Benim havsalamın almadığı, İslam ülkelerinin, mesela Arap dünyasının Necip Fazıl’a uzak duruşuydu. Gerçi Arapların önemli bir kısmının Rusya’nın ideolojik işgali altında olduğunu biliyorduk. Bir kısmını da bizden kopardıktan sonra İngiliz ve Amerikalılar kontrole almışlardı. Ancak, serbest yazar ve düşünce adamları, şairleri Necip Fazıl’a niye uzak duruyorlardı?
Necip Fazıl Kısakürek, Türk kültür ve medeniyeti içinde İslamî ve millî sesin besleyici damarı olmuş ve bunun yanında ömrü boyunca sürükleyici liderlik vasfını koruyarak ülkenin kültürel yönden zihnî gelişmesine de büyük katkı sağlamıştır.
Gençlik dönemimizde bize ışık verip yol açan bu büyük insanın, Batı’da tanınmasını bekleyemezdik. Çünkü mücadelesi bu Batı taklitçiliğine savaş halindeydi. Batı, Türk kültürünün yozlaştırılması için içimizdeki piyonlarını kullanmayı başarmış, Necip Fazıl ise hem Batı ile hem de içimizdeki Batı’nın kuklalarıyla savaşmıştı. Cumhuriyet döneminin yayınlanan ilk romanlarına bakınız, hemen tamamında geçmişini aşağılayan, geleceğe Batı’nın kapılarını hiçbir kayıt altına almadan açan bir hevesin acımasız ipuçlarını görürsünüz. Necip Fazıl, hem sistemle, hem de sistemi eserleriyle besleyen bu tür fedaileriyle mücadele etti.
Ancak benim havsalamın almadığı, İslam ülkelerinin, mesela Arap dünyasının Necip Fazıl’a uzak duruşuydu. Gerçi Arapların önemli bir kısmının Rusya’nın ideolojik işgali altında olduğunu biliyorduk. Bir kısmını da bizden kopardıktan sonra İngiliz ve Amerikalılar kontrole almışlardı. Ancak, serbest yazar ve düşünce adamları, şairleri Necip Fazıl’a niye uzak duruyorlardı?
Bu konunun aydınlanmasında bize yardımcı olan bir isimle yüz yüze muhatap olmanın şansını yaşadım. Mısır’ın Ayn Şems Üniversitesi’nden Dr. Azze Essavi, hocası Prof. Dr. Muhammed Harb’ın tavsiyesiyle doçentlik tezi olarak Necip Fazıl’ı almış ve Türkiye’ye gelmişti. 1982’lerdeydi sanırım. Kendisini misafir ettik ve bu meseleleri enine boyuna konuştuk. O yıllarda, Batı’da ve Araplar arasında, daha çok sol kesimden bazı sivri isimler tercüme ediliyordu. Bunu biliyorduk. Çünkü bu tercümeleri haber yapıp psikolojik bir üstünlük derdine düşen bu kesim bu işi çok iyi kullanıyordu. Kenarından köşesinde bizlerden de tercüme yapılsa, bu yeterli değildi. Hiç olmazsa, Necip Fazıl, hadi kendisi tavır aldığı için Batı’da kabul görmesin, ama İslam ülkeleri böyle bir ismi niye fark edememişlerdi? Essavi, bu iş için geldiğini söyleyince kendisine ilk sorum şu oldu:
“Necip Fazıl için ilk gelen sizsiniz galiba, bu biraz geç değil mi?”
“Evet, ilk gelen galiba benim ama çok geç!”
“Peki, neden?”
“Bizde devlet ya da üniversitelerde hocalar daha çok Türkiye’den Nazım Hikmet ve Aziz Nesin’i tercüme ettiriyor. Bizde bu isimler biliniyor.”
“Bunun sebebi sizce ne olabilir?”
“Bizde bunun sebepleri çok çeşitlidir. Necip Fazıl, çıkış yolu olarak doğrudan İslam’ı görüyor. Cemal Abdülnasır yıllarca Rus yanlısı bir politika izledi ve sosyalist bir partinin başında isim olarak Mısır’ı yönetti. Bu bakımdan Mısır’daki rejimler hassasiyetini mahiyetinde taşıyan İslamî tavra pek sıcak bakmaz.”
Cemal Abdülnasır’ın Rus yanlısı politika izlemesini anlamak bir anlamda mümkündür: Çünkü Fransa ve İngiltere, Süveyş kanalına ek koymak istediklerinde, Rusya, buna karşı çıkmış, Kanal’ın işgal edilmesi halinde, Paris ve Londra’yı atom bombasıyla vuracağını açıklamıştı. Bu ciddi tehdit, Avrupa’nın sömürge umutlarını tamamıyla kırmakla kalmamış, bu ülkeler kanalı işgalden vazgeçmişlerdi. Nasır bunun diyetini ödedi. Ancak, hani yağmurdan kaçarken doluya tutulma olayı gibi bir şey bu: Bu defa, bütün Arap âleminde Rusya’nın kültürel ve siyasi yayılma ablukası başladı. Böyle bir ortamda Necip Fazıl bu ülkelere sokulamazdı. Çünkü Necip Fazıl reçeteyi İslam’da görürken, Rus yayılmacılığının ve Komünizmin de amansız düşmanıydı. Meselenin bu cephesini Essavi’ye sormadım elbette. Ona, Necip Fazıl’ı nasıl fark ettiğini anlatması ricasında bulundum. Söyledikleri önemliydi:
“Türkiye’de bir dönem ciddi baskıların olduğundan haberdardık. Ancak, son dönemlerde bir rahatlama vardı. Mısır’dan buraya gelen aydınların birçoğu buradaki olumlu gelişmelerden söz ediyorlardı. Necip Fazıl’ı bu vesileyle tanımış olduk. Bizim üniversitelerimizde de Türkoloji bölümleri var. Ben işte o bölümde öğretim üyesiyim. Türk edebiyatının yetiştirdiği isimlerin Nazım Hikmet ve Aziz Nesin’den ibaret olmaması gerektiğini düşündüm. Eserlerini okuyunca çok geç kaldığımızın farkına vardım. Ben doçentlik tezi olarak bu yüzden Necip Fazıl’ı seçtim ve Türkiye’ye sadece bu iş için geldim. Sizlere kadar ulaşmamın sebebi de budur.”
Bu çalışmaların başladığı yıllarda yine Mısır’dan Muhammed Harb, Necip Fazıl’ın eserlerinin bir kısmını Arapçaya ve İngilizceye çevirdi. Bu iki Arap aydının Necip Fazıl’la ilgili bu çalışmalarında şair ve yazar merhum Mustafa Miyasoğlu’nun önemli katkısının olduğunu belirtmemiz gerekir.
Buna ilave olarak, ayrıca merhum Salih Mirzabeyoğlu’nun içteki kuşatmayı kırmak için ömrünü vakfettiği çabasını gözardı etmemeliyiz: Mirzabeyoğlu’nun sonradan beraat edeceği yargılamalarından idama mahkûmiyetine kadar süren acımasızlığa ödediği bedel, bir insanın bir insana değil, bir insanın bir insanın cihanşümul ideallerine fedakârca baş koymasıdır! Artık bugün çok daha yeni isimler, sadece Necip Fazıl’la da sınırlı kalmayarak ve yalnızca da Mısır’dan ibaret olmayacak şekilde birçok Arap ülkesinde daha önemli çalışmalar yapmaya başlamışlardır.
Ancak, belki ilk olması bakımından, burada Mısır Ayn Şems Üniversitesi’nden Dr. Azze Essavi’nin Necip Fazıl’a ait tezinden söz etmenin önemli olduğunu düşünüyorum:
Dr. Essavi, 324 sayfalık bu hacimli çalışmasında Necip Fazıl’ın öce hayat hikâyesini naklediyor. Burada gençlik döneminden başlayarak edebi çizgisinden söz ediyor ve bu çizginin Türk kültür hayatındaki merhalelerini ve etki alanlarını anlatıyor. Arkasından kendi değerlendirmesine geçerek özetle şunları söylüyor:
“Necip Fazıl, her eserinde İslamiyet’in ilkelerine bağlı kaldı. Türklerin gücünü İslamiyet’e bağlılıkta gördü ve konularını, tarihten, siyasi, toplumsal olaylardan, takva ehlinin hayatlarından alarak, bazen şiir, bazen de düzyazı halinde işledi. Yarım asırdan fazla bir zaman süren edebi hayatı boyunca, İslamiyet’e çağıran ilkesine sadık kalarak, çalışmalarına devam etti.
Necip Fazıl, kendi tabiriyle Türkçe’nin ve Türk’ün özüne uygun şiirler yazdı. Yine şiiri ve şairi tanımlarken şöyle der: “Maddi hislerden soyutlanarak ve metafiziğe intikalle, ilahi aşkın mucizesinden en çok bahseden şair, şiiri Alla için yazar.” O’na göre, şiir olgusu İlahi sırrın çerçevesinde gelişmelidir. Şiirde amaç gizlenmeyip sadece hisle değil, katıksız fikir olarak, fikirle hissi kaynaştıran bir olgu tarzında algılanmalıdır. Özle şekil uygunluğu, şiirin gereklerindendir. Ancak şair ikisini birden uhdesine almalıdır. Şair toplumun beklentilerini önceden hissedebilen, kendi taşkınlıklarını kontrol altına alabilen biridir. Şiir pratik bilimlerle sıkı temas halindedir. Şiirle bu tema, ruhun feyzinden fışkıran manevi kavramları ve orijinal hisleri bulabilir.
Üstad’ın yaymağa çalıştığı, gerçekleştirmek için ömrünü verdiği gaye, İslam’a hizmettir. Yazılarında İslamî meseleleri düşündüğünü, onlarla ilgilendiğini, İslam’ın ilkelerine bağlı kaldığını görüyoruz.”
Dr. Essavi, bunları söyledikten sonra, Necip Fazıl’ın mücadelesine ilgi duyar ve Büyük Doğu Dergisi çerçevesinde bu meseleyi inceler. Bu derginin bir edebiyat akımı olduğu kadar, yayınlandığı dönem de inananların yönlendirilmesi ve yetiştirilmesinde de bir mektep görevini üstlendiğini söyler:
“Necip Fazıl’ın 1943-1978 yılları arasında fikirlerini perçinlediği Büyük Doğu Akımı, Türkiye’de İslami kavramları zihinlere nakşeden bir akım olması sıfatıyla düşünce, edebiyat, siyasi mücadele sahasında önemli rol üstlendiği gibi, İslam düşüncesini anlatmak için iki yol izlemiştir. Birincisi, davetine kamuoyu hazırlanmasına yardımcı olan dergiler, makaleler ve kitaplar neşreden, “Büyük Doğu” adında büyük bir yayınevi kurulması. İkincisi, siyasi mücadelede fonksiyonu olması için seçimlere girme tasarısı.
Allah isminin açıkça söylenmesinin yasaklandığı bir dönemde Büyük Doğu milyonlarca kişinin kalbinde sistemli bir ideolojik çalışmanın simgesi olarak yerleşmiştir.
Üstad, önsözlüğü ve ölümsüzlüğü ile paklığı ve doğruluğu ile bir hayat sistemi olarak İslamiyet’in, tüm insanlığın mutluluğunu garanti ettiğini, İslam’ın bütün olup bölünme kabul etmediğini vurguluyordu. “Büyük Doğu” akımı aracılığı ile İslam toplumunun fertleri arasında hayatın bütün yönlerini düzenleyen sistemli bir ideoloji kurmaya çalıştı.
Ona göre İslam; hayatın iksiri, her derdin dermanı, her şeyin kaynağı ve sosyalizm olsun, komünizm olsun, kapitalizm olsun, faşizm olsun, bütün beşerî sistemlerin gerçekleştirmekten aciz kaldığı her şey İslam’da var.”
Dr. Essavi, tezinde Necip Fazıl’ın bir dünya sistemi olarak İslam’ı takdim ettiğini, hukuktan iktisadi nizama, ahlaktan, sosyal huzura kadar her alanda önemli yenileyici sistem olduğunu anlattığından uzun uzadıya söz eder ve tezini şu cümlelerle tamamlar:
“Necip Fazıl’ın ciddiyetini Türk İslam edebiyatına yaptığı yardımları anlamak için, uzun mücadelesini, cezaevlerinde çile doldurmasını ve azap görmesini bilmemiz yeterli değil mi?”1
Sanırım bunun için ideallerinin estetik dili olan şiirlerine “Çile” adını vermiştir. Ruhu şad, mekânı cennet olsun.
1- Suffe 1984 Necip Fazıl Armağanı, Suffe Yayınları, İstanbul 1984 s. 199 vd.
Aylık Baran Dergisi 28. Sayı Haziran 2024