir, kaynağı tesbit etmeden çözüm aramak beyhude olur.
***
Toplumların değerlerinin sadece maddi başarıya dayandığı bir dünyada, “her yol mübah” anlayışının hızla yerleştiği görünüyor. Ancak bu saplantılı yaklaşımın geride bıraktığı izler, derinlemesine bir muhasebenin ne kadar hayati olduğunu açıkça gösteriyor. Maddi başarı için her türlü ahlâkî ve devlet desteği dolayısıyla aynı zamanda hukukî sınırlamanın göz ardı edildiği bu yaklaşım, toplumun temel değerlerini çarpıklaştırıyor, yozlaştırıyor.
Bu anlayışın yol açtığı olumsuzlukları düzeltmek ve içtimaî dengeyi sağlamak için bir dizi adım atılması gerekiyor. Eğitim, toplumu ahlâkî değerler ve sosyal mesuliyetler konusunda şuurlandırmak için güçlü bir araçtır. Liderlerin ve müesseselerin, dürüstlük ve ahlâkî davranışlar sergileyerek tebliğci değil telkinci olmaları önemlidir. Bununla beraber ahlâkî kurallar ve denetim mekanizmaları, toplumun güvenini yeniden inşa etmeye yardımcı olabilir.
İçtimâî inisiyatifler, insanların birbirine daha fazla destek olmalarını sağlayarak “her yol mübah” anlayışını tersine çevirebilir. Medya ve iletişim araçları, ahlâkî değerleri öne çıkararak insanların perspektifini değiştirebilir. Ancak bu değişim, hukukun ve adalet sisteminin güçlendirilmesiyle tamamlanabilir. Toplumun değerlerini ve önceliklerini yeniden tanımlamak, sadece maddi başarı değil, aynı zamanda ahlâkî değerler, insan ilişkileri ve toplumsal sorumluluklar açısından da bir dengenin tesisine bağlıdır.
Toplumlar, değerleri, ölçütleri ve temel inançlarıyla varlıklarını sürdürürler. Ancak, itibarın yalnızca maddi kazançlar üzerine inşa edildiği bir dünyada, daha derin bir perspektif kaçınılmaz bir şekilde kaybolur. İnsanlığın yüzeye bakarak değil, özünü anlayarak hareket etme ihtiyacı, bizi insanı aşkın bir fikre yönlendirir.
Bir toplumun sarsılmaz bir şekilde ayakta durabilmesi, sadece finansal kazançlara değil, aynı zamanda insanlık haysiyeti, adaleti ve eşitliği de önemseyen bir temele dayanmalıdır. İnsanı aşkın bir fikir, fertlerin ve kuruluşların içtimâî sorumluluklarına vurgu yaparak, sadece kâr değil, aynı zamanda topluma yaptıkları katkıyı da ölçer. Bu fikir, maddi menfaatlerin ötesine geçerek insanların gerçek değerlerini hatırlamalarını ve onları toplumun temel taşları olarak konumlandırmalarını sağlar.
İnsanı aşkın bir fikir, uzun vadeli düşünmeyi, sürdürülebilirliği ve insana saygıyı önceler. Bu fikir, bir kişinin veya kuruluşun itibarını, sadece kendi menfaatlerine değil, aynı zamanda gelecek nesillerin ve toplumun genel refahına hizmet eden bir perspektife dayandırır. İtibarın sadece maddi menfaatlerle değil, aynı zamanda ahlâkî değerlerle, insana saygıyla, kültürel zenginlikle ve bütün bunların ölçülerinin kaynağını teşkil eden “Mutlak Fikir” ile ilişkilendirildiği bir toplum, sadece bugünü değil, geleceği de daha parlak bir şekilde şekillendirebilir.
İtibarın kaynağının maddi menfaatlerin ötesine geçtiği bir toplumun tesisi, insanı aşkın bir fikre olan gereksinimi vurgular. Bu fikir, fertleri ve müesseseleri, sadece kâr hırsına değil, aynı zamanda ahlâkî değerlere, içtimâî sorumluluklara ve insana duyulan saygıya odaklanmaya teşvik eder. İnsanlık, derinlikli bir perspektif kazandıkça, itibarın gerçek anlamını anlamak ve toplumu daha adil, saygılı ve sürdürülebilir bir yolda yönlendirmek için yeni bir kapı açar.
Daha bu meseleleri bile halledememişken, aksine bu yaraları kaşımaya ısrarla devam ederken ve hatta bu gibi meselelerin mesele olduğunun bile şuuruna ermemişken, “Büyük Türkiye” falan… Buradan “Büyük Türkiye” çıkmaz; fakat onların büyük zannettiklerinden çok daha büyük bir sorun yumağı çıkar, ötesi değil.
Bu sorunu çıkaran devlet müessesesi yarın olur da böyle bir mesele olduğunun şuura erecek olursa, o zaman meselenin çözümünü de konuşuruz inşallah.
Aylık Baran Dergisi 19. Sayı Eylül 2023