Bu ülkenin, daha doğrusu bu ülke Müslümanlarının başına ne geldiyse itikadi bozukluktan, itikadi karmaşadan geldi. CHP’nin, Kemalizmin bütün pisliğine, bütün zulümlerine rağmen Ehl-i Sünnetin pırıl pırıl itikadı alttan alta halkımız içinde yaşıyordu. Hocalar etrafında, meşâyih-ı kiram etrafında az da olsa bu damar arı bir şekilde devam ediyordu. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı kavramı, ne olursa olsun faize, harama bulaşmama düşüncesi, helal rızık kaygısı insanımız tarafından sürdürülüyordu. 1943'te Merhum Üstad Necip Fazıl, Büyük Doğu dergisiyle meydan yerine çıktığında, bu meydanlardan yuhalarla kovulan İslam'ı tekrar meydan yerine dikiyor. Bütün bir Anadolu sathını bir kıvılcımla tutuşturuyordu. Müslümanları izzetli ve şerefli olmaya davet ediyordu.
Ne zaman ki bu ülke modernist tercüme ile tanıştı, her şey birbirine girdi.
İbn-i Teymiye, Vehhabilik, Mason ve İngiliz muhibbi dörtlü çete (Afgani-Abduh-Reşit Rıza-Ahmed Han), Musa Carullah, Fazlurrahman, Ali Şeriati, Mutahhari, Humeyni, Seyyid Hüseyin Nasr, Mevdudi, Hamidullah, Ezher'in İngiliz güdümlü hocaları tercüme edilerek İslam bunların yazdıklarına indirgendi. Önce Hayrettin Karaman gibi tipler çıktılar “İmâm-ı Âzam'ın görüşü varsa benim de görüşüm var, onun aklı varsa benim de aklım var.” dediler. Büyük alimlerimize itibar suikastı yaptılar. Ondan sonra temel kaynaklarımıza müsteşriklerden öğrendikleri yöntemlerle saldırdılar. Sonra hadisleri eleştirdiler, sünneti inkâr ettiler. En son Kur’an’a geldi sıra. “Bir tane sahih hadis yok.” diyen ilk hadis profesörü Sait Hatiboğlu, Yaşar Nuri, Mustafa Öztürk, Hüseyin Atay, Bayraktar Bayraklı, Ali Bardakoğlu, Salih Akdemir, Sait Şimşek, Hayri Kırbaşoğlu, Emre Dorman, Mehmet Okuyan, Abdülaziz Bayındır, Sait Çamlıca, İhsan Eliaçık, Mustafa İslamoğlu gibi tipler türedi. Suret-i Haktan görünüp tüm bu itikadı bozukları destekleyen, KURAMER’de, Diyanet dergisinde bunlara yer veren, her birine birer kanal ayarlayarak televizyonlarda bunların boy göstermesini sağlayan Mehmet Görmezler türedi. Öbür yandan Fettoşlar, Adnanlar türedi.
Merhum Erbakan Hoca’nın eline pusula yazıp Suud’a, Ezher’e, Pakistan’a okumaya gönderdiği tipler döndüler Anadolu'nun gariban Müslümanlarını müşrik ilan ettiler. Bunlar Erbakan’ın partisine çöreklendiler kadim Anadolu Müslümanlarını partiden uzaklaştırdılar.
Mezhepsizlik mezhebinden olan sapıklar aldı başını gitti. Sıffin Savaşı, Cemel Vakası yeniden tartışılarak onlarca yıl kavgalar edildi.
Bunlara daru’l harp meselesi eklendi. Tüm haramlar helale dönüştürüldü. Müslümanların okur yazar kısmı haram yemeye alıştı.
Üretmen Han’da, Beyaz Saray’da kitapçılık yapıp “İslâm satan” sayısız müptezel türedi. Bunlar Anadolu’dan gelen gençlerin zihinlerini iğfal ettiler. Hatta genç kızlarımızın zihinlerini iğfal etmekle kalmadılar gizli gizli nikah kıydıklarını söyleyerek onlara ev tutup bedenlerini, namuslarını da iğfal ettiler.
Müslümanlar sistemi İslâmîleştirmek yerine mevcut sistemin nimetlerinden yararlanmak için İslâmî kılıflar buldular.
Tesettüre moda geldi. Beş yıldızlı İslâmî oteller oldu. Müslümanların sahillerde yazlık villaları oldu.
(Kızını isteyen genç avukata, “Altınoluk’ta yazlık alırsan kızımı veririm!” diyen hacıbabanın hikayesini bizzat bu avukattan dinledim.)
Bugün de Tayyip Erdoğan’ın yanındakiler %80 itibariyle Millî Görüş geleneğinden gelenler. Ne oldu da bu insanlara hepsi makamı, parayı görünce sapıttı ve harama bulaştı; karıya kıza düştüler? Bunların çocukları neden Kemalist oldular?
Makamı elinden alınan bayrak açtı. Hatta bazıları İslâm'ı da bıraktı. (Abdullatif Şener, Levent Gültekin, Mehmet Ocaktan, Mehmet Bekaroğlu gibilerin yazdıklarına, söylediklerine bakın İslâm dairesinin dışına çıkıyorlar. Bilmiyorum farkındalar mı?)
Hepsinin nedeni bu itikat bozukluğu. Bu itikat bozukluğunun sebebi de bir İngiliz ve ABD dolayısıyla CIA projesi olan, 1500 yıllık İslam müktesebatını reddeden tercüme ithal İslâmcılıktır.
Hatta biraz daha ileri gidip haklarını da teslim ederek diyeyim ki “Her biri samimi pırıl pırıl Müslümanlar olan, birçoğu şehid edilen İhvan-ı Müslümin’in ileri gelenlerinden (Seyid Kutup, A. Udeh, Hasan El Benna vs.) yapılan tercümeler de bir yarar sağlamamıştır. Gençlerin şuursuzca sloganik ayet ve hadis söylemelerine, kendilerini allame görme şuursuzluğuna yol açmıştır.
Gelelim bu tercümelerin kimler tarafından, nasıl ve niçin başlatıldığına:
İlk tercümeyi CIA’nın direktifiyle MİT Müsteşarı Fuat Doğu yaptırmıştır ve MİT bütçesinden (daha doğrusu CIA’ın verdiği parayla) para vererek bastırıp dağıtmıştır. Tercüme edilen ilk kitap Seyid Kutup merhumun “Adalet-i İçtimaiye” adlı kitabıdır. “İslam'da Sosyal Adalet” adıyla çevrilmiştir.
Kitabı çeviren kişi de bir o kadar ilginçtir: Yaşar Tunagür. Bu kişi İsmet Sezgin ile Süleyman Demirel’in hiçbir yeterliliği olmadığı halde Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı yaptıkları kişidir. Bu Tunagür bir şey daha yapmıştır. Tekirdağ’da ilkokul mezunu imam olan Fettoş’u yine Fuat Doğu’nun isteği doğrultusunda vaiz yapan ve elinden tutup İzmir Kestanepazarı Camii’ne götüren kişidir.
Bir yandan Fettoş’a yol veriliyor. Bir yandan tercüme ithal İslâm devreye sokuluyor. Daha sonra bu tercüme faaliyeti hız kazanıyor. Salih Özcan bu işi yapıyor. Bu kişinin de MİT ve Fuat Doğu ile ilişkisi var. Hatta birçok kişiye tercüme parasını ödemiyor. Kimse de sesini çıkaramıyor. Bu Salih Özcan MSP milletvekili de olmuş bir kişi maalesef. Çünkü Suud’un Rabıta adlı kuruluşundan da Salih Özcan’ın Hilal Yayınevi aracılığıyla para geliyor. Bu paradan parti de yararlanıyor. Tercüme yapanlara buna rağmen para verilmiyor.
12 Eylül Darbesi'nde bütün dergiler yasaklanıyor, yanlış hatırlamıyorsam Ecevit’in çıkardığı dergi bile kapatılıyor. Ama ne hikmetse Zafer dergisi ve Sızıntı dergisi kapanmıyor. Rahmetli Esad Coşan Hoca, dergi çıkarmak için kaç kere müracaat ediyor; ama bir türlü izin alamıyor. İlk müracaatından iki buçuk sene sonra 1983 Ağustos’unda ancak izin alabiliyor ve Eylül 1983’te “İslâm” dergisini çıkarabiliyor. Rahmetli Üstad Necip Fazıl, Büyük Doğu dergisini yeniden çıkarmak istiyor. Kaç kere müracaat ediyor, izin alamıyor. General Tahsin Şahinkaya Almanya'dayken izin alabiliyor, yalnız Şahinkaya döner dönmez izni iptal ediyor. Ama 12 Eylül’den üç ay 18 gün sonra yani Ocak 1981’de bir dergi çıkmaya başlıyor. Bu dergi Ercüment Özkan’ın “İktibas” adlı dergisi. Buna nedense izin veriliyor.
Cezaevlerine, Cumhuriyet gazetesi, Tercüman gazetesi bile alınmıyor. Fakat mealcilik furyasını başlatan Ercüment Özkan’ın dergisi “İktibas” cezaevlerine koli koli gönderiliyor. Özellikle de Ülkücü mahkumlara teker teker veriliyor. İçerden Seyyid Ahmed Arvasi’nin kitaplarını isteyen Ülkücülere bu kitaplar verilmiyor; ama “İktibas” dergisi yanında koli koli tercüme kitaplar veriliyor. Ali Şeriati’nin, Mevdudi’nin, Hamidullah’ın, Humeyni’nin kitapları veriliyor. Hatta ne hikmetse Merhum Şehidler Seyit Kutup, Hasan Elbenna, Ramazan El Buti vs.nin kitapları da veriliyor.
Sonrasında içerden çıkan birçok Ülkücünün hidayete erdim deyip Radikal İslamcılık, İrancılık, Vehhabilik, Selefilik vs. davası güttüğüne şahit oluyoruz.
80’li yılların ortalarından sonra üniversitelerde Fettoşçuluk ve İrancılık- Teymiyecilik-Selefilik moda oluyor. (Burada bir karmaşa da söz konusu, Selefiler, Vehhabiler hatta İhvan-ı Müslimin taraftarları Şia’yı hiç sevmediği halde Türkiye’de İrancılar aynı zamanda Selefi-Vehhabi ya da İrancı-Selefi-Vehhabi-İhvancı gibi bir çorba durumundalardı.)
Üniversitelerde “Ehl-i Sünnet’im” demek neredeyse zül sayılır olmuştu. Tasavvuftan söz etmek direkt “müşriklik” diye damgalanıyordu. Bu anlayış İlahiyatları kuşattığı gibi Refah Partisi kadrolarını da kuşatmıştı. Merhum Erbakan Hoca, buna göz yumdu. Hatta -daha önce Suud’un Rabıtasından aldığı gibi İran’dan da maddi destek mi alıyordu bilmiyorum (!)- destek oldu. İran’a gitti, Humeyni’yi ve mollaları övdü. Video teşkilatlarda tekrar tekrar izlendi. Esad Hoca ve cemaati tû kaka ilan edildi ve partiden uzaklaştırıldı. Bu itikadî sapkınlar baş tacı edildi.
Radikal İslamcıların öğrenci evlerine elektrik, su kaçak bağlanır olmuştu. Ulaşım vasıtalarına para vermek küfürdü, bir şekilde kaçak göçek bedava binilmeliydi. Bunu yapan cihat etmiş oluyordu. Cami imamları “belam”, camiler müşrik mekanlarıydı.
Böylece haram yemek meşrulaştı. Evlilik, anne ve babadan habersiz yapılabilirdi. İmâm-ı Âzam anne ve babanın iznini şart koşarken yanılmıştı. Radikal İslâmcı gençler kendi aralarında nikâh yapıp evleniyordu. (Bu evliliklerin, Mut’a nikâhı furyasının daha sonra ne facialara yol açtığı apayrı ve uzun bir konu. Mütesettir, abdestli namazlı bir kızın bir yıl içinde -evlenip ayrılıp- beş kişi ile Mut’a nikahı kıydığına şahit olmuşluğum vardır.)
90’lı yıllara gelindiğinde Müslüman Camia’da dolandırıcılık furyası başladı. Avrupa’daki Müslüman işçilerin parasına göz dikildi.
Daha önceden bizzat Merhum Erbakan Hoca’nın direktifiyle ve Avrupa Millî Görüş teşkilatı aracılığı ile “Hepiniz birer Mercedes alın, seçim dönemlerinde ülkeye bu arabalarla gelin ve seçim çalışmasına katılın. Partimiz zengin ve güçlü görünsün!” düşüncesi aktarıldı. Gariban işçiler birikimlerini lüks Mercedeslere yatırdılar ve denileni yaptılar. Refah Partisinin seçim masrafları da yine bu Avrupa’daki gariban işçilerden geliyordu. (Bunlar atmasyon değil. Memleketimde her seçim döneminde bu şekilde gelen birkaç kişi vardı. Bizzat onlardan dinlediklerim.)
Müslüman camia lükse, maalesef ki, Merhum Erbakan Hoca tarafından sürüklendi. Tesettür modasını dergiler Erbakan Hoca’nın ailesiyle yaptıkları röportajlarla pompaladılar. Hidayete eren ve Millî Gazete’de yazar olan eski mankenler aracılığı ile reklam ettiler. Çırağan’da düğünü, damada milyarlık saat hediye edildiğini de Erbakan Hoca’da gördük.
Peki dolandırıcılık nasıl oldu?
Burada Refah Partisi iltisaklısı bazı kişiler -niyetlerini bilemem, iyi niyetli olabilirler- çok ortaklı şirketler kurdular. Valizlerini alıp Avrupa Millî Görüş teşkilatlarının kapılarına dayandılar. İşçileri ikna ettiler. Kâr ortaklığı esasına göre para topladılar. Yimpaşlar, Kombassanlar, İttifak Holdingler bu paralarla oluşturuldu. Daha ufak çaplı biçimi birçok şehirde, ilçede faaliyete geçirildi. Bu arada ülkedeki insanlardan da sayısız kişinin parası alındı. Firmalar kuruldu, kâr payı verilmedi. Habire büyüyoruz, yatırım yapıyoruz, paranız artıyor vs. denildi. Bu holdinglerin, kuruluşların paraları hovardaca harcandı. Partiye, derneklere vs. hesapsızca aktarıldı. Spor kulüplerinde hiç edildi. Mesela bir televizyon kurma fikri oluştuğunda Merhum Erbakan Hoca, yaptırdığı araştırmayla “Haber 7” ya da “Haber Yeni” adlı bir yayın kuruluşu olduğunu, bu kuruluşun tüm basın alanlarıyla ilgili ruhsatı olduğunu ve bu kuruluşun satılık olduğunu öğreniyor. Yimpaş Holding Yönetim Kurulu Başkanı Dursun Uyar’ı çağırıyor, “Bu firmayı satın al. 1 trilyona verecekler. Parayı öde hisselerini de falan falan kişilere devret!” diyor. Dursun Uyar, derhal denileni yapıyor. Kanal 7 böyle kuruluyor.
Çok ilginç olan bir şey var: Bu arada Merhum Erbakan Hoca’nın mal varlığı beyanında 148 kilo altını olduğu gazetelerde manşet oluyordu. Bu televizyon kanalı neden o altınların 3-4 kilosuyla değil de on binlerce kişinin alın teriyle kurulan YİMPAŞ’ın parasıyla alındı? Yimpaş’a alın terini yatıran işçilerin paraları hiç oldu; ama Merhum Erbakan Hoca’nın, çocuklarını birbirine düşürecek trilyonlarca mirası kaldı.
Kötü yönetim, sorumsuzca harcama ve sonrasında 28 Şubat’ın da baskısıyla bu şirketler battı. On binlerce insanın alın teri olan parası berhava olup gitti. İşçilere de bırak kârı yatırdıkları ana paradan bile kuruş ödenmedi. Haramzadelik her yere sirayet etti. Bir yandan itikadî bozukluğun haramı meşrulaştırması, bir yandan bu holdinglerin yöneticilerinin yaptıklarıyla gırtlağımıza kadar harama bulaştık.
Öyle oldu, böyle oldu. 28 Şubat oldu. Her şey darmadağın oldu.
Sonra Ak Parti kuruldu. Refah Partisindeki bu kadro Ak Partiye geçti. Bunlara bir de ABD FETÖ’yü yamadı. FETÖ’de zaten her yol meşruydu. Müslümanlar iktidarda makamlarda paraya düştüler. Kadına düştüler. Ahlâk sükût etti. Yıllarca eleştirdiğimiz laiklerden daha beter olduk. FETÖ yetişmiş eleman gücüyle Millî Görüş kökenliler bakan da olsa milletvekili de olsa bunlara bir şey yaptırmadı. Her şeyi kendi kontrolüne aldı. Davul Milli Görüşçülerin boynunda, tokmak FETÖ’nün elinde bir iktidar devam etti. Bu arada Hayrettin Karaman başimamdı. Diyalog toplantılarının berdevamcısıydı. Beşir Atalay, Abdullatif Şener, Mehmet Aydın gibi daha bir sürü itikadı bozuk tipler de Diyanet eliyle Ehl-i Sünnet’i, dini berhava ediyorlardı. Partinin İslâm anlayışı mezhepsizlikti. Zaman zaman bu minvalde Tayyip Erdoğan’ın “Benim dinim Ehl-i Sünnet de değil, Şia da değil İslam!” sözü gibi faul konuşmalarına hepimiz şahit oluyorduk. Diyanet kadroları iki itikadî sapkın grup yani FETÖ ile modernist zihniyete teslim edilmişti. Bir yandan da modernist zihniyetin kadın versiyonları öne çıkmaya başlamıştı. Tayyip Erdoğan’ın çevresindeki danışman mevkiindeki kadın-erkek tüm ilahiyatçılar itikadı bozuk modernistlerdi. Hidayet Şefkatli adlı bir sapık ilahiyatçı danışmandı. Bu tercüme İslamcılar da Tayyip Erdoğan’a FETÖ kadar zarar verdiler. Şimdi makamları elinden alınınca hepsi “Karar” gazetesinde toplandılar ve Tayyip Erdoğan’a zehir kusuyorlar.
Hele de parti içinde ne oldum delisi olmuş bir kadın güruhu var ki -ben de anlamıyorum Tayyip Erdoğan bunlarda ne buluyor- bunların yaptığını düşman yapmaz. Bunlar İslâm’a olan inançlarını da yitirmiş. Hırsları tavan yapmış, feministleşmiş, kendi kitlesine kin, nefret duyan bir grup mahluk. Tayyip Erdoğan’ın kaşıkla topladığını kepçeyle dağıtıyorlar. Halen de buna devam ediyorlar. Kendilerine dönük en küçük eleştiriye karşı saldırıyorlar. Özlem Zengin’in Ahmet Şimşirgil’e ve Mehmet Boynukalın’a saldırmasında bunu gördük. Bu güruh İslam’ın bir hakikatini isbatlıyor: Kadından yönetici olmaz.
FETÖ’nün tasmasını elinde tutan sahipleri, bu FETÖ’ye “Tayyip Erdoğan, anlaşmamızın dışına çıkıyor. Boğun onu!” talimatı verdiler. FETÖ ile kapışma başladı.
Tayyip Erdoğan’ın dirayetiyle FETÖ temizlenmeye başlandı. Ama Erdoğan’ın ekibinin, vekillerinin, bakanlarının kılı kıpırdamıyordu. Bir çoğu FETÖ ile değişik ilişkiler içindeydi. Hatta ilahiyatçı bir milletvekilinin: “Cemaatle iş yapanlar köşe oldular, ben kaldım. Ben de onlarla çalışacağım.” dediğini onunla samimi olan bir arkadaşım aktarmıştı. Makamlara getirdiği bazı kişiler açıktan, bazıları ise gizli gizli FETÖ’ye destek çıkıyordu. Hepsinin kirli dosyaları, videoları, ses kayıtları FETÖ’nün elindeydi. Fakat Erdoğan pes etmedi. Hayli bir mesafe aldı ama yetersizdi. Derken 15 Temmuz patladı. Hepsini temizleme fırsatı doğdu. Erdoğan özellikle 15 Temmuz’dan sonra eski ocağına sarıldı, tüm kadrolara Milli Görüş kökenlileri getirdi. Ama ne getiriş. Aç kurtlara sürü teslim etmek gibi bir şey oldu. FETÖ döneminden de kuyruk acısı olan, makam, para ve şöhrete ulaşamayan Millî Görüşçüler her şeye saldırdılar. Tayyip Erdoğan kime güvendiyse hüsrana uğradı. Kimi bir yere getirdiyse yiyici çıktı. Kadın düşkününe dönüştü. FETÖ döneminde yalnız olan Tayyip Erdoğan yine yalnız ve yine işleri tek başına götürüyor. Makamlara, görevlere getirdiği Millî Görüşçüler bir yandan iş yapmayıp yiyiciliğe soyundukları halde bir yandan da Erdoğan’ı eleştirmeye devam ediyorlar. Dün makam verdikleri de zaten ortadalar. Başbakan yaptığı Davutoğlu FETÖ ile beraber olup Erdoğan’ı Yüce Divan’a gönderme derdine düştü. Abdullah Gül, Gezicilerle, FETÖ ile altını oyuyordu, hâlâ da oymaya çalışıyor. Avrupa Millî Görüş Teşkilatı Genelbaşkanı Mustafa Yeneroğlu’nu getirmişti, Genelbaşkan Yardımcısı yapmıştı. Şimdi en büyük düşmanı oldu. Saymakla bitmez… Erdoğan’ın MGV’li diye Diyanet Vakfı Mütevelli Heyetinde görevlendirdiği adamın, FETÖ ile ilgili bildiklerini korkusundan hiç anlatmadığını, Devlet Denetleme Kurulu’nda ifadeye çağrıldığında “bilmiyorum” deyip nasıl geçiştirdiğini anlatsam Erdoğan için yüreğiniz parçalanır. Kime güvensin bu adam?
Tayyip Erdoğan hatadan beri bir adam değil bir sürü de hata yapıyor. Etrafına topladığı, eskiden “dava arkadaşım” dediği tiplerin açgözlülüğü, hırsları, iş bilmezlikleri, itikaden sapkın olmaları Erdoğan’ın sırtındaki en büyük kamburdur. Erdoğan itikadı önemseyip de Ehl-i Sünnet’e sarılmazsa işler daha da kötüye gidecektir. Etrafındaki itikadî sapkınlar onu ne savundular ne de bundan sonra savunurlar. Gariban Anadolu halkı Erdoğan’ı seviyor. Bu itikadî sapkınlar bu halktan da nefret ediyorlar. Bu halkı cahil müşrikler olarak görüyorlar.
Tayyip Erdoğan’ı desteklemek, savunmak da düne kadar Müslüman bile kabul etmedikleri Ülkücülere düştü.
Biz mi? Biz BD-İBDA bağlıları -Elhamdülillah- bu Ümmetin enayileriyiz. Kim İslâm’a yarayacak bir iş yaparsa destekleriz. Bir makam mevki de verilmez, biz kötü çocuklarız. Peki, bundan şikayetçi miyiz? Hayır!
Baran Dergisi 745.Sayı