İlk gençlik yıllarımda Üstad Necip Fazıl hakkında yazılmış bir kitap okumuştum. Kitap, kapak (dizayn)ı ve girizgâhından itibaren evvela Üstad’ı övüyor zannedebileceğiniz bir rüzgârı size hissettirse de, satırlar arasında ilerledikçe halk arasında “gavur olsa böyle vurulmaz” dedikleri bir hınçla Üstad’ı kötülemeğe çalışıyordu.
Çocukluktan gençliğe doğru geçiş yapan ve Necip Fazıl’ı aradığı (idol) olarak kabul etmiş bir dimağ için kitapta yazılanların tâbiri câizse bir balyoz etkisi yapması kaçınılmazdı. Öyle oldu. O vakitler Üstad’ın ailesinden bir ağabeyle muaşeretimiz olmasını fırsat bilerek mevzuu kitabı anlattım. O da bana gülümseyerek: “Onun elinde tahta bavulla köyden gelip kapımızı çaldığı günü hatırlıyorum. Başka ne diyeyim” dedi ve “sen yine de git bir de kendisiyle görüş, ona sor bakalım” diye ekledi. Muhatabımın muzip bir gülümseme ile söylediği bu sözler bana müfteri ile iftiraya uğrayan arasındaki farkı gayet sarih bir biçimde izâh etmesine mukâbil, gençliğin deli kanları beni bu iftiracı adamın yazıhanesine doğru sürükledi… İçimde “Necip Fazıl’a dâir” hiçbir endişe taşımadığım bir hâleti ruhiye içinde adresini temin ettiğim hanın merdivenlerini koşarak geçtim ve belki Osman Yüksel Serdengeçti edalarıyla olmasa da hışımla içeriye daldım.
İçeriye daldım ve mevzu kitabın yazarıyla görüşmek istediğimi söyledim. O esnada müsait olmadığı fakat beklersem kendisiyle görüşebileceğim söylendi. Beklerken, gözlerim beş-altı metre ötede, tam karşımda bulunan ve hafifçe aralanmış kapıdan gözüken mâlum müfteriye tesadüf etti. Orada ne kadar bekledim bilmiyorum; ama bir süre sonra sebebini bilmediğim bir his yüzünden mâlum kimseyle görüşmekten vazgeçtim ve içeriye daldığım heyecanın aksine gayet sakin, yavaş adımlarla oradan ayrıldım, yürüdüm ve gittim. Belki sıkıldım yahut başka bir şey; o anki hislerimi şu an hatırlamıyorum…
Belki de çoğu okuyucunun “basit, alelade, sıradan” sayacağı ve benim de bu yakıştırmaları reddedemeyeceğim bu hâdise, geçenlerde tesadüf ettiğim on iki dakikalık bir (video) kaydı ile beraber gözümde tekrar canlandı ve benim bugünkü hâlime nisbetle bambaşka tedâilere yol açıverdi…
Aradan geçen on dokuz senelik zaman zarfına bakınca bugün “bak, gör yobaz nedir ve küfür cephesinin taraftarlarına malzeme sağlamak için İslâm bir insanın şahsında nasıl (karikatürize) edilebilir anla” diye bas bas bağıran kıyafeti, fesi, tükürük saçan ağzıyla bu müfterinin hâlâ aynı yolda “dümdük” gidiyor olmasından ötürü o gün onunla görüşmekten vazgeçtiğim için Allah’a şükrettim... Kim bilir, belki de, cehaletimden istifade ile o gün gözbağcılık sanatından mülhem birkaç sihirbazlık numarasıyla beni de kandıracak ve (ofis)inin içinden Yedikule’ye, oradan Esenler’deki Eski Londra Asfaltı’na varan, tüm dolambaçlı yolların altından kıvrıla kıvrıla bir zamanlar iltica etmek istediği İngiltere’ye dek uzanan yeraltı koridorlarında yürütecek, kafama (Ku Klux Klan)ların taktıkları külahlardan geçirecek ve başında bulunduğu Mısır Tarlası Müfteriler Cemiyeti’ne katacaktı?
Bu mevzuda, edebiyat paralamaktan mebzul miktarda faydalanmak maksadıyla abarttığımı zannedenler olabilir. Bir şey diyemem; fakat abartıyı birazcık kaçırdığımı düşünenler, Avrupalıların yemek yeme işini pek uzun tutmalarına mukâbil (Napolyon)un bu iş için sadece on beş dakika ayırmasıyla beraber, aynı etten ve kemikten ibaret başka bir insanın ise on iki dakikada on iki türlü yalan ve doğruyu birbirine mezcedip muhatablarına tükürük eşliğinde sunmasının gerçekliği hakkında acaba ne düşünürler?
On dokuz sene evvel bir kapı aralığından gördüğüm (palyaço) kılıklı bu adam, aradan geçen bütün bu uzun seneler boyunca hiç değişmemiş, bilakis Yüzüklerin Efendisi’nde içine şeytan kaçan Kral Theoden gibi iyice zıvanadan çıkmış, üstüne üstlük bununla da yetinmeyip kendisine “Üstad” demeye de başlamış.
Üstadın “orası Mısırsa ben de musırrım” demesindeki ısrara yetişmeğe memur edilmiş bir zabit edasıyla Necip Fazıl hakkında ileri-geri yanlamasına-dikine hâlâ konuşuyor, konuşuyor da konuşuyor… Kendisini dinleyenlere saçtığı tükürüklere bakılırsa, kâinatta bulabileceği başka bir cihet-yön olsa o cepheden de taarruz edecek besbelli…
Allah hepimizi mübarek Ramazan hürmetine affetsin, bizim toplumumuzda dedi-kodu pek yaygındır ve bu illete düşmemek için üzerinize su dökülüp ıslanmayan cinsten filan bir insan olmanız lazımdır, hepimiz biliriz. Birinci sırada köy yerlerimiz olmak üzere TV’lerden evlerimizin içine, memleketimizin en tenha yerlerine kadar her tarafı saran bir illet! Bu açıdan bakıldığında milletimiz bu mevzuda maalesef ihtisas sahibi desek abartmış olmayız. Bu kötü illetle olan tüm aşinalığımıza mukabil, başında fesi ve daha bilmem nesi ve nesi ile bu (palyaço) kılıklı müfteri, dedikodu ve iftira hakkında bildiğimizi zannettiğimiz bütün her şeyi yıkmak ve sanki bu illeti iliklerine kadar yeniden keşfedip tekrar inşâ etmek ister bir iştiyakla tam on iki dakikada on iki türlü takla atmaktan çekinmiyor. Pes doğrusu…
Yetmezmiş gibi (Napolyon)un yemek yeme süresinden üç dakika kadar eksik olan bu zaman zarfında tükürükleriyle uyuşturmaya muvaffak olduğu hazirûn anlamadan altını yaktığı fitne kazanına veriyor odunu, veriyor odunu… Bu iftira sağanağı altında şemsiyesiz kalmış hazirûn ise, saçılan tükürüklerden ötürü bir nevi (narkoz) hâlinde olduklarından orada birikmiş bütün odunların Şeyh Tapduk Emre Hazretleri’nin tekkesine gönderileceğini vehmediyor. Oysa her akl-ı selîm sahibi insan bilir ki Tapduk Emre Hazretleri’nin dergâhında odun ne arar? O kapıdan ancak insan geçer…
Baran Dergisi 490. Sayı