26 Ağustos 1071 tarihinde, Büyük Selçuklu Hükümdarı Sultan Alparslan’ın Anadolu’nun kapılarını Müslüman Türklere ardına kadar açtığı zafer olan Malazgirt Meydan Muharebesi’nin 952. sene-i devriyesini yaşıyoruz.
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Anadoluculuk davamızın temel kahramanlarından diye tanımladığı Sultan Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diyojen arasında süren bu muharebede Bizans’ın 200 bin kişilik ordusu, Alparslan’ın ise 50 bin kişilik bir ordusu bulunmaktaydı. Selçuklu Sultanı Alparslan, Malazgirt harbinden önce “Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor; azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ya Rabbi! Niyetim halistir; bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret!” diye dua etmiş ve Ahlat-Malazgirt arasındaki Rahve ovasına kurulan Selçuklu ordusuna “Müslümanların camilerde bizim için dua etmekte oldukları bu saatlerde düşmanın üzerine atılmak istiyorum. Galip gelirsek arzu ettiğimiz sonuç gerçekleşmiş olur, yenilirsek şehid olarak cennete gideriz. Bugün burada ne emreden bir sultan ne de emir alan bir asker var; ben de içinizden biri olarak sizinle birlikte savaşacağım; benimle gelmek isteyenler peşime düşsünler, istemeyenler serbestçe geri dönebilirler.” diye hitap ederek, aksiyoner tavrını ortaya koymuş ve ardından muharebeye başlamıştı.
Hükümdara hükümdar gibi muamele
Bir gün boyunca süren savaşta Alparaslan’ın ordusu Bizanslıları yenilgiye uğratmış, 200 bin kişilik ordunun birçoğu kılıçtan geçirilmiş, birçok ordu yöneticisi esir alınmıştı. Savaşta Alparslan’ın çeşitli stratejileri, Bizans imparatorunun hatalarıyla birlikte muharebe Alparslan’ın başarısıyla sonuçlanmıştı. Alparslan bu savaşta hilâl taktiği kullanmış ve Bizans ordusunu kapana kıstırmış, bu taktik sayesinde Bizans ordusunu darmadağın etmişti. Bu savaş aynı zamanda Türklerin Kanuni Sultan Süleyman’a kadar topraklarını genişletmesinin başlangıcı sayılmıştır.
Savaşta Diyojen de esir alınmıştır. Alparslan, esir imparatora güzel biçimde muamele etmiş, yanına oturtmuş ve bir antlaşma imzalamıştır. Hatta antlaşma sonrası çeşitli hediyelerle uğurlamıştır.
Alparslan’ın antlaşması
Antlaşmada 1,5 milyon altın verilmesi, her yıl Selçuklular’a 360 bin altın vergi verilmesi, bütün İslam esirlerinin serbest bırakılması, Selçuklulara askerî yardımda bulunulması, imparator kızlarından birinin sultanın oğluna nikahlanması, Antakya, Urfa, Menhic ve Malazgirt’in Selçuklulara bırakılması kararlaştırılmıştır.
Antlaşma sonrası Bizans Senatosu, Romanos Diyojen’i tahttan indirip yerine VII. Mikhail Dukas’ı imparator ilân etmiş, Diyojen de hapse atılmış ve daha sonraki yıllarda Bizanslılar tarafından öldürülmüştür.
Anadolu’ya yayılma
Malazgirt Meydan Muharebesi’nden sonra Selçuklular Anadolu içlerine doğru iyice ilerlemiş ve kısa sürede Ege ve Marmara kıyılarına kadar olan toprakları fethetmişlerdir. Bu fetihler sonucunda ise Saltuklu, Mengücüklü, Dânişmendli, Dilmaçoğulları, Ahlatşahlar, Yinaloğulları, Çubukoğulları ve Artuklu beyliklerini kurmuşlardır.
Malazgirt, İslam milletine açılan bir kapı
Malazgirt zaferi tarihte derin izler bırakmış, Anadolu’nun kapılarının büsbütün İslam Milletine açılmasına vesile olmuş, bir idealle hareket edenlerin ‘Anadoluculuk’ zemininde İslam’ın akıncısı olarak Batı’nın içine dalma, Batı’yı Anadolu’dan söküp atma, Batı’nın barbarlık ve yağmacılık dolu idaresini defetme faaliyetinin ortak adresi olmuştur. Malazgirt’e baktığımızda da safları İslam’ın tüm topraklara yayılması fikri belirlemiş ve bu aşkla savaşılmıştır ve orada Anadolu, bir bölge değil bir fikir halinde vücut bulmuştur. Fatih Sultan Mehmed’in ilayı kelimetullah gayesi de bu minvaldedir. Bugün ise İslam’ı tüm coğrafyalara hâkim kılmanın yolunun hâkim fikirden geçtiğini belirtelim. Dünyanın kalbi Mekke, bedeni ise Medine’dir. Yeni zaman ve mekânda beden, Medine’nin uzayan gölgesi hâlinde, Anadolu’dur. Anadolu’da atan kalbin damarları, Büyük Doğu İBDA’dan başkası değildir!.. Halihazırda dünyanın kalbi, Anadolu’da atmaktadır. Şimdi asıl mesele Anadolu’da atan kalbin niçinini bilmekte.
Hedefimiz belli: Anadoluculuk
Bizim bugün üzerinde yaşadığımız toprak parçası Anadolu. İdeal çapında dava olan Anadoluculuk ise Devlet-i Ebed Müdded idealini yeniden bu binek taşında canlandırmak için, Anadolu’da, örnek ümmet modeli Sahabîler döneminden başka hiçbir insan tipini ve toplum yapısını benimsemeyecek bir şekilde bağımsızca yaşamak ve yaşatmak... Bizi bu ideale götürecek olan ideolocya ise, “Mutlak Fikir”in günümüz hayatının her plan ve şubesine tatbik edecek şekilde örgüleştirildiği İslâm’a Muhatab Anlayış. O insan tipiyse, yine İbda Hikemiyâtı’ndan öğrendiğimiz üzere; Anadoluculuk ne kendini bir keyfiyet ve kültür ifadesine kavuşturabilen, ne de çerçöpler gibi kendini ifade edemeyen kavim ve kavimsizler mozaiği değil, tek başına ve âlâ olmaya niyet eden bir insan tipini tarif edendir. İşte Müslüman Anadolu İnsanı; putların ve salîbin binbir cümbüşü arkasından kendisini topyekûn HİLAL’e teslim eden ve onun davasını bütün dünyaya şâmil bir aksiyon hâlinde güden aslî ve asil kadro olmaya yeniden can-ı gönülden talibdir. Mirzabeyoğlu’nun tesbitiyle, Anadoluculuk, çıktığı yerden 4 kıtaya Peygamber Sancağı’nı dikişinden büzüldüğü hâneye doğru kaderini yaşamış ve yaşıyor. Bu anlamda Anadolu’yu nefsimize ve devletimize hâkim kılmak da bugün Müslümanların görevidir.
İslâm, 500 yıl kılıcını elinde tutan Anadolu’da bozuldu ve her yerde altüst oldu. Şimdi, Müslüman Anadolu insanı bunu yeniden buradan başlayarak düzeltmeye ferd ve cemiyet olarak hazır. Bu bozulmanın muhasebesini yapmış, Müslüman milletimizin yeniden eşya ve hadiselere teshir edici olmasını sağlayacak fikir de hazır. Peki, devlet ve siyasî irade böylesi bir değişime hazır mı? Milletin iradesi geçerli olduğuna göre, o zaman ilk hedefimiz de belli; Anadoluculuk! Biz bu hüviyeti kuşanacağız, kurtulacak ve kurtaracağız! Şartların omzumuza yüklediği misyon boynumuzun borcudur!
Üstad Necip Fazıl’ın Kaleminden Anadolu
Üstad Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü’nde Anadolu için şunları söylemektedir: “Bozkurdun bir dere kenarında gümüş sulara dalıp gözlerindeki tılsımlı ateşi seyrede ede, içli ve mütevekkil bir söğüt ağacına istihale ettiği (mübarek) diyar; Türkün, gerçek ruh ve muhtevasını bulur bulmaz seyyarlıktan sabitliğe geçtiği, kıt’alar arası tarihî hesaplaşmaların geçit meydanı, medeniyetlerin sergi evi, mahrem ve muazzam Asyanın, Avrupa’ya bakan cumbası; tarih boyunca cihanın en büyük mâna ve madde imparatorluğuna dayanak vazifesini gördükten sonra, dört asırdır öksüz, mazlum, harap ve mahrum yaşayan; bir asırdan beri de ihanetlerin en acıklısına uğrayan, derken ananevî tahammül ve tevekkülünün üstünde ruh eşkiyasının çatı kurduğuna şahit olan misilsiz çile ve işkence arsası, halbuki Anadolu; şehitler toprağı, gaziler bucağı, velîler ocağı, nihayet Anadolu, her taşında bir Yunus Emre’nin oturduğu, her yolundan bir Yunus Emre’nin geçtiği, hak âşıklarının yurdu ki, minareleri, evleri, rüzgârları, ırmakları, kağnıları ve kalbleri hep “Allah Allah!” sesleriyle uğuldamakta... Böyleyken, Anadolu; suları bile “Allah deyu deyu” akarken, tam 65 yıldır kendi iradesiyle başa geçtiğini iddia eden istismar idarelerinin esiri olmak gibi, hayal ve efsaneye sığmaz bir gözbağcılığının, hokkabazlığın zebunu... Anadolu’nun yine 65 yıldır beklediği, böyle bir Anadolu görüşü…” olarak tanımlar ve Anadoluculuğu “Ona, kendi kendisini, kendi uktesini, kendi kökünü göstermeye, kendi özünü ve yemişini kuvvetlendirmeye, sırlarını çözmeye ve dostlariyle düşmanlarını tanıtmaya memur, büyük fikir hamlesi…”
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Kaleminden Malazgirt ve Anadoluculuk
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası’nda Malazgirt’e dair şunları dile getirmiştir:
“MALAZ: Sürülmemiş toprak… Hani MALAZGİRT… Ne dersiniz? Aile bir bedahet, aileden çıkan kollar ve akrabalık da, derken aileler arası hısımlıklar da, aynı aşiret, aynı köy, aynı bölge(?) içinde olanların topluluğu da, şehirler ve bölgeler de, ülke sınırları addettiğin de, dil de… Bütün bunları ANADOLU ve ANADOLUCULUK gayesi etrafında hâkim bir İSLÂMÎ renk düşüncesinin temin edici unsurları olarak belirtirken, kestirme bir ilgi hâlinde ŞAMANLIK’la İSLÂM Tasavvufu arasında sanki bir geçiş ve tekâmül farkından başka bir şey yokmuş sananlara cevab vermenin güyâ “özünden ayrılma” işi sanılmaması için de söylemiş oluyorum…”
Baran Haber