Diyanette “Nesilci klik” hâkim oldu. Herkes biliyor bunu. Nesilci klik, ahtapot gibi, birçok yere el atmış durumdaydı. Bunlar üç kişiydi: Hayrettin Karaman, Bekir Topaloğlu ve Tayyar Altıkulaç.

Mehmet Maksudoğlu Kimdir?

Eskişehir’de Kırım kökenli bir âile içinde 1939 yılında doğdu. İnkılâp İlkokulunu (1950), Eskişehir Lisesini (1956) ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini (1960) bitirdi. İzmir İmam Hatîp Lisesi’nde Meslek Dersleri Öğretmeni olarak Arapça, Farsça, İngilizce ve Hadîs öğretti. Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde İslâm Târihi Asistanı oldu (Temmuz 1961). Tunus’ta (1961-1963) doktora tezi ile ilgili malzeme topladı, dilbilgisini bildiği Arapçanın pratiğini yapmak imkânını buldu. Dördüncü sınıfına kabûl edildiği Burgiba Yaşayan Diller Enstitüsü Arapça Bölümü’nü bitirdi. Türkiye’ye dönüp İstanbul, Başbakanlık Osmanlı Arşivinde belge inceledi, 1966 yılı Mart ayında " Tunus’ta Osmanlı Hâkimiyeti" konulu doktorasını verdi. İngiltere’de, Cambridge Üniversitesi’nde Şarkiyat Fakültesinde (Faculty of Oriental Studies) (1967-70), Türkçe öğretti, oryantalistlerin nasıl yetiştirildiklerini gördü. Türkiye’ye dönüp Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı olarak İzmit, Ankara ve İstanbul’da vâizlik yaptı, askerlik görevini Yedek Subay olarak yaparken bir askerî okulda Târih ve İngilizce öğretti (1970-73). İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde öğretim üyeliği yaptı (1973-82), İslâm Târihi ve Arapça öğretti. Askerlikte öğrendiği ‘dili, hep bir ağızdan tekrarlama’ metodunu, yazdığı Arapça kitaplarında uyguladı. Marmara Üniversitesi’nde 1983 yılında Yardımcı Doçent, 1986 da Doçent ve 1995 yılında Profesör oldu. İzinli olarak gittiği Malezya’daki Uluslararası İslâm Üniversitesi’nde 4 yıl (1991-95) Târih ve Medeniyet Bölümü başkanlığı yaptı, Osmanlı Târihi öğretti. Orada iken yazdığı Osmanlı History çalışması adı geçen üniversite tarafından bastırılıp (1999) textbook olarak kullanıldı. Tarih ve Arapça öğrenimi konusunda uzman olan Maksudoğlu, çıkardığı “Arapçayı Öğreten Kitap” serisi ile geniş kitlelerin Arapça öğrenimi kolaylaştırdı.

1977 senesinde yedi Yüksek İslâm Enstitüsü’nde aynı anda boykotlar oldu. O dönemde İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde hocamızdınız. Bu boykotlar vesilesiyle bir uzlaşma niyetiyle öğrencilerin babaları Yüksek İslâm Enstitüsü’ne geldi ve hocalarla görüştüler. Hayrettin Karaman Hoca anılarında bu görüşmeden bahsederken, bu uzlaşma çabalarını sizin bozduğunuzu, hatta “ortaya çirkin bir dedikodu attığınızı” iddia etti. Yani orada anlaşmazlığın sebebini size bağladı. Bu hususta neler söylemek istersiniz? İslâmcı hareket için önemli rolü olan boykotlara da biraz pencere açıp daha sonra bazı fikrî mevzulara girmek istiyoruz. 

Boykotu gördük. Bir sabah geldiğimde baktım ki boykot oluyor. Ben odamda çalışıyordum. Dersler de yapılmıyordu. Onu fırsat bilerek, üzerinde çalıştığım Arapça-Türkçe Sözlük vardı, ona yoğunlaştım. Derken bir telefon geldi. İçişleri Bakanıydı, herhalde Hasan Fehmi Güneş. “Sizinle görüşmek istiyor” dediler. “Buyursun” dedim. Cumhuriyet Lisesi Müdürü ile geldiler. Hasan Fehmi Güneş, öğretmen kökenliymiş. Bu işlere bakıyormuş. Ecevit hükümeti, koalisyon hükümeti devrinde idik. “Nedir, ne oluyor?” diye sordu.


Mehmet Maksudoğlu

Bu şahıs daha sonra İçişleri Bakanı oldu. Boykotçu bir öğrencinin yakını idi ve CHP’li olmasına rağmen faydasını da gördük. Boykotların kaçıncı günüydü hatırlıyor musunuz? 

Hayır. Herhalde birkaç gün geçmişti. Hasan Fehmi Güneş bana, “Öğrenciler sizi tavsiye ettiler, görüşünüz nedir?” diye sordu. Ben de görüşümü şöyle anlattım: Bu boykottaki sürtüşme, bir grup hoca ile öğrenciler arasında. O gruptaki hocalar başlangıçta idealist idiler. Ama idealizm nerede biter, menfaat nerede başlar? Bu çok oynak bir durumdur; deniz dalgası gibi. Şimdi geldikleri durum pek iç açıcı değil. Çünkü, öğrenciler, bu Yüksek İslâm Enstitülerinin akademik hüviyete kavuşmasını istiyorlar. Bu çok güzel bir şey. Bu müesseselerin gelişmesi demek. Buna karşı çıkmak akıl kârı değil. Ancak, bu hoca grubu, buna, çok sert bir biçimde karşı çıktı. Birtakım karışıklıklar da olmuş. Durum, bundan ibaret. “Boykotlar, bu müesseselerin akademik hüviyete kavuşmasını istemeyen bir grup hocayla büyük talebe çoğunluğu arasındaki sürtüşmeden ibarettir.” dedim.

Evet, öğrencilerin babalarının okula ziyareti gerçekleşti. Bu zevat, rahmetli babam Asım Albayrak ile Hüsnü Kılıç'ın babası ve şu ân İsmail Ağa dergahının başında olan Hasan Kılıç Efendi idi. O yaşta kalktılar, geldiler. Peki, Hayrettin Karaman'ın hâtıratında bahsettiği mevzu neydi?

Ondan önceydi galiba, Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii’nin imamı Hafız İlhan Tok gelmişti, benimle de görüşmüştü. “Bu işin sonlandırılması gerek” minvalinde bir konuşma için. Görüşlerimi söylemiştim. Benim ilk fikrimi beyânım böyle bir görüşmede olmuştu. Hayrettin Karaman’ın hâtıralarında bahsettiği şeyi pek hatırlamıyorum. Aradan kırk yıl geçti her halde. Şimdi düşünüyorum da hani Türkçe’de bir söz var: “Yanlış ağızda doğru lâf” diye. Bu sözü hatıra getiriyor; ama, bu konuda “yanlış ağızda doğru lâf”ın “bir kısmı” doğru. Konuyu öyle bir çerçeveye oturtmuş ki, sanki, her şey halledilmiş de ben gelip bozmuşum, gibi. Benim karakterime, tutumuma, hayat çizgime tamamen ters bir durum. Karaman, benim için, “Çirkin bir iddiada bulundu” diyor. Evet, çirkin, hem de çok çirkin; ama, iddia mı, yoksa vâkıa mı, gerçek mi? O konuda hiçbir şey söylemiyor. Ben, iddia değil, gerçek olduğunu söylüyorum. İlgili hemen herkes de biliyor ki, bu Nesilci grup, İmam Hatiplerde ve bazı Yüksek İslâm Enstitülerinde oldukça etkili idi, yalan mı? Çirkin olan, iddia değil, bu müesseselerde yapılanlar. Bu konuda, olayların içindekiler durumu en iyi bilirler. En iyi müfettiş talebedir, denir. Öğrenciler, boykot konusunda kimin ne yaptığını çok iyi biliyor. Öğrencilerimizden hâlâ hayatta olanlar vardır, sizler gibi; hangisine sorsanız, herhalde acı acı güler. Türkiye’nin her yerinde öğrencilerimiz var, onlara beni sorsunlar, Hayrettin Karaman’ı da sorsunlar. Söyleyeceklerdir gerçekleri.

Sizin öğrencilere şefkatle yaklaştığınıza, boykotlarda pasif de olsa öğrencileri desteklediğinize herkes şâhittir. Şu an mülâkatta aramızda bulunan Yüksek İslam Enstitüleri Talebe Federasyonu Başkanı Ali Mazak da buna yakinen şâhittir.

Karaman, öyle bir çerçeveye oturtmuş ki, her şey halledilmiş, ben gelip bozmuşum gibi. Karaman’ın anlattığına göre; boykot karşıtı hocalar (Nesilciler) o iki muhterem veliyle, öğrencilerin babalarıyla anlaşmışlar. Tam o sırada ben gelmişim, selâm verip oturmuşum. Sonra, “Siz İmam-Hatipleri Demirel’e verecekmişsiniz, Demirel de Diyaneti size verecekmiş.” demişim. Böyle bir “bozgunculuk” yapmışım. Karaman, “çok çirkin bir iddia” diyor. Tamam, bu “çirkin” lâfına katılıyorum. Böyle, kocaman harflerle yazmak lâzım: ÇİRKİN. Evet, ÇİRKİN olduğu doğru. İddia lâfına gelince; şimdi, bunun üzerinde durmak lâzım. Söylediğim, kuru, boş bir iddia mı? Yoksa, olay doğru mu, gerçek mi? Yâni, Nesilciler Diyanet’e hâkim oldular mı olmadılar mı? Hâkim olduklarını, bu câmiadaki hemen herkes biliyor. Yani, olay, vâkıa, Sayın Karaman’ı yalanlıyor: iddia değil, vâkıa, olgu. Demek ki, “iddia” lâfı doğru değil. “Olay”ın (Nesilciler’in Diyânet’e hâkim olmaları vakıasının) çirkin sıfatıyla nitelendirilmesine ben de katılıyorum. Diyanette bu Nesilci grup hâkim oldu mu, olmadı mı? Öğrencilerimiz de bilir, millet de bilir. Demek ki bunun karşılığında münafık Demirel’e İmam Hatipleri sunuyorlarmış. Münafık diyorum, çok ağır bir söz, farkındayım. Demirel’in ağzından çıkan bir söz var: “Şeriat isteyen Arabistan’a gitsin” diye.  Bu söz insanı iman çerçevesinde bırakır mı? Bunu düşünsünler. “Şeriatı isteyen, falanca yere gitsin, burada ona yer yok” demek, şeriata karşı olmak demektir. Şeriata karşı olan, Müslüman olarak kalabilir mi, kalamaz mı? Bu düşünülmeli. Benim Demirel’le bir alıp veremediğim de yok.


Hayrettin Karaman’ın hâtıratından ilgili bölüm

ÇİRKİN lâfına ben de katılıyorum. İddia mı, vâkıa mı? Karaman, ona cevap vermiyor. Ona cevap versin. Diyanette “Nesilci klik” hâkim oldu mu, olmadı mı? Herkes biliyor bunu. Nesilci klik, ahtapot gibi, birçok yere el atmış durumdaydı. Adamları her yerde idi. Başta, bunlar üç kişiydi: Hayrettin Karaman, rahmetli diyelim, Bekir Topaloğlu ve Tayyar Altıkulaç. Tayyar Altıkulaç’la benim bir alıp veremediğim de yok. Aramda bir şey de yok, onu da söyleyeyim. Fakat bu üçünün klik yapmasına gelince; akademik hayatta klik yapmak, en hafif tabiriyle ahlâksızlıktır. Bunlar klik yaptılar. Bu, hemen herkesin bildiği bir vâkıa. Merkezde bu üç hoca var. Çevrelerinde de onları takdîr eden, “abi” diyen diğer halkalar var. O klikten olanlar, âdetâ imtiyazlı gibi idiler. O klikten olanlar, asansöre bindi. Bunu, bu câmiada herkes bilir. Diyanet’e Nesilci denilen grup hâkim oldu mu, olmadı mı? Önce buna cevap versin Karaman Efendi! Oldular. Ağzımı doldurarak söylüyorum. Herkes de biliyor. Bu konuyu, Sayın Karaman’ın takdîrkârı herhangi bir medya kuruluşunda, kamuoyu önünde kendisiyle konuşmaya, tartışmaya hazır olduğumu bildirerek konuyu -kendisi kaşınıp tekrar açmadıkça- kapatıyorum. Çiğ yiyenin karnı ağırır. Elhamdu Lillâh, ağzımı doldura doldura söylüyorum: Peki, bunun (Diyanette hâkim olmanın) karşılığında ne va’d etmişler, “iddia”ya göre?


Kâzım Albay ve Mehmet Maksudoğlu

Evet onu soracaktım hocam!

İmam-Hatipleri Demirel’e peşkeş çekeceklerdi. Bu kliğin, Millî Selâmet Partisi çıktığı zaman Selâmet’e nasıl cephe aldığını, Selâmetçi öğretim üyeleriyle, öğrencilerle nasıl uğraştıklarını biliyoruz. Demek ki; bu, iddia değil, bu da vâkıa. Tabii olarak, Millî Selâmet çıktığı zaman, Müslümanlar desteklediler. Ben faal bir şekilde desteklemedim, onu da söyleyeyim. 

O zaman bunların boykotlardan rahatsız olmasının asıl sebebi, düzene yamanacak bir “nesil” tanımına boykotçuların uymaması. Ve saf bir hareket olan boykotlara da bundan dolayı karşı geldiler. Ve boykotçu öğrencilere karşı da en şiddetli cezayı da verdiler. 

Ellerinden gelse öğrencileri kıyma makinelerinden geçireceklerdi yani, öyle bir durum vardı. Halbuki hoca, talebeye şefkatle yaklaşır, bilgisini aktarır falan. Bunlar için öğretmek, bilgisini aktarmak ikinci derecede. Birinci derecede onlar için varsa yoksa politika. Politikanın tam göbeğindeler. Biraz mübalağayla anlatayım. Günde 25 saat, haftada 8 gün, ayda 5 hafta kulis yaparlar. Esas işleri budur, işleri güçleri politikadır. Bu arada kim onların yoluna çıkıyorsa, ne adına çıkarsa çıksın, o, çok kötü adamdır. Bu kadar basit yani. Öğrenciler, akademik bir hüviyet kazandırmak istiyor Yüksek İslam Enstitüsü'ne. Bundan tabii bir şey olur mu? Desteklemeleri gerekmez mi? Hayır. Çünkü Diyanet ellerinde, Din Öğretim Genel Müdürlüğü ellerinde. Ellerinden kaçacak bu. Yani akademi falan umurlarında mı? 

Yüksek İslâm Enstitüsü daha sonra İlahiyat Fakültesi oldu, Marmara Üniversitesi’ne bağlandı. Değişen bir şey oldu mu?

Üniversite olunca bazı mezunlar bana geldiler. “Hocam iyi hayırlı olsun, burası fakülte olmuş artık.” diye. Onlara aynen şunu söyledim, “Yok” dedim, “sadece tabela değişti.” “Hamam aynı, tellaklar da aynı. Sadece tabela değişti.” dedim. Kanaatim de odur, en az 10 yıl Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, gerçekten fakülte olamadı. Büyük harflerle söylüyorum, OLAMADI. Sebep? Çünkü uzaktan kumanda ile yönetiliyordu. Türkiye Diyanet Vakfı'nda oturuyorlardı, karargâhları orasıydı. Oradan yönetiliyordu. Ders öyle oluyormuş, böyle oluyormuş. Fakülte gelişecekmiş, Fakülte şunu gerektirmiş falan. O çok önemli değil. En az 10 yıl onlar yüzünden, tekrar ediyorum. En az 10 yıl Nesilci klik yüzünden Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi gecikti. Çünkü öylesine ders verip gidiyorlardı. Esas yer Türkiye Diyanet Vakfı'ydı. Ayrıca şunu da ifade edeyim ki bunların profesörlüğü, 1 yılda hazırladıkları “öğretmenlik” tezlerini, YÖK nezdinde uğraşıp ek madde çıkartarak, “geliştirip”, “kendin pişir, kendin ye” jüriyle doktora yerine saymak gibi kolay yoldan olmuştu. 

Bu Nesilci kliğin İslam anlayışı nasıldır? Mesela Hayrettin Karaman, “Ben ömrümü üç ismin anlaşılmasına adadım. Bunlar Efgânî, Abduh, Reşit Rıza” diyor. Yani Abduh'un İslamcılığını Ehl-i sünnet yerine kâim kılmak istiyorlar. Bu kabul edilebilir bir anlayış mı? 

Şimdi insaflı olmak lazım. Bu düşünen kafalar önünde bu hakikaten bir problemdir. Ben kendimden anlatayım. Tunus’taydım 1963-1965 arasında, Abduh'u biraz okudum ve önce çok cazip geldi bana Abduh. Ya böyle işte kaynağa dönmek falan filan. Oradaki Zeytune Üniversitesi’nde derslere devam ediyorduk. Bir hoca tenkit etti. “İnsan dinini duvardan öğrenmez, hocalardan öğrenir. Abduh hocaların otoritesine yıktı.” demişti o hoca. Bunu hikmet olarak ben sonra anladım. Yani bende yine gençlik işte, yani 20'li yaşlardayım o sırada. Ona rağmen “Tefsire Önsöz” diye Abduh'dan ben tercüme yaptım. Bakın, ben çok objektif anlatıyorum yani. Ben o merhaleden geçtim. Ve Sezai Karakoç'un Diriliş Dergisi'nde çıktı “Tefsire Önsöz” diye. Ben Abduh'dan tercüme ettim. Ama elhamdülillah, 1967-70 arasında 3 yıl İngiltere'deki Cambridge Üniversitesinde Türkçe öğrettim. Şarkiyat fakültesinde. Orada doktora öğrencileri vardı Arap dünyasından. Bu Abduh'un, Efgânî’nin adı anılınca böyle istihza ile baktılar. Gözümü onlar açtı. Yani Abduh ve Efgânî konusunda benim uyanmama Arap doktora öğrencileri vesile oldu. Yoksa bu düşünen her kafa önünde, Türkiye'de çok objektif anlatıyorum bakın, bir tuzaktır, cazip geliyor çünkü. İnsan kapılıyor. Ya burada yeni bir şey var diye. Yok halbuki. Ama onun yok olduğunu anlamak için ya zaman geçiyor ya da doğru insanlara rastlanması lazım. 

Tunus'ta Osmanlı hâkimiyeti üzerine olan doktora tezim için arşivde çalışırken bir belgeye rastladım. Bunu kaydetmediğime çok üzülüyorum. Sultan 2. Abdülhamid Han diyor ki Efgânî hakkında, “Bu sıralarda ortaya Efgânî adlı bir soytarı çıktı” diyor. Aynen soytarı lafını kullanıyor. Sonra anladım ki yani bu siyaset filan öyle bir şey. Yani bir oyun oynandı, tiyatro oyunu. Dışarıdan birisi geliyor normal biri gibi. İyi niyetle böyle yorumladım. Ama bir kere Efgânî’nin İranlı olduğu belli. İnsanın kimliğini, soyunu inkâr edenine haramzade derler. Haramzade mâlum yani, gayri meşru çocuk demek. Bir kere ortaya çıkar adam, İranlıysa İranlıdır yani. “Ben İranlıyım ama şöyle düşünüyorum.” diye yazar. Efgânî başka türlü görünüyor. Bu şeye benziyor. Türk sanıyorsun, adam Yahudi. Bir sürü kripto Yahudiler var Türkiye'de. Ve en etkili yerleri medyada, şurada, burada. Yani normal Yahudi, Ermeni vatandaşlarımızdan bir şey diyeceğimiz yok. Adam Yahudi, Ermeni adını taşıyor. Kim olduğu belli. Ama Türk zannediyorsun, Yahudi. Kripto Yahudi çok Türkiye'de. Ve çok etkililer. Bu Efgânî de buna benzer bir şey yani. 

Neyse insaftan da ayrılmayalım inşallah. Düşünen her kafa önünde açılmış bir tuzaktır. Onu da anlatayım. Muhammed b. Abdülvehhâb zuhur ettiği zaman Necid'de etrafa mektuplar gönderiyor. Tunus’a da gelmiş. Tezimle ilgili bir kitap okuyordum. Ahmet bin Ebi’d-Dıyâf’a ait. Kitabı bende var, bir cildi fihrist olmak üzere yedi cilt. Eski bir aileden vezirlik yapmış birisi. Tarih yazmış. Kitabını da orada okudum. Abdülvehhâb oğlunun bu davet mektubunu okudum. Şöyle diyor mektubunda: Evliya kabristanında kurban kesmek şirktir. Yağmur duası yoktur falan. Birtakım şeyleri anlatıyor. O zamanki kültürümle ya bu adam ne kadar doğru şeyler söylüyor. Bir de bizim Osmanlı bununla uğraşmış, diye düşündüm. Sonra iyi ki ikinci mektubu koymuş Ahmet bin Ebi’d-Dıyâf. Kitabın adı İthâfü ehli’z-zamân bi-ahbâri mülûki Tûnis ve ahdi’l-emân, Tanzimat'ın Tunus'taki şekli. Orada iki müftü var Tunus'ta. Bir Hanefî müftüsü, bir Mâlîki müftüsü. Müftülerden biri cevap veriyor Abdülvehhâb oğluna. Selam falan yok. “Dalalte ve Adlalte” diye başlıyor. Saptın ve sapıttırdın demek. Ve hatırımda kalan şeyler: “Evliya kabristanında kurban kesmek şirktir diyorsun. Eğer kurban kesen Bismihazel-Veli diye kesiyorsa, bu Veli adına diye kesiyorsa evet şirktir. O kurbanın eti de yenmez. Ama hiç kimse öyle kesmez. Bismillah diye keser, Allah adına keser. Kurban kesmenin hususi bir mahalli yoktur. Bir Veli kabristanı da olabilir, başka bir yer de. Çünkü orada, etrafta fakir insanlar var. Kurbanın eti onlara dağıtılır. İstigase ve yağmur duasına bid'at diyorsun. Medine'de bir kıtlık oldu. Hazreti Ömer radıyallahu anh, Abbas bin Muttalib'i çağırdı. Yağmur duasına çıktılar, Hz. Ömer onu kucakladı. ‘Ya Rabbi, peygamberin amcasının yüzü suyu hürmetine yağmur’ diye dua etti, yağmur boşaldı. Sahâbîler bid'at mı yaptılar, diyorsun?” Çürütüyor tek tek iddialarını. Demek ki yağmur duası var. Yağmuru yağdıran var. E, baktım benim kültürümde olacak şey değil bu. Bıraktım. İkinci mektup beni Vehhâbî olmaktan kurtardı. Onun için ben Türkiye'deki bir takım bu çizgi dışına çıkanları falan anlıyorum. Hemen tenkit etmiyorum. Onlara anlatmak lazım. Benim başımdan geçti bunlar. 

Peki hocam, Hayrettin Karaman bilmiyor mu bunları? 

O öyle görüyordur. Ben o taraflarına inanın hiç şey yapmadım. Mesela telfik-i mezahib (mezheplerin birleştirilmesi) üzerinde çalıştı. Cazip görünüyor, yani mezhep farklılığı olmasa falan. Halbuki yeni bir kitap okudum. İslâm’a sonradan giren bir Batılı mühtedi yazmış. Mezheplerin ortaya çıkış sebeplerini anlatıyor. Sahâbîler her tarafa dağılmış. Her birinin ihtiyacı var. Her biri belli bir şeye göre amel ediyor. Mezhepleri ortaya çıkaran zaruri sebepler var. İslâm öyle bir hızla yayılıyor ki sahâbîlerin her biri ayrı bir tarafta kendine ulaşmış olan hadis-i şerife göre amel ediyor. Mezhepler böyle teşekkül ediyor. Ona göre tatbikat çıkıyor. Zaruri yani. 

Karaman ekibinin İslam anlayışları da sakat zaten. Diyalogculuktan Yahudi ve Hristiyanların cennete gireceğine kadar çok tartışmalı yorumları da var. Mezhepleri birleştirdiler, sıra dinleri birleştirmeye geldi. İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü eski müdürü Ahmet Davutoğlu Hoca, Din Tahripçileri isimli kitabında “Hayrettin Karaman’ın Marifetleri” bahsinde bunları anlatıyor.

Ben ona girmiyorum. Durmadım üzerinde. Çünkü diyorum ya birtakım kişilere rastlamasaydım bazı kitapları okumasaydım o yola ben de gidebilirdim. Ayağım kayabilirdi. Ehl-i kitabı cennete sokmak, o çok yanlış bir şey tabii. 

Nesilci kliğe tekrar dönmek istiyorum. Boykotlar döneminde İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Talebe Derneği Başkanı ve şu an akademisyen olan Hasan Fehmi Ulus, Aylık Dergisi’nin Kasım 2019 tarihli 182. sayısında verdiği mülâkatta aynen şöyle diyordu: “Tayyar Altıkulaç, derin devletin en derinlerinden bir tanesi. Ben buna dair çok şahit dinledim. Yani kim şeriatçı, kim Atatürk düşmanı şeklinde bütün Diyanet’i fişleyen bir adam.” Bu sözler haber sitelerinde de geçti ve Tayyar Altıkulaç'tan da bir açıklama gelmedi buna karşılık. Bu hususta neler söylersiniz? 

Onu bilmiyorum. Yani Diyanette onun hâkim olduğunu biliyorum, ama derin devletin adamı mıdır değil midir, o konuda hiçbir fikrim yok. Yalnız Hayrettin Karaman, rahmetli Bekir Topaloğlu, Tayyar Altıkulaç, bu Nesilci diyeceğimiz kliğin başındaki üç isimdir. 

Sacayağı.

Ötekiler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede insanlardır.

Rahmetli Necip Fazıl, Büyük Doğu dergilerinde bu kliği yılanlı çerçeve içerisine alarak hedef tahtasında koydu. Neden koydu? Onun feraseti olarak değerlendirebilir miyiz bunu? 

Nasıl bir çerçeve içine koydu anlamadım. 

Yılanlı bir çerçeve yapıp tehlike olarak bu üç isme (Altıkulaç-Karaman-Topaloğlu) işaret etti.

Sanatkâr hassasiyeti mi diyelim? Sezgi mi diyelim? Tabii yani zararlarını, yaptıkları işin zararlı olduğunu görerek o kanaati olduğu için böyle bir şey yapmış demek. Evet. Diyorum ya yani fikirlerine ben katılmıyorum. Çünkü bu zeminde öyle düşünmeye sevk ediyor insanları. O tarafa yönlendiriyor. Mesela at gözlüğü diyorlar ya, Tanzimat’tan beri şöyle bakacaksınız diye öğretiliyor. 

Hocam, burada şöyle bir şey var: Gayr-i İslâmî olan paradigmayı eleştireceğine, tâbi olmaya fetva veriyorlar ve “Niye tâbi olmadınız” diye de boykotçu öğrencilere en ağır cezayı veriyorlar, öğretim elemanlarında da buna göre kadrolaşıyorlar.

Anladım. O zaman o iddia diyelim yahut görüş, Hasan Fehmi Ulus'un söylediği doğru ise paradigmanın müdafii oluyorlar, tabii kendiliğinden. O zaman iş tabii başka bir boyut kazanıyor. Çok ciddi bir boyut kazanıyor yani. Doğru. 

Kemalist düzen bunları niye destekleyip Diyanet’i ve ilahiyatları bunlara veriyor? 

Şöyle zannediyorum: Bunlar çok zeki insanlar ya. Derin devleti biz uyuturuz. Onlardan gibi görünüp yine kendimize göre İslam'ı ayağa kaldırırız, diye kanaat ediyorlar sanırım. Tahminim bu. Yani derin devleti uyutarak bildiğimizi yaparız kanaatindedirler. 

Çok iyi niyetli bir yorum oluyor bu. Kimin kimi kullandığı meydanda ve onların nasıl bir İslâm anlayışı olduğu ise apaçık görünüyor. Genelde hep rejime cevaz verici fetvalar bu reformist/modernist zümreden neşet ediyor. Mesela nikâh mevzu da böyle. Belediye nikâhının imam nikahı yerine geçeceğine dair Hayrettin Karaman’ın fetvası var. Necip Fazıl, Rapor 2’de “Allah huzurunda, Allah’ın emri ve Resulü’nün kavli şuur ve ilânı bulunmayan her evlenme İslâm indinde bâtıl ve herhangi bir çiftleşmeden farksızdır” diyor. Zâhirî fıkha göre iki erkek şahit ve karşılıklı rıza gibi şartlar aranır. Ancak zâhir ve bâtın fıkhını birlikte alırsak mesele, Necip Fazıl’ın işaret ettiği gibidir. Zaten İslâm’da zahir-bâtın bir bütündür, birbirinden ayrılmaz. Niyet ve şuur olmadan şeklî-zâhirî ibadet hiç caiz olur mu?

Nikâh dediniz de ahbaplardan biri anlattı galiba. Bu mezheplerin birleştirilmesi hiç olmayacak bir şey diyor. Şu sebeple olmaz, deniyor: Nikâh meselesinde mezheplere göre değişen şartlarda, mesela bir erkek ve bir kadın evlenmeye karar verince, kimine göre iki erkek kâfi. Kimine göre mehirsiz de oluyor. Mehir işte belli bir şey zaten. Kimine göre ilan gerekiyor... Böyle olunca günümüz çağdaş yaşayışında bir erkekle bir kadın anlaşıp pekâlâ bir arada “Biz dini nikah yaptık.” diye zina halinde yaşayabilirler, mezheplerin telfikine göre. Yani bir mezhepten şunu, bir mezhepten bunu alınca, zina bile nikah çerçevesine sokulabiliyormuş. Mezheplerin birleştirilmesi böyle facialara yol açabiliyormuş.

Muta nikâhına dahi yol açan bir şey. 

Korkunç bir şey tabii. 

Mustafa Öztürk Kur'an için “peygamber sözü” diyerek Allah kelamı olduğunu inkâr etti. Mesela Nesilci kliğin böyle sapkınlara bir cevap verdiğini görmüyoruz. Neden hocam? 

İyi niyetle bakarsak, bu doğru yoldan sapanların zaten cemiyette karşılığı olmaz. “Buna biz karışmayalım. Biz tenkit almayalım.” filan demiş olabilirler. Bilmiyorum. Yoksa o görüşleri benimsediklerini, tasvip ettiklerini sanmıyorum doğrusu. 

Benim kanaatim hocam, benimsemekten ziyade bu tür görüşlerle mücadele etmeye gerek görmüyorlar.

Evet, gerek görmüyorlar. Yani nasıl olsa bunlarla uğraşan çıkar, biz daha mühim işlerle meşgul olmalıyız, diye düşünüyorlar herhalde. Yoksa o bir takım çarpık şeyleri filan tasvip ettiklerini zannetmiyorum yani. 

Şöyle de yorumlayabiliriz. Ehl-i sünnet bağlılıkları olmadığı için zaten böyle bir cevap verme zarureti duymuyorlar. 

Evet, şu var tabii, kendilerini çok yetişmiş kabul ettikleri için Ehl-i sünnetle filan bağlı olmaya gerek görmediklerini anlamak mümkün yani. 

Ehl-i sünnetin üstündeler yani. 

Tabii, onlar “Hüm rical nahnu rical” anlayışındalar. “Onlar insansa biz de insanız.” Yani geçmiş ulema için diyorlar. Bunlar da âlim ya onun için. Öyle Ehl-i Sünnetle mukayyet olmaya gerek görmediklerini anlamak mümkün. Çünkü kendilerinin çok iyi yetişmiş oldukları kanaatindeler. Tasvip etmek başka. Gerçekten bunlar büyük âlimse benim kabul etmediğim klik yapmaları. O ilimleri hakkında falan bir kanaatim yok. Bilmediğim bir şey hakkında da konuşmak istemem. Ama katiyen tasvip etmediğim şey bu klik, fitneye sebep oluyor çünkü. Büyük haksızlığa sebep oluyor. Öteki görüşlere katılmıyorum, ama tenkit de etmem, çünkü tenkit edebilmek için onlar kadar bu konularla uğraşmak gerek. 

Kemalizm ve sekülerizm diye özetleyebileceğimiz bu küfre yumuşaklık neden?

Kâfire kâfir diyebilmeli, bir duruş sahibi olmalı Müslüman. 1856'daki Islahat Fermanı’nın hükmü kalmadı artık. Kâfire kâfir diyebiliriz. Karşı tarafa şunu demek lâzım: Bakın, sizi incitmek istemem. Ama İslâm diye bir şey var. Cenab-ı Hak birdir, bütün nesiller boyunca peygamberler göndermiştir. Sizin ilah yaptığınız İsa Aleyhisselam bir peygamberdir. Bir de şu konuyu bir tartışılım. Biz Kur'an-ı Kerim'i ortaya koyalım. Onlar da dört tane İncil olan Markos'u, Luka'yı, Matta'yı, Yuhanna'yı oraya koysun. Bunları tartışalım. Bunu gündeme getirebilmeli bir Müslüman âlim. Ama işte böyle nezaket müfettişi kesiliyorlar. Onlarla iyi geçinmeye bakıyorlar. Ne münasebet, Müslüman tebliğ edecek. Müslüman, İslam'ın hak olduğuna gerçekten inanıyorsa Allah'tan başka çekinecek kimse yoktur. Onlara tebliğ edecek. “Gelin, İslâm'ı inceleyin. Hidayete erin!” diyecek hatta. Yani dinler arası diyaloğa katılan bir Müslüman, ben oraya İslam'ı bu gavurlara da anlatayım niyetiyle gitmeli. Yoksa onlara yaranmak niyetiyle falan değil. 

Sizin de bir hâtıra kitabınız yayınlandı. Ancak bu mevzular orada yok.

Bunları söylemeye benim hiç niyetim yoktu, kaşındı. Resmen Sayın Hayrettin Karaman kaşındı. Bakın size bu hediye ettiğim, Hatırladıklarım adlı kitapta, Yüksek İslâm Enstitüsü’nde durumumu, faaliyetlerini de anlatıyorum. Bildiklerimin hepsini yazmadım, çünkü hâtırat yazarken ‘aleyhte bir şey olmaması gerek’ diye bir prensip koydum kendime. Onun için yazmadım. Yoksa bunları ben Hatırladıklarım’da yazardım. Çünkü onların kullanageldikleri iftira silahı artık sökmez, bu zeminde sökmez. Çekinecek de bir şey yok. Sırf aleyhte bir şey yazmayayım diye. Ama ne zamanki beni böyle çirkin bir çerçeve içinde sunduğunu gördüm, ben merak edip onun hâtıratını okumadım, Sayın Hayrettin Karaman'ın. Yazdığım Osmanlı tarihini Arapça'ya çevirtip basan yayınevinden bir arkadaş bana göndermiş, adınız geçiyor diye, sağ olsun haber verdi. Bu, kaşınma yani. Bir yandan durup dururken böyle çirkin bir şekilde bahsediyor. Hak ettiği için, mademki kaşınmak istiyor, onun için bunları ben de anlattım. Yoksa niyetim yok idi. 

Tarihçiliğiniz yanında dilciliğiniz var, bu mevzuda da soru soracaktım…

Şunu da anlatayım, bir dakika. Hayrettin Karaman hâtıratında diyor ki, rahmetli Ömer Çam’ı da töhmet altında bırakıyor, Ömer Çam Hoca adam gibi adam idi. Allah gani gani rahmet eylesin. Ben derim ki bu camiada, adama bakacaksanız Ömer Çam'la münasebetine bakın. Ömer Çam'la arası iyiyse adamdır. Ömer Çam'la arası iyi değilse, ona karşıysa süprüntüdür. Ağzımı doldurarak söylüyorum. Ömer Çam ölçüdür. Allah gani gani rahmet eylesin. Bu camiayı bilirim. Tekrar ediyorum, Ömer Çam Hoca rahmetli, ölçüdür. Adam gibi adamdı. Şimdi Sayın Hayrettin Karaman hâtıratında naklediyor. Ömer Çam, “Bu İmam Hatipler sizin babanızın çiftliği midir?” demiş. Orada büyük, kocaman bir gerçek var. Rahmetli Ömer Çam Hoca onların ruh halini, tutumunu anlatıyor. Gerçekten İmam Hatip okullarını babalarının çiftliği gibi görüyorlardı... Dil mevzuuna gelirsek...

Evet, hocam!

Ben dille eskiden beri uğraşırdım. Ve 1967 yılında Tunus’tan dönüşümde dil bilgisi yazdım. Ve mâlum, önce sarf sonra nahiv kısmı anlatılıyor. Mâlum yani isim, fiilden başlanıyor falan. Ben bir hafta düşündüm. Önce ismi mi anlatayım, fiili mi diye. Çünkü dili öğreten bir kitap yazmak niyetindeydim. Eve giderken, gelirken falan hep düşündüm. Bir hafta sonunda karar verdim. Benim yazdığım Arapça dil bilgisi kitabında fiil önce gelir. Çünkü hareketi, değişikliği fiil anlatıyor, bir şey öğretecekseniz fiilden başlayacaksınız Arapçada. Neyse, dille ilgim böyle. 1967'de yazdım, 1969'da basıldı. Ankara İlahiyat Fakültesi tarafından. Arapça dil bilgisi. Gene Allah selâmet versin diyelim. Birtakım şeylere alet ediyorlar, Mehmet Sait Hatipoğlu. Bizden iki dönem öndedir. O söylemişti bana. “Bu grameri yazman iyi de Arapçayı öğreten kitaplar yazmak lazım.” diye. İlk defa o söyledi. Çünkü onun bir nevi dış tecrübesi de vardı herhalde. İyi de Arapçayı öğreten kitap nasıl yazılır, bilmiyordum. İngiltere'deyken orada gördüm. Metinleri koymuşlar, 10-15 metin, sonda da sözlük var. Mesela kâne fiili geçmişse metinde, kâne koymuş. Sonra muzarisi vs. karşılığını veriyor. Ben bunu açık formül haline getirdim. Kâne yekunu kevnen keynunen gibi… Sonra fiillerin nasıl kullanıldığını gösterdim. Arapça okuma kitabını ben İngiltere'de hazırladım. Üniversite kütüphanesinde hazırladım orada. Buldum kitaplarda. Türkiye'ye gelince bastırdım. Birkaç baskısı da yapıldı. Yani Arapçayla böyle meşguldük. Şimdi Mustafa Seçkin adlı bir dev vardı. Allah gani gani rahmet eylesin. Benden 7 yaş büyük. Birkaç dili çok iyi bilirdi. İstanbul Edebiyat'tan mezun. Eskişehirli. Şairliği de var. Çok mütevazıydı. En yakındakiler belki de onu derinden tanımazdı yani. Gramerini de yazdığım halde Tunus'tan döndükten sonra Mustafa Seçkin ile bir araya geldik. Farsça telaffuzu ben Mustafa Seçkin'den öğrendim. Böyle bir adam, düşünür yani. Sonra uzun yıllar o rahmetli Türkistan lideri vardı. İsmi aklıma gelmiyor. 

İsa Yusuf Alptekin. 

İsa Yusuf Alptekin’in dünyayla yazışmalarını idare etti. İngilizcesi çok iyiydi. Ben Tunus'tayken ikinci dil olarak Fransızcaya başlamıştım. Dönüşte yine Mustafa Seçkin rahmetli beni Fransızcadan imtihan etti. Le Journal d'Orient diye bir gazete çıkardı Türkiye'de Fransızca. Fransızcadan da imtihan etti beni. Baudelaire'den okurdu, şiirler okurdu. Martin Buber'den İngilizcesini okurdu. Sören Kierkegaard, Danimarkalı filozof, bu eksistensiyallerin dindarı. Onu İngilizcesinden okur. Böyle bir adam yani. Şairliği var. Çobankara imzasıyla şiirleri de var. Böyle bir dev. Ama çok az kişi onun farkındadır. Onu anlatayım şimdi. 

Yaşıyor mu? 

Rahmetli oldu. Böyle elli kişilik sınıfta hoca bir cümle söylüyor. Püskürtme usulünü orada öğrendim, bütün sınıf tekrar ediyor. Sonra işte grupları ayırıyor. Onu birkaç yerde yazdım da söyledim de. Yani askeri okulda okuyup da İngilizceyi öğrenemeyen adam geri zekalıdır. Öğrenmemek imkansızdır yani. Bizim eski Osmanlı usulünü geliştirmişler. Bu gavurların dünya işine aklı hakikaten iyi eriyor. Şimdi onu tatbik ettim ben Arapçayı çocuklara öğrettiğimde. Hep bir ağızdan tekrar ettiriyoruz dersleri. Sonra sorular, cevaplar. İkiye ayırıyoruz. Bir grup soruyu okuyor, öteki cevabı veriyor. Sekiz hafta oldu. Sonunda dedim ki “Nasıl Arapça zor mu?”, “Hayır öğrendik.” dediler. Öğrenmemişlerdi, ama Arapça zordur, duvarı yıkıldı. Böyle bir tecrübeden sonra artık tamamladık kitabı. Sonra kitabı çıkartma sürecine girdik. Mustafa Seçkin dedi ki, abdestli ağzımla söylüyorum. “Bu sonunda rekabete varır. Sen bu ağalarla (Nesilci klikle) görüş.” dedi. “Benim adımı koyma kitaba, onların adını koy, müşterek çıkarın!” dedi. Şu olaya bakın! Kitabın metodunu o koyuyor. Büyük ölçüde kitabı okuyor. Asistanlık imtihanında en yüksek puanı almasına rağmen Nesilci klik onu asistan yapmıyor, öğretim üyesi olacaktı ve 20 sene de hizmet ederdi. Allah gani gani rahmet eylesin. Ve rekabet olmasın, sırf gençler kolayca öğrensinler Arapçayı diye... Öğreniyorlar tabii. O kitap şimdi 225 bin basıldı. 225 bin baskı oldu o kitap. Benim kara kaşım, kara gözüm için değil o kitaplar. Ve bu konuda rahmetli diyelim gene, Bekir Topaloğlu ile iki defa konuştum. Birincisine “Bakın” dedim, “Böyle bir metot geliştirdik. Çocuklar rahat okuyorlar.” Ben Enstitüye geldiğimde Bekir Topaloğlu çok sevindi. Yani ben İslâm Tarihi okutsaydım hiç mesele yoktu. Onların kitapları, Arapça kitapları devam edecekti ve hiç mesele yoktu. Ama ben de milletin Arapça öğrenmesini istiyordum. Ne yapalım, kusura bakmasınlar yani. Başlangıçta çok iyi karşıladı beni. Birlikte Çamlıca'ya gittik, çay içtik. Ama ne zamanki bu Arapça gündeme geldi, bizden kötüsü olmadı. Neyse, o da mühim değil. Onların ne dediği mühim değil. Cenab-ı Hak ne diyor ona bakılım. Dedim, “Kitap basım safhasına geldi. Sizin adınızı, Hayrettin Bey'in de adını koyalım.”, Topaloğlu “Yok Hayrettin Bey şimdi İzmir'de.”, o zaman İzmir'deydi Sayın Hayrettin Karaman, “o orada olmaz” falan dedi. Birincisinde böyle atlattı. Bir daha konuştum bakın, abdestli ağzımla söylüyorum. “Bunu beraber çıkartalım” dedim. Âdeta kızdı. “Siz burada bir adam yetiştirirseniz, o gider bir sürü insana öğretir.” dedi. Gereksiz bir işle uğraşıyormuşum gibi “Bunlarla (Arapçayla) uğraşıyorsunuz falan” diye konuştu. Sanki ben derslerimi ihmal ediyormuşum da, başka şeylerle uğraşıyormuşum gibi. Ve böyle kabul etmedi gitti.

Niye hocam? 

Bunlar Arapça öğretme klikçiliğini de yapıyor. Arapçayı da biz öğreteceğiz nefsaniyetindeler. Hani Nevzat Tandoğan demiş ya milliyetçi gençlere, “Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz.” diye. O zaman baktım ki bunlar buraları babaların çiftliği gibi görüyorlar. Bizim buraya girmek için izin istediğimizi zannediyorlar. O zaman farkına vardım Ömer Çam'ın haklılığını, Allah rahmet etsin. Demek ki onların halet-i ruhiyesi buymuş. 

Bir ilim müessesesinde hem de İslâmî ilim müessesesinde bunlar oluyor. Diyanet’te bunlar oluyor. Ondan sonra halkın dininde diyanetine kusur bulunuyor. Mâlum Hayrettin Karaman yıllardır, Bank Asya’nın danışmanlığını, fetvacılığını da yaptı. FETÖ’nün Abant toplantılarının güdücüsü oldu. Bu “Nesilci klik” boykotlara karşı olmada, tâ o zamanlar (1977) FETÖ’cülerle işbirliği de yaptılar. Dostu düşmandan ayıramayan fakih olabilir mi?

Bu kliğin hırsları gözlerini kapattı. Bir Nakşibendi şeyhinin -ismini vermeyeceğim- onlar hakkında bana söylediği şu sözü hatırladım: “Sadece nefslerine çalışıyorlar!”

Gençliğinizde Eskişehir’deydiniz. Salih Mirzabeyoğlu’nun babası Kumandan Amca ve Cevad Ülger’i tanıdınız mı?

Rahmetli Muammer Bey ile fazla ahbaplığımız olmadı. Ben o dönem Türk ocağına gidiyordum. Onun için ben çok fazla ilgilenmedim. O tamamen İslâm ağırlıklıydı yani. O bakımdan fazla ahbaplığımız olmadı. Komünizm’le Mücadele Derneği'nde rahmetli Cevat Ülger ile beraberdiler. Benim Türkçü ağırlıklı olduğum zamanlardı... Eksenim İslam'a sonradan kaydı. İzmir'de İmam Hatip'te 60-61'de Nihal Atsız'ın Türk ülküsünü, Ahmet Hikmet Müftüoğlu'nun Çağlayanlar’ını okuttum. İmam Hatip talebesine Türkçü kitaplar okuttum yani. Onlar da bana Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’nü okuttular. Aramız iyiydi. Abi kardeş gibiydik.

Siz bir tarihçisiniz. Necip Fazıl'ın Başyücelik devlet projesi var. Osmanlı'nın uygulamalarıyla bunu nasıl mukayese edebiliriz? İdeolocya Örgüsü’nü de okumuşsunuz. Başyücelik modeli orada var zaten. 

Osmanlı bir kere çok büyük. Hukuk devleti. Yani bu gavur oğlu gavur müşrikler nereden denk getireceklerini bilemiyorlar. Yok Osman Gazi şöyleydi de böyleydi falan. Halil İnalcık kendi şartlarında iyi yetişmiş. Yani o da ta 1302'ye getiriyor. Hayır. Osmanlı'nın 1288'dir kuruluşu. 687 Hicri, 1288 Miladi. Karacahisar'da Tursun Fakih'in Osman Gazi adına hutbeyi okuduğu dakikada kurulmuştur. İnalcık hutbenin mahiyetini bilmiyor. Onun yetişme şartlarında İslâm'dan bahsetmek yasak olduğu gibi mevcut rejimin zihniyeti de İslâm'a karşı, bütün şartlar İslâm'a karşı. 1302'de Koyunhisar muharebesinde çok kalabalık Rum ordusunu yendiği için Osman Gazi'yi oraya getiriyor. Bu yanlış tarafı. Ama birçok doğru tarafı var. Gavur müsteşriklere cevap veriyor. Osmanlı başlangıçtan beri hukuk devletiydi. Çok iyi yetişmiş âlimler vardı, Osman Gazi devrinde yedi tane âlim var. Ve eğer hepsi değilse de çoğu şeyh. Yani mânevî tarafı da olan âlimler. Başlangıçtan beri hukuk devleti Osmanlı. Hiç şakası yok. Şeriatı tatbik ediyor. Şimdi imparatorluk lafı diyorlar. Laf lafı açıyor. Osmanlı devletinin tam adı, Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye’dir. Aliyye, pek yüksek, pek yüce demek. Yani bu terkip, ‘Pek Yüce Osmanlı Devleti’ mânasına gelir. Osmanlı kendinden, Saltanat-ı Seniyye (parlak sultanlık) diye söz ettiği de olmuştur.

Devlet idaresi başka bir şey. Edebalı Hazretleri var... Her devirde Şeyhler var bir kere yönlendiren Osmanlı'yı. Bir de şeriata sımsıkı bağlılar ve hiç müdahale etmiyorlar. Mühim olan o. Bu Bernard Lewis, birkaç yıl önce vefat etti on küsur dil bilirmiş. Yedi senede yazmış “Yeni Türkiye'nin Zuhuru” adlı kitabı, The Emergence of Modern Turkey. Şimdi orada diyor ki Osmanlı Kadısı yanında, Emevi Kadısı çok sönük kalır. Osmanlı Kadısı'nın temsilcisi var divanda. Kazaskerler var. Anadolu Kazaskeri, Rumeli Kazaskeri var. 

İslâm âleminde devlet modeli sunan tek Necip Fazıl var, Başyücelik sistemi ile. Arap ve İslâm ülkelerinde Abduh, İkbal, Mevdûdî vs. böyle bir devlet modeli sunmuyorlar. Necip Fazıl'ın sunduğu bu devlet modelinde seçkin ve çilekeş insanlara Yüceler Kurultayı’nda yer veriyor. Salih Mirzabeyoğlu ise Başyücelik Devleti isimli eserinde, bunu şerh ediyor, size getirdiğim Mirzabeyoğlu’nun eserleri arasında bu eser de bulunmaktadır. Mirzabeyoğlu’nun eserlerini tetkik ettiniz mi?

Salih Mirzabeyoğlu kendini çok iyi yetiştirmiş biri. Rahmetli Necip Fazıl’ın son zamanlarında yanında da bulunmuş, ancak biz onu tanımadık. Başyücelik Devleti eserinde İslâm ve devlet ilişkisini çok iyi anlamış, İslâm hukukunu çok iyi özümsemiş. İki yüz yıldır olan kültür istilâsına da temelden bir karşı duruşu var. Bana verdiğiniz Mirzabeyoğlu’nun diğer eserlerini de tetkik ettim. Mirzabeyoğlu’nun eserleri, Necip Fazıl konuşuyor gibi, ancak sadece papağan gibi tekrarlamıyor, hazmetmiş, öyle konuşuyor yani. Necip Fazıl asrın mütefekkiri, dolayısıyla Mirzabeyoğlu ve İbda fikriyatının yaptığı değerli. Mirzabeyoğlu bu işin şakasında olmadığını ifade ediyor. Evet o, inancına göre yaşamış, bu işin çilesini çekmiş, hapiste kalmış biri. Kafası çok dolu, muhtevalı yani. Büyük Doğu davasıyla yoğrulmuş, farkına varılamayan bir değer doğrusu.

Necip Fazıl’ın öncü mütefekkir olarak, tarih alanına katkılarını bir tarihçi olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Üstad, resmî tarih dışında İslâm merkezli bir tarih anlayışı ortaya koydu. Tanzimattan beri duruşumuzu kaybettik. Üstad da bunu temellendirdi. Tanzimat kırılma noktasıdır. Tanzimatla kıblemiz değişti. Burada kıbleden kasıd, değerler sistemidir. Mekke yerine Paris ikame edilmeye çalışıldı. Bu anlayış, sekiz nesildir mayalana mayalana geldi. Artık kendimize Avrupalının bize baktığı gibi bakar hâle geldik.

Mülâkatın sonuna doğru geldik. Şunu sormak istiyorum. Müslüman Anadolu halkının beklentilerini inovatif ilahiyatlar karşılıyor mu? Halkın dini duygu ve geleneğiyle alay eden ilahiyatçılar da var maalesef. Bunlar hakkında ne söylemek istersiniz? 

Ben iyimserim, onu söyleyeyim. Bu hükümet, bu idare hiçbir şey yapmamış olsa bile hürriyet getirdi. Yani Müslümanlar düşüncelerini rahatça söyleyebiliyorlar. Ne kadar iyi söyleyebiliyorlar ne kadar iyi anlamışlar, o ayrı mesele. Ama ırmak yatağını buluyor. Şimdi ben sık sık rahmetle anıyorum, Şaban Teoman Duralı'nın bir sözü var. Türk tarihi bir ırkın değil, bir davanın tarihidir, diyor. O dava İslâm davası, hak davası. Yani falanca yerden gelmiş olabilir adam Türkiye'ye, iş yapmış. Artık çocuğu Türk okuluna gidiyor, Türk’tür yani. Aykırı bir fikir beslemedikçe Türk’tür. O dava İslâm davası. Ve ilahiyatlar şu durumda karşılıyor mu, karşılamıyor mu? 

Şimdi aklıma geldi. Tayyar Altıkulaç, Zorlukları Aşarken kitabında, Süleymancılarla İmam Hatipler arasındaki polemik mevzuunda Necip Fazıl'ın yazılarını kastederek, onlardan para alarak yazı yazdı şeklinde, ithamda bulunuyor. Merd-i kıptî misali.

Ayet-i kerime var ya, “Kullun ya'melu ala şakiletih” [herkes kendi karakterine göre davranır] (İsra/84) Çok hoş, karakter gibi yani. Ben onu, herkes kendine yaraşanı yapar, diye tercüme ediyorum. Öyle insanlar Cenab-ı Hak nasıl bir karakter vermişse ona göre davranıyor. Dediğim gibi bu grup, Nesilci klik, kendilerine bir hedef yapmışlar. Yani “Biz, başa geçeceğiz, hiç şakası yok.” diye. Yani, FETÖ'cülerden filan daha fazla bunlar kulis yaparlar. Türkiye'yi ele geçireceğiz, yöneteceğiz, paylaşacağız. Zeki ve çalışkanlar da, seçip topluyorlar kendileri gibi olanları. Ama ne oluyor? Belli bir zümre oluyor. Haklı, haksız, hep onları yükseltiyor, belli yerlere getiriyor. Diğer, şahsiyet sahibi diyelim, kendi halinde adamlar kenarda kalıyor. Yani benim onlara karşı bir alıp veremediğim yok. Onun için takas da etmiyorum. Benim böyle bir hakkım vardı. Kulis yapmadım. Takip bile etmedim o şeyleri. Böyle bir hakkım vardı. Haksızlığa uğradım diye, hiç söz konusu da etmiyorum. Çünkü senet sağlam nasıl olsa. 

Bunlar ilim adamı-akademisyenler, ancak siyasetin de tam içindeler.

Tabii tabii. MSP'ye karşıydılar. Neyse yani işleri güçleri politika. Ben onlarla şey yapmıyorum. Dediğim gibi benim tutumum ne benden rükû ne senden kıyam. Selamünaleyküm. Aleykümselam. Ama tâbi olmadığımız için onlara battı tabii. Tâbi adam istiyorlar. Bir de Arapçayla meşgul olmamız büyük suç oldu onlara göre. 

Ali Rıza Demircan Hoca hâtıratında anlatıyor. Tayyar Altıkulaç onun hakkında şeriat propagandası yapmaktan savcılığa suç duyurusunda bulunmuş, o da Hayrettin Karaman'a gitmiş, Tayyar Altıkulaç bu davasını çeksin diye. Hayrettin Karaman ise bunu kabul etmemiş. Demircan Hoca, onlar için, “Kendilerine biat edilmesini istedi.” dedi.

Müezzin, yani din adamlığı, din hizmeti yapamaz diye Diyanet Yüksek Kurulu'ndan rapor çıkarmışlar. Öyle bir broşür halinde basmışlar. Benim kitaplar içinde bir yerde rastladım. Nerede duruyor bilmiyorum. 

Kim için? 

Ali Rıza Demircan için. Süleymaniye imamlığından Demirci'de bir köye müezzin tayin ettiler. Yani o kadar şeyden Allah şaşırtmasın. Akademi için boykot yapan mukaddesatçı gençlere ömür boyu okuldan uzaklaştırma cezası verdiler, bunlardaki öyle bir klik hırsı idi. Öğrenciler, Yüksek İslâm Enstitüleri akademik hüviyet kazansın, diyor. Bunu destekleyeceğine karşı çıkmak ne demek yani? Sonra diyorum ya idare filan ellerinde. En az on yıl fakülte haline gelemedi.

Hocam, size takdim ettiğim Aylık Baran dergilerini nasıl buldunuz?

Dergi, çok kaliteli ve ağırlıklı. Bütün makaleleri okunmaya değer. Mücâmele (iltifat) olsun diye söylemiyorum, gerçek kanaatim bu. 

Her şey için teşekkür ederiz. Ağzınıza sağlık.

Ben teşekkür ederim.

Aylık Baran dergisi 20. sayı, Ekim 2023