Tanışmayı çok istediğim fakat bir türlü fırsat bulamadığım bu münzevî kadın hakkında bildiklerim bir yana, bende hep bir saygı duygusu uyandırmıştır. Ruhunun derin bir acının kıskacında ızdırap çektiğini, yazdıklarını okumadan da, yüzünden anlayabilirdiniz. Acı, çocukluğundan itibaren deştiği bir yara gibidir hayatında Ayşe Şasa’nın. Bir Allah dostunun tavsiyesi üzerine kaleme aldığı “Bir Ruh Macerası” isimli otobiyografik kitabında, daha çocukken “marjinal” bir ruh olduğunu keşfedişini anlatırken, tabiatındaki, fiziki vücudundaki, ismindeki ve soyundaki her şeyin, aslında tabiî bir hâl olması gerekirken, onu nasıl bir ıstıraba sürüklediğini, nasıl bir “anlam” arayışı içinde marjinalleştiğini anlatır:
- “Evet… Bu isim bile hayatımda çok şey belirliyor. Şasa, hayatım boyunca bilhassa telefonlarda telaffuzunu kimseye aktaramadığım bir soyadı. Kafkasya’da ok-yay anlamına gelen bir kelime; okun temrenini yapan usta anlamına da geliyor. Kerbela şehitleri arasında Ebu Şasa adında bir zat var, bizimle ilgisi olup olmadığını bilmiyorum… Telefonda Şile, Ankara, Sivas, Ankara diye kodlamam gerekiyor. Böyle diye diye bu yerlerin isimleriyle de bir özdeşlik kurmaya başladım. Boyumun biraz ortalamanın üzerinde olması da, çocukluğumdan itibaren göze batan bir şeydi. Bunları söylüyorum çünkü bunlar bende marjinallik duygusu uyandıran, yaşadığım çevre içerisinde iğretilik izlenimi veren şeylerdi. Çevreme aidiyet bilinci çok zayıf olduğu için, her şeye dışarıdan bakıyordum, dünyaya dışarıdan bakmak zorunda kalıyordum. Aileme dışarıdan bakıyordum; ailem bir konuda haklı mı haksız mı, iyi mi kötü mü hep başkalarının gözüyle bakıyordum. Bu, bir çocuk için çok yorucu bir şey. Bu aidiyet belirsizliği çocuk yaşta eğri ile doğru hakkında yapayalnız karar verme mecburiyetini getiriyor. Eğriyi doğruyu ayırt edebilecek dayanağınız yok; ruhî dengenizi sağlayacak bir kültür ortamından mahrumsunuz… Hatıratımı kayda geçirmek düşüncesi uyandığında aklıma ilk gelen ve beni hâlâ etkileyen bir olay var. Bence orada uç verdi... 16 yaşımdayım... Şişli’de La Paix Hastanesi’nin önünden geçiyorum. O dönemde inançlı biri de değilim, ama o hastanenin önünden geçerken içime bir şey doğuyor; bir dua değil de bir dilek, “Hakikate vasıl olmama vesile olacaksa, yolumun bu hastaneden geçmesine razıyım.” demiştim içimden; niyet tutar gibi. “Hakikat” (truth) kelimesine aşırı bir ilgim, abartılı bir merakım var. Truth… Bu kelimeyi kolejde, ortaokulda sanıyorum, felsefe dersinde Platon’un diyaloglarında duymuştum. Çok cazip geliyordu bu kelime bana, müthiş bir etkisi vardı üzerimde, ama ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyordum. Kelime büyüleyiciydi, ama ne olduğunu kavrayamıyordum… Hayat hikâyemi bir tek çizgiye indirgeyecek olursam: Hep bir arayışın, hakikat arayışının özeti olduğunu söyleyebilirim. Hakikat kelimesi, arayış, tutku, saplantı... Ne kadar mariz bir talepte bulunuyorum. Yani bir akıl hastanesine gireceğim de oradan hakikate varacağım. O kadar mariz bir şey ki, tam içinde bulunduğum, karmakarışık ruh hâlini anlatıyor.”
Ayşe Şasa, 1941 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiş, anne tarafından çerkez, baba tarafından Kürt. Şöyle anlatıyor ailesini:
- “Babam Avni Şasa; baba tarafından Çerkes, annesi Mihriban Hanım tarafından güneydoğuda Bedirhan aşireti denilen önemli bir aşirete dâhil. Bedirhanların bir rivayete göre büyük komutan Halid bin Velid’e kadar dayandığı iddia edilir. Çok geniş bir aşirettir. Babamın babası Bekir Şasa, fevkalade dürüstlüğüyle tanınan, Cumhuriyet döneminde Orman Genel Müdürlüğü yapmış bir şahsiyet; Ankara’nın Eskişehir çıkışında, yol kıyısında hatırasına izafeten oluşturulmuş bir orman var. Bekir Bey, dürüstlük konusunda babamı çok etkilemiş. (…) Anne ve babamın kuşağı, çift kimlikli veya parçalanmış kimliklerle dolaşıyorlar; işte annem bir tarafta geleneğe bağlı, bir tarafta Batıyı idealize ediyor; ama arkadan gelen bana, geleneğe ait hiçbir şey verilmiyor… Dolayısıyla Ayşe Şasa ve onun gibiler serada yetişmiş bir bitki gibi Batı mahsulü özel aşılarla, özel ilaçlarla yetiştiriliyor.”
İlk gençliğinde kendini Marksist olarak tanımlayan Ayşe Şasa, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nden mezun oluyor ve Kemal Tahir’le tanışıyor. Depresyon atakları geçirmeye başladığı yıllar bunlar. İlk evliliğini de bu dönemde yapıyor, kısa sürüyor ve boşanıyor, Atıf Yılmaz’la evleniyor. Yeşilçam dünyasına ayak basıyor. Yazdığı senaryolarla dikkat çekiyor. Pek çok senaryosu filme çekiliyor. 30 yaşında geçirdiği ağır bir depresyondan sonra, 16 yaşında önünden geçerken “hakikat” dileği tuttuğu La Paix psikiyatri hastanesine yatırılıyor. Hastaneden çıktıktan sonra Atıf Yılmaz’dan da boşanıyor. Paris’e ailesinin yanına gidiyor. Babasını kaybediyor ve halüsinasyonlar görmeye başladığı bir dönem başlıyor. Psikiyatri, ilaçlar derken Bülent Oran’la tanışıyor. Onun ilgisi ve sevgisine tutunuyor ve evleniyorlar. Fakat çok büyük bir kriz daha geçirince annesi onu Paris’e götürüyor ve yine hastane maceraları başlıyor. Sonra Londra’da Muhyiddini Arabî’nin Fususül Hikem isimli kitabıyla tanışıyor. "Geçirdiğim hastalığın tam anlamıyla kahırdaki lütuf olduğunu anladım" diyor bu kitabı okuduktan sonra. Artık terapiler sona eriyor, deliliğin evreninden hakikatin evrenine doğru ruhu kanatlanıyor. Örtünüyor, namaz kılmaya başlıyor, mürşidi kâmilini buluyor. Üstelik o mürşidi kâmil, 9 yaşında iken mahallesinde yolunu gözlediği helva satıcısından başkası değildir. Artık arayışının nerede olması gerektiğini bilen bir mü’min olarak hayatına devam ediyor. Şöyle diyor:
- “Hayatımdaki belli çilelerin zahirdeki müsebbibi gibi gözüken ebeveynime ve diğer kişilere karşı içimde en ufak bir şikâyet kalmamış olduğunu memnuniyetle müşahede ediyorum. Kadere rıza duygusu; sabrı, tevekkülü, bir başka boyutta zenginleşmeyi getiriyor. Söz konusu kişilerden göçmüş olanlara daima rahmet, hayatta bulunanlara da selamet dilemekteyim."
Ayşe Şasa, Bir Ruh Macerası, Şebek Romanı, Yeşilçam Günlüğü, Düş-Gerçeklik-Sinema, Delilik Ülkesinden Notlar, Vakte Karşı Sözler gibi pek çok esere imza attı.
Kanayan Bosna (1993), Her Gece Bodrum (1992), Hiçbir Gece (1989), Arkadaşım Şeytan (1988), Gramofon Avrat (1987), Merdoğlu Ömer Bey (1986), Ölmez Ağacı (1984), Ve Recep ve Zehra ve Ayşe (1983), Hacı Arif Bey (1982), Battal Gazi Destanı (1971), Yedi Kocalı Hürmüz (1971), Ah Güzel İstanbul (1966), Dinle Neyden (2008) gibi senaryoları filme çekildi.
Hayatının son yıllarında özellikle gençlere ayırdığı vakitlerinde, sinema, tasavvuf, insanın yolculuğu ve hakikat arayışı merkezli sohbetler yapmakta, münzevî bir hayat yaşamaktaydı. 73 yaşında ebedî hayata irtihalinden 5-6 ay evvel Ayine Dergisi’ne verdiği röportajında şöyle altını çizmişti:
- “Bana gelip soruyorlar; “İslâmî sinema nasıl yapılır?” Ben de diyorum ki; formül şeklinde bir cevabı yok bunun. Yapılacak şey şudur: İslâm’ı yaşamak ve sonra kendi meşrebimize, kişiliğimize, durumumuza göre kendimizi sanat alanında ifade etmek. Bizim Geleneksel İslâm Sanatında, İslâm Edebiyatı’nda –ki Hegel bile fark etmiştir- bildiğimiz gibi lirik ve epik faktörler ön plandadır. Bizde Aristocu mânâda dramaturji, geleneksel olarak pek mevcut değildir. Bizim medeniyetimizin perspektifinden bakan ve sinemayı yorumlamaya çalışan kişiler bütün bunları hesaba katmak zorundadır. İslâmî sanat nasıl yapılır diye sorulunca “İslâm’ı yaşayın” derim. Çünkü bir söz vardır bizde. Hâfızın fikri neyse zikri de odur. Nasıl yaşıyorsanız onun sanatını yaparsınız. Eğer yoğun şekilde İslâm’ı yaşıyorsanız bu sizin üretiminize de etki edecektir. Benden sonra bu konuda yazanlar gibi ben de, lirik şekildeki bir yaklaşımın, destansı epik bir yaklaşımın bizim anlayışımıza yakın olduğunu söyledim.”
Nur içinde yatsın… (Amin.)
Baran Dergisi 390. Sayı