Masanobu Fukuoka, modern bilimsel teknikleri terk edip, 95 yıllık ömrünün 70 yılını keşfettiği doğal tarıma adamış Japon bir ziraatçıdır. Bilimsel çalışmalar neticesinde başarı gibi sunulan tabloların doğal yöntemler karşısında aciz kalışını yaptığı çalışmalarla gösteren bir insandır. Fukuoka, toprağı sürmeden, gübrelemeden, ilaçlama yapmadan, ağacı budamadan tarım yapmanın yöntemlerini keşfedip “Doğal Tarımın Yolu” kitabında ayrıntısı ile anlatmıştır. Bu çalışmaları kendi inancı ile bütünleştirip yaşam felsefesi haline getirmiş bilge bir kişilik olarak dikkate değer bir insandır. Bakış açısı ve çalışmaları hakkında bilgi sahibi olmak için kitabından bazı paragraflara bakalım;
“Doğa ne canlıdır ne ölü, ne küçüktür ne büyük, ne zayıftır ne güçlü, ne cılızdır ne de gür. Bir böceğe, zararlı ya da predetör deyip doğanın, güçlünün zayıfı yiyerek beslendiği bir görelilik ve çatışma dünyası olduğunu haykıranlar, bilimden başka bir şeye inanmayanlardır. Doğru ve yanlış, iyi ve kötü kavramları doğaya yabancıdır. Bunlar sadece insan icadı ayrımlar. Böylesi kavramlar olmadan doğa, büyük bir uyum içerisinde varlığını sürdürmekte, insanın yardım eli olmadan otlara ve ağaçlara can verebilmektedir.”
“Her şeyin rahmet olduğunu” kuru kuruya tekerlemek yerine bu sözleri bizlerden birisi söyleseydi keşke! Ve “evrim teorisi”ne karşı savunma yaparken “İslâm’da, bu mesele ‘tekamül’ kavramıyla açıklanır” diyerek geçiştirilip kadük bırakılmasaydı. Neyse devam edelim;
“Canlı ve bütünsel bir biyosistem olan doğa, parçalarına ayrılıp bölünemez. Parçalandığında can verir. Ya da şöyle diyelim, doğadan bir parça koparanların ellerinde tuttukları şey ölüdür; araştırdıkları şeyin artık varsaydıkları şey olmadığından habersiz, doğayı anladıklarını iddia ederler.”
“Doğal tarımla bilimsel tarımı grafik olarak karşılaştırdığımızda, iki yöntem arasındaki farklılıkları anında takdir edebiliriz. Doğal tarımın amacı eylemsizlik ve doğaya dönüştür; hareketi merkeze doğru ve birbirine yaklaşan özelliktedir. Diğer yandan bilimsel tarım, insan istek ve arzularının çoğalmasıyla doğadan kopar, merkezden kaçan ve birbirinden uzaklaşan bir özellik gösterir. Bu dışa doğru genişleme durdurulamayacağından, bilimsel tarım yok olmaya mahkûmdur. Yeni teknolojilerin eklenmesi, onu sadece daha karmaşık ve çeşitlenmiş hale getirir, bu da durmadan çoğalan bir masraf ve iş gücü gereksinimi yaratır. Doğal tarım ise aksine, yalnızca basit değil, ekonomik ve zahmetsizdir de.”
“Doğal tarımla dışarıdan hiçbir malzeme kullanılmaksızın, bir kişinin günlük emeğiyle 60 kilo çeltik (200 bin kalori enerji) üretilmektedir. Bu, doğal beslenen bir çiftçinin günlük tüketimi olan 2000 kalorinin 100 katıdır. Tarlaları sabanla sürmek için atın ve öküzün kullanıldığı geleneksel tarım, bunun 10 katı fazla enerji sarf etmekteydi. Küçük ölçekli makineleşmenin ortaya çıkışıyla kalori olarak enerji girdisi yeniden ikiye katlandı. Büyük ölçekli makineleşmeye geçiş ile ise bir kez daha iki katına çıktı. Bu geometrik dizi bize bu günün enerji yoğun tarım yöntemlerini getirdi.”
“Makineleşmenin iş verimini arttırdığı iddia edilir sık sık, fakat çiftçiler, bu makinelerin bedelini ödemek için, kalan zamanlarını tarlalarından uzakta çalışarak geçirmek zorunda kalırlar. Bu durumda yaptıkları, tarlalarında yaptıkları işleri bir başka şirketteki iş ile değiştirmektir; açık havada geniş tarlalardaki çalışma hazzını, bir fabrikanın içine kapatılmış olarak geçen kasvetli saatleriyle takas etmişlerdir.”
“İnsanlar modern tarımın hem verimliliği yükselttiğine hem de ürünü arttırdığına inanıyor. Ne yanılgı. Meselenin aslı şu ki, bilimsel tarımla elde edilen mahsul, doğanın tam gücüyle elde edilebilecek olandan daha azdır.”
“Bilim, üretimine katkıda bulunduğu yiyeceklerin kalitesi konusunda da doğayla aşık atamaz. İnsanlık, doğanın parçalarına ayrılıp incelenerek anlaşılabileceği düşüncesi ile kendini yanıltalı beri bilimsel tarım yapay ve biçimsiz yiyecekler üretmektedir. Modern tarım doğal olan hiçbir şey üretmedi. Aksine sadece, doğanın kimi yönlerinde niteliksel ve niceliksel değişimler yaparak yavan, pahalı sentetik gıda ürünleri imal etmeyi ve insanı doğadan giderek yabancılaştırmayı başardı”
Yazarın dile getirdiği meseleler, çoğumuzun içinden geçtiği halde delile dayandıramadığı için haykıramadığı gerçekler aslında. Ömrünün 70 yılını doğal tarıma vakfederek doğal tarımın bilimsel tarımdan üstün ve barışçıl olduğunu ispat etmiş birisi olarak kendisine saygı duymamak elde değil. Günümüzde yapay zekâ ve robot teknolojisi konuşulurken öküz ile tarla sürmeyi bile reddeden bu görüş elbette fazlası ile saçma gelebilir insana. Lakin içinde bulunduğumuz hal, dünyanın bir an önce bu tespitlerin ciddiye alınması gerektiğini söylüyor. İşitene…
Doksanlı yıllarda Ege kasabasının birinde belediye memurluğu yaparken belediye başkanımız aynı zamanda fırın sahibiydi. Bildiğimiz odun ateşli kara fırını vardı. Bir gün, “millet bizim ekmeği beğenmez oldu şehirden gelen matador ekmeği yemeye başladı, gidip matador fırın alacağım dedi.” İyi dedik vardık İstanbul’a. Fabrika sahibi “Başkanım bunların modası geçti ben size elektrikli taş fırın vereyim.” dedi ise de dinlemedik aldık geldik fırını. Teknik servis fırının montajını yaptı, başkan bir deneme yapalım deyip hamur yoğrulmasını istedi. Teknisyenler;
-Ne yapıyorsun başkan, bu hamuru bizim fırın pişirmez.
-Ne olacak?
-Katkı lazım.
Gittik şehre. Bu maya, şu kabartıcı, diğeri özleştirici, öbürü kızartıcı derken bir sürü katkı maddesini aldığımız yetmediği gibi falanca fabrikanın ununu kullanırsan daha iyi olur diye tavsiye alıp döndük kasabaya. Başladık ekmek yapmaya. Bir sene kadar güzel satış yaptı başkan, durumdan memnun. Sonra… Sonrası malum, başkan eski fırınını tekrar yakmak zorunda kaldı ve matadoru da satacak yer bulamadı. Ettiği zarar yanına kâr kaldı.
Makine ile yapılan birçok iş, işlenen hammaddenin makineye uydurulması ile yapılmaktadır. Örneğin inekleri sağan robot, aynı tip inek memesini sağabildiği için çiftlik sahipleri ne kadar iyi olursa olsun meme yapısı robota uyum sağlamayan hayvanı kesime gönderir. Endüstriyel ürünlerin tamamına yakını makineye yapışmasın, gösterişli olsun, lezzetli olsun, standart olsun, malzeme az kullanılsın, raf ömrü uzasın gibi birçok nedenle gıdalara çok sayıda katkı eklerler. Haliyle bunlar, damağımızın tembelleştirerek sürekli bunları istememizi sağlayıp fıtratımızı bozmanın yanı sıra bütçe ve sağlımızı gasp eden bir eşkıya olarak karşımıza çıkar. Doğal sandığımız tarım ve hayvancılık ürünleri de benzer sebeplerle aslına çok yabancılaşmış durumdadır. Bu meseleler defalarca işlendi uzatmaya gerek yok.
Bu kadar veriden sonra insanın aklına takılan soru: Bilimsellik ve makineleşme denen şey, tarlamızı elimizden alıp şehirlerde birçoğumuzu işsiz bırakan, kalanı köle olarak çalıştırıp, verdiği parayı sattığı zehir ile geri aldıktan sonra yedirdiği zehrin ilacını satarak kendi kendisini kahraman ilan eden düzenbazlık değil de nedir?
Bilim gerçek manada tabiat ve insana hizmet ettiği sürece, asla karşı çıkılacak bir araç olmadığı gibi insanlığın en değerli hazinelerindendir. Bir avuç güç sahibinin oyuncağı haline geldiği anda tehlikeli bir silah ve acımasız bir canavara dönüşür. Bu seçenekler arasındaki tercihi bireyin ahlâkı ve devletin adaleti yapması gerekirken bu gün her iki kontrol mekanizmasının felç olduğunu görüyoruz. Felç olmuştur diyorum çünkü ahlâk ve adalet asla ikinci seçeneğin yanında olmadı, olamaz. Felçli olmanın verdiği takatsizlikle ikinci seçeneğin yanındaymış gibi durur o kadar.
Farkındaysanız Covid-19 salgınını takiben dünya çok sakin bir yer olmaya başladı. İnsanların temel ihtiyacı olan gıda, giyim, barınma, ibadet, sağlık ve eğitim hizmetleri bazı aksaklıklar olsa da devletlerin ve ahlâkî değerlerin desteği ile ayakta tutulmaya çalışılıyor. Normal dediğimiz zamanlarda egemenlerin çarkına su taşır görünen mekanizmalarımız, normal saymadığımız dönemde felçli halden kurtularak insanlığın geneli için çalışıyor. Bu tabloyu görünce; “Bu kadar gürültü, telaş, ahlâksızlık ve adaletsizlik eğlenmek, gezip tozmak, egoların tatmini ve savaşmaktan mı oluyordu?” diye sormadan edemiyor insan.
Soygun planı yapan hırsız topluluğu bile soygun süresi ve sonunda olacaklar için aralarında ahlâk ve adalete ihtiyaç duyarlar. Bu gün yaşadığımız olumlu hava, hırsızların ahlâk ve adaletine benzese de neticede huzurun anahtarının ahlâk ve adalet olduğu açık seçik ortaya çıkmış durumdadır.
Fukuoka’nın ortaya çıkardığı hakikatler, insan ve tabiata karşı ahlâklı ve adil olma mesuliyeti neticesinde ortaya çıkmıştır. Çalışmalar modern bilime tezat gibi dursa da gerçek bilim budur, zira çıkış ve varış noktalarında ahlâk ve adalet vardır. Fukuoka’yı modern bilim insanından farklı kılan şey kuru bilgi sahibi değil, BİLGE bir kişilik olmasıdır.
Bilgelikle bilgililik arasındaki farkı bir örnekle açacak olursak; Katkılı endüstriyel gıdalar deneyler ve bilgi birikimleri neticesinde elde edilmiş ve firmaların pazar payını arttırarak piyasaya hâkim olmalarına yol açmıştır. Bu yolla daha az iş gücü kullanılarak çok fazla kazanç elde edilmesine rağmen refah çok az sayıda kişiye yansımış, günlük taze ürün işleyen zanaatkârlar ve doğal ürün yetiştiren çiftçiler işsiz kalmıştır. Üstelik bütün insanlığın bu gıdalar sebebi ile fıtratı bozulmuş ve kronik hastalıklarla uğraşmaktadır. Adalet ve ahlâk, kuru bilgiye itibar göstererek birkaç kişiyi zengin ederken milyonların mağdur olmasına yol açmıştır. Oysa bilgelik bu mahsurları öngören ahlâklı bir yaklaşımla adalete tavsiyede bulunsa ve adalette bilgeliğe itibar edip, ben bu şüpheli şeyleri yasakladım dese; bir anda işsizliğin çözüldüğü, gelir dağılımının dengelendiği, tabiatın bozulmadığı, insanların hasta olmadığı ve bilge insanların çoğaldığı huzurlu bir dünyaya adım atmış olurduk.
Fukuoka, fıtratının izini sürerek el yordamıyla hakikatin bir parçasına ulaşırken, hakikatin tamamı bize 1400 yıl önce tebliğ edilmiş olmasına rağmen içinde bulunduğumuz durum çok vahimdir. Üstelik bu hakikatler Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu tarafından zamanımıza uygun şekilde hazırlanıp önümüze Büyük Doğu-İbda tefekkürü olarak konulduğu halde bu konudaki duyarsızlığımızın, hesap günü izah edilir yanı yoktur. Büyük Doğu-İbda tefekkürü bilgeliğin nizamını teklif etmiştir. Bütün dünyaya nefes aldıracak tek “ahlâk ve adalet sistemi” teklifidir. Bu teklifin muhatabı elbette ABD ya da diğer küfür devletleri değildir. Teklif muhatabına yapılır. Üzerimizdeki vebalden kurtulmak için muhatapları ısrarla rahatsız etmeye devam edeceğiz.
Diyeceğim odur ki insanlık, dönüp dolaşıp sonunda kara fırın ekmeğini isteyecek. İsterken tufan yaşanmasını istemiyorsak bizim başkanın yaptığı hatadan ders çıkarmak lazım. Yol yakınken matadoru çöpe atıp insan fıtratına uygun olanı aramak, ilahî emre teslim olmak lazım vesselam.
Baran Dergisi 697.Sayı
Küfr-ü Saadet Son Perde -Kara Fırının İntikamı-
Talat Duman
Yorumlar
Trend Haberler
Türk solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Kassam'dan şehadet operasyonu: İsrailli teröristlerin arasına sızıp pimi çekti!
Kemalistler putlarına sahip çıkıyor! Yine 5816, yine hukuksuzluk, yine ceza
15. Dergi Günleri "Bi' Dünya Dergi" Taksim'de düzenlendi
“Türkiye’nin Kobani’ye operasyonu yakın”
Abdullah Çiftçi: Türkiye birçok bölgede önemli bir aktör haline geldi