Bundan birkaç hafta evvel Baran Dergisi’ne gelen genç bir arkadaşımızla hasbihal ettik. Kendisi İslâmcı Camia içerisinde meşhur olan bir “fikir adamı”nı ziyaret ettiğini ve bu ziyaretinde kendisine bazı sualler yönelttiğini anlattı. Beni ve okuyucuyu alakadar etmeyen hususları bir kenara koyarsak, genç arkadaşımızın Mirzabeyoğlu hakkında yönelttiği sualler ve bu “fikir adamı”nın verdiği cevapların memleketimiz fikir, kültür, sanat manzarasını ortaya sermesi bakımından pek alâka çekici olduğunu söylemek isterim. Gençlerin kendisini renk renk güllerin çeşitlerini anlattığı şiirleriyle tanıdığı, levhadan ibaret partisiyle andığı ve haddi zatında kendisini “Üstad’ın en yakını olarak” bildiği fikir adamımız Mirzabeyoğlu hakkında kendisine sual edilen meseleyi şöyle cevaplamış:
 
“Ben Üstad’ın 30 yıldır yanındaydım, o hiç yoktu ki. Sonradan çıktı Büyük Doğu’yu sahiplendi, biz sahiplenmedik. Üstad’ın Mirzabeyoğlu hakkında söylediğini iddia ettikleri şeyler de uydurmadır.”
 
Evvela şunu söylemeliyim ki, bu türlü bir yaklaşım, bu türlü bir ağız, içinde fikre dâir hiçbir şey olmayan, bilâkis eskinin has somun ekmeklerine benzer bir şekilde has dedikodudan ibaret olan bu türlü bir sıradanlığı beklemezdim. Kasımpaşalı kadınların ellerini bellerine koyup birbirlerine tariz etmek için yaptıkları dedikodunun tıpkısının aynısını bir “fikir adamı”ndan duymak memleketimizin edebiyat manzarası adına ne feci bir talih…
 
Bir de kendisini hayatında ilk defa gördüğünüz, kim olduğunu bilmediğiniz ve size masumca sualler soran, herhangi bir mevzuda, herhangi bir meselede bakış açınızı görmek isteyen genç bir dimağa karşı verilecek nasihatlerin bunlar olmadığını bir ilk mektep talebesi bile bilir.
 
Bana bunları anlatan genç arkadaşımıza hiç renk vermedim ve “işte Büyük Doğu Külliyatı, işte İBDA Külliyatı, bakacaksın, okuyacaksın, anlamaya çalışacaksın, tefrik edeceksin, kendi fikrini kendin bulacak ve en doğrusunu bulduğun yerde bile ‘acaba ben doğru muyum?’ diye kendini tahkim etmeye bakacaksın” dedim ve meseleyi kapattım.
 
Uzun süredir bu türlü bir dedikodu kazanı öylesine fokurdatılırmış ve bu fokurdamanın ateşiyle beraber kendisine “hoca” diyen, “ilim adamı” diyen, “fikir adamı” diyen; fakat, ne hocalıkla, ne ilimle, zaten fikir adamlığıyla alâkası olmayan bir çok zevat da ısınırmış. 1980’lerden beri yaptıkları bu türlü hainliklerin hâlen peşini bırakmadıklarını görmek insanı sükûtu hayâle uğratıyor. Ama ne yaparsın zaten Üstad'ın "Büyük Doğu'nun düşük çocukları" diye nitelediği bu türlü insanların değişmesini beklemek fikrinin yanlış olduğunu görmek bir yana, Üstad Necib Fazıl'ın "mezarımız konuşacaktır" sözlerinin mucizesine bir kez daha şahit olduk. Bahis mevzu fitne ve dedikoduları bırakmadıkları gibi, memleketin Kemalizmden, Ergenekon ve Fetullahçılıktan bunalan havası değişeli beri ellerindeki kepçelerle gençlerin ağızlarına eskiden beridir kendi mahfillerinde imal ettikleri dedikoduları da hâlen doldurmakla meşgullermiş meğer. Biraz evvel anlattığım hâdisenin ardından katıldığımız dergi fuarında dergimizin standını ziyaret eden öğrenci hanımların Necib Fazıl’ın Salih Mirzabeyoğlu hakkında el yazısıyla “Fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci Salih Mirzabeyoğlu’na sevgiyle” diyerek yazdığı takdimi gördüklerinde pek şaşırması ve “biz bunu hiç bilmiyorduk, bize hep ‘o Necib Fazıl’ı görmedi ki, onun yanında hiç olmadı ki’ dediler” diye yakınmaları bizi hayrete düşürdü. Hani marjinal bizdik? Her ne olursa olsun “bizim mahalle” diye bildiğimiz, gerektiği yerde en ağır tenkidleri yapmaktan çekinmediğimiz ve hiçbir zaman ve asla kendileri hakkında dedikodu yapmadığımız, küfür cephesiyle kıyas etmenin aklımıza bile gelmediği, bu “anlı şanlı” zevatın yalana sarılmış bu acınası hâllerini görmek, bunlara şahit olmak bizim için gerçekten üzücü oldu.
 
Üstüne üstlük, yine aynı dedikodu mezhebinin zehirli atıklarıyla zihni bulandırılmış bir başka genç arkadaş ise, birkaç hafta evvel bir başka genç arkadaşın malûm fikir adamından aktardığı cümleleri sanki “ettekraru ahsen velevkâne yüzseksen” sözü mucibince ve bu mezhebin hafızlık mektebi varmışçasına bu sefer standımızın önünde tekrar etmesi (trajikomik) oldu… Fakat gerek karşı çıkanlar, gerek hayret edenler, gerek sevenler olsun bütün bu birbirinden habersiz gençlerin bir hadisede gösterdikleri tepki vardı ki o da aynıydı. Necib Fazıl’ın Salih Mirzabeyoğlu’nun takdim ettiği el yazısını gördüklerinde gizleyemedikleri hayretleri ve gözlerindeki pırıltıları. Hele bir hanım kızımız vardı ki, Salih Mirzabeyoğlu’nun “İstikbal İslâm’ındır” eserindeki Necib Fazıl’ın Salih Mirzabeyoğlu’ndan büyük bir övgüyle bahsettiği el yazısını gördüğünde o kitaba sarılmasını unutamam…
 
“Necib Fazıl tarihçi değildi, politikadan anlamazdı, şöyle hataları vardı, böyle aşırılıkları vardı” diye diye mukaddes davanın bütün yükünü tek başına sırtlayan şahsiyetini didikleye didikleye, onu davanın her veçhesinden çıkara çıkara bitiremediler. Meşhur Bektaşi fıkrasında geçtiği üzere, minberde vaaz veren hocanın Allah’ı tenzih etmek için söylediklerini uzata uzata bitirememesinden sıkılan Bektaşi’nin “yahu hocaefendi ‘yok’ de çık işin içinden” demesi gibi Necib Fazıl’ı Salih Mirzabeyoğlu’ndan senelerdir tenzihe kalkanlar şarap düşkünü bedbaht Bektaşi kadar samimiyet taşısaydı, bugün hoca ve fikir adamı görünümlü bu din tüccarları inkârlarında bir adım öteye gider ve “hem Necib Fazıl, hem Salih Mirzabeyoğlu da yoktur” derlerdi.
 
Esasında tamamıyla inkâr edememeleri, inkâr ettiklerini ortadan kaldırdıktan sonra inkârlarından ötürü kendi varlık sebeplerini ortadan kaldıracak olmalarındandır. Yoksa Necib Fazıl ve Mirzabeyoğlu’suz var olabilmelerinin mümkün olduğunu gördükleri gün  “yok” deyip işin içinden tamamen çıkacaklar ve dedikodu ikliminin uçsuz bucaksız manzarası yetim kalacaktır.
 
Bu meselelerin aslını esasını bütün teferruatıyla öğrenmek isteyenler Necib  Fazıl’ın “hakkımda yazılmış tek harika kitap” diye takdim ettiği ve Salih Mirzabeyoğlu’nun kaleme aldığı “Necib Fazıl’la Başbaşa” eserine bakabilirler.
 
Necib Fazıl’ı yine Necib Fazıl’ın kendisini “cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi” olarak nitelediği Salih Mirzabeyoğlu gözünden görmek isteyenler şu satırlara kulak vermelidir:
 
“Eğer hatırlamak, unutkanlıkta bir çakıntı olarak anlaşılıyorsa, uykusuna kadar onunla dolu bir adamı bu hizada mütalâa etmek yanlış olur!..  Ben, kelimenin gerçek mânâsıyla bitişik yaşadığım bir şahsiyete nisbetle fikir serdedenim... Dolayısiyle, ne söylesem, söylenen odur, onun içindir, ona nisbetledir! Demem o ki, Necip Fazıl’ın yanına gidip gelmek gövdeyi taşımaksa, gittim ve geldim... Eğer bir ruh ve keyfiyet davası ise, ne gittim ve ne de geldim; dirsek temasının ne öncesi ve ne de sonrasında; ondan hiç ayrı olmadım ki!..”
 
İşte yol, işte yolcu, can kardeşim…
 
Yararlanılan Kaynaklar:
Necib Fazıl’la Başbaşa - Salih Mirzabeyoğlu
Yaşamayı Deneme - Salih Mirzabeyoğlu
 
Baran Dergisi 489. Sayı