Şiir sanatında orijinalitesi olan merhum Sezai Karakoç, vefatından önce ve vefatından sonra da bir “mütefekkir” olarak lanse edildi. “Mütefekkir” mefhumu haşmetli manasından uzaklaştırıldı ve sıradan bir düşünme ameliyesi derekesine indirildi. Yazıp çizmiş her kim varsa “mütefekkir” ya da “fikir adamı” diye lanse edilir oldu. Bizim Muzafer Doğan Ağabey'in Mustafa Miyasoğlu ve M. Akif İnan için bile vasıf olarak kullandığı bu kavram, günlük hayatın içinde "Bugün ne pişirsem acaba?" diye düşünen ev hanımı Ayşe Teyze'nin düşünme ameliyesinin vasfı derecesine indirildi.
“Mütefekkir aşağı, mütefekkir yukarı” diye bir durum ortaya çıktı. En küçük bir tenkitten hoşlanmayan toplumumuzda, sanat alanında münekkid yokluğundan dem vurulup durulurken, ki bu alanda iyi-kötü kalem oynatabilen kişilere rastlanır, fikir alanında tenkit yapacak cins bir kafanın olmaması çok doğaldır. Hâl böyle olunca da hayatında az ya da çok yazı ve çizi işlerine bulaşmış herkese "mütefekkir" payesinin verilmesi de çok tabiîdir.
Peki her biri "düşünen hayvan" olan insan yığınından "mütefekkir"i ayıran vasıflar nelerdir? Kime "mütefekkir" diyebiliriz?
Dünya fikir tarihine baktığımızda, Sokrates'ten Pascal'a, Kant'tan Nietzsche'ye, Descartes'tan Bergson'a, Muhiddin Arabi'den İmam-ı Gazali'ye daha bilmem kime kadar şunu görürüz:
Bu insanları, başta kendi benlikleri olmak üzere, varlık-oluş, hayat-ölüm, ruh-beden, Yaratıcı-yaratılan, müşahhas-mücerret, cemiyet-fert, hürriyet- adalet, akıl-mantık, kainat-nizam vs. konularında tecrit terleri dökmüş, akıl melekesini bir yay gibi germiş, akıl dişi ağrımış, varlıklarını yokluğun sınırlarında gezdirmiş, kendi biyolojik varlıkları dahil her şeyi bir şüphe çölünden geçirip yeni bir vücuda kavuşturmuş, eşya ve hadiselerin sırrını cinnetin sınırlarında kurcalamış, kısacası bir varoluş ıstırabının girdabından geçmiş, fert ve cemiyet meselelerini böyle bir çilenin sonunda ele almış kişiler olarak görürüz. "Mütefekkir" payesi de ancak bu tür insanlara vasıf olacak bir kavramdır.
Tekrar merhum Sezai Karakoç ve mütefekkirlik bahsine dönersek, "Sezai Karakoç'un bir mütefekkirlik vasfı var mı?" sorusuna cevap bulmaya çalışmalıyız.
Öncelikle şunu belirtelim ki Sezai Karakoç, sistematik bir düşünce ortaya koymuş, cemiyet ve fert meselelerini enine boyuna ele alıp bu meselelere çözüm üretmiş, cemiyete ve ferde bir hayat nizamı manzumesi sunmuş bir kişi değil. İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü (Bu kitap Muhammed Bakır Es-Sadr'ın "İslam'ın Ekonomik Doktirini" kitabının etkilerini taşır.), Yitik Cennet (Bu kitap Muhiddin Arabi'nin Füsu'l-Hikem kitabının Sezai Karakoç'taki yansımaları ve Hızır'la Kırk Saat şiirinin nesir biçimidir.) ve Diriliş Nesli'nin Amentüsü kitaplarında cemiyet meselelerine el atmış ve insanlara neyin örneklik teşkil etmesi gerektiğini anlatmıştır.
"Diriliş Nesli" adıyla özelliklerini belirttiği kafasındaki örnek nesli elbette ki İslam'ın emrettiği vasıfları taşıyan bir nesil olarak resmetmiştir. Yalnız bu nesle sadece "Haktan, doğrudan yana olun." mesajını iletmiştir. Bir hedefe varma, iyiyi ikame etme ve kötüyü ortadan kaldırma cehdi aşılamamıştır.
Bütün bir fert ve cemiyet meselelerine el atma, bu meselelere çözüm sunma, bir cemiyet ve hayat nizamı sistemi sunma gibi bir durumu yoktur.
O halde düşünen, dert edinen ve bu uğurda yazıp çizen ve bence en önemli tarafı olarak tenezzülsüz bir insandır. (Makam-mevki, para-pul işlerine hiçbir şekilde tenezzül etmemiştir.)
Ama "mütefekkir" kavramının bütün manasını dolduracak bir müktesebata sahip değildir.
Sezai Karakoç, yanan ama yakıcı olmayan bir kişiliğe sahiptir. Kendi kişiliğinin bir yansıması olarak da, Necip Fazıl'ın yükselttiği mücadele ateşinin alevini söndürmüş, aksiyonu pörsütmüş bir kişidir. Temelde Hızır'la Kırk Saat şiiri ve Yitik Cennet kitabı üzerinden Sezai Karakoç'un düşünce dünyasını okuyabiliriz. Bu zikredilen eserlerde verilen temel mesaj şudur:
"Hak ile bâtıl mücadelesi Habil-Kabil ile başladı. Kıyamete kadar da sürecek. Önemli olan "hak"tan yana olmaktır. Bu "hak"tan yana olmanın sıkıntılarına, çilesine katlanmaktır. Allah insanların bozulduğu dönemlerde peygamberler göndermiş, Hak olanı bildirmiştir. Biz de hak olandan yana olmakla mükellefiz."
Üstad Necip Fazıl'ın hak olanı her tür vasıtayı kullanarak ikame etme, hâkim kılma, batılı imha etme hedefi vardır. Sezai Karakoç, bu hedeften yoksundur, doğru tarafta yer alma ile yetinici pasif bir tavrı önerir. Necip Fazıl'ın yanıcı ve yanarken de yakıcı aksiyoner mücadelesini bu anlamda pasifize etmiştir. Bunu iki durumdan müşahede edebilirsiniz. Birincisi Necip Fazıl'ı tehlikeli, kendi düşünceleri için bir tehdit olarak gören ve ona canhıraş bir şekilde saldıran İslam düşmanı kesimler Sezai Karakoç'a asla saldırmamışlardır. İkincisi Sezai Karakoç'a aşırı meftun olan insanlarda çok rahat görebilirsiniz. Bu insanları, melankolik, kendini tecrit eden, büyük ıstıraplar çektiği ve anlaşılmadığı vehmine kapılan kişiler olarak görürsünüz. Bir de umutsuz bir aşk yaşamış ve Mona Roza'da halinin tercümesini bulmuş, bu şiirle teselli olmuş biriyse cemiyetten hepten kaçan, kendi aleminde yaşayan, gündelik hayatını idame ettirmekte bile zorlanan, melankolik ilginç bir kişilik olup çıkmış tiplerdir bu insanlar.
Sonuç olarak, Sezai Karakoç, tam manasıyla bir mütefekkir değildi.
Ama dava adamıydı. DPT'de üst düzey bürokratlar olan ve dava adamı diye lanse edilen kişilerle asla kıyaslanamayacak bir değerdi. Dava adamlığını bir kişinin ne yaptığından çok neleri feda ettiği gösterir. İstese her tür dünyalığa ulaşabilirdi Sezai Karakoç. Ama her tür dünyalığı reddetmiş, tenezzülsüz biriydi.
Allah gani gani rahmet eylesin.
Baran Dergisi 779. sayı