Nasılsınız gönüldaş Güven Yılmaz, iyi misiniz?
(Av. Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor.)
“Büyük terörist” (gazeteci Fazıl Duygun) ne yapıyor?
(Av. Yılmaz, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun, Fazıl Duygun’un, Ali Osman Zor’un, avukat Hasan Ölçer’in Carlos’a devrimci selâmlarını gönderdiklerini ve Carlos’a dua ettiklerini söylüyor.)
Allah hepsinden, özellikle Hasan Ölçer’den razı olsun. ABD ve Venezüella bürokrasisinin bana karşı verdiği “gerçek” savaşta, avukatım Hasan Ölçer’in çabaları bu kuşatma altında nefeslenmemi sağlıyor. Bilvesile, hepinizin Ramazan ayı mübarek olsun.
(Av. Yılmaz, Carlos’un duruşmasının Kasım ayının kaçında olacağını soruyor.)
Kasım’ın 7’sinde ve Aralık’ın 16’sında. Yalnız, mahkemeye çıkıp çıkmayacağım şu ânda belli değil, üzerimdeki kuşatmadan dolayı boykot ihtimâlimiz de var. Sizi bu konuda önceden bilgilendireceğim. Şayet boykot etmemiz sözkonusu olmazsa, siz ve Türkiyeli diğer üç avukatımı mahkemede yanıbaşımda görmek isterim. Ne var ki, hem bana karşı bunca “bürokratik savaş” verecekler hem beni ve eşimi “malî savaş”la boğmaya çalışacaklar, ben de elim kolum bağlı oturacağım. Elbette aptal değilim; kendimi nasıl savunacağımı bilirim.
(Av. Yılmaz, Londra’daki sokak hareketlerini nasıl değerlendirdiğini soruyor Carlos’a.)
Evet, İngiltere’de son günlerde ciddi birtakım olaylar yaşandı. 1985’e dönmek istiyorum bu vesileyle. O dönemde de Londra’nın doğu ve kuzeyindeki varoşlarda büyük sokak hareketleri ve çatışmalar yaşanmış, olaylar başka şehirlere de yayılmıştı. Olayların içinde sokak çeteleri falan da vardı. Sadece göçmen zenciler değil, onlarla aynı sıkıntıları paylaşan, işte işsizliktir, fakirliktir, eğitimsizliktir vesaire, kimi beyaz İngilizler de olaylara karışmış, sokaklara dökülüp dükkan ve arabaları yakmış ve polise saldırmıştı. Tabiî bir süre sonra olaylar durulmuştu, zaten organize bir hareket olmadığı için sönmeye mahkûmdu.
Aynı durum, bu son gerçekleşen olaylar için de geçerli. Bunlar da sönecektir, çünkü organize değildir, arkalarında bir parti veya sendika gibi herhangi bir teşkilât yoktur. Sadece protesto etmektedirler, yoksa “biz şunu veya bunu istiyoruz!” tarzında net bir amaç yoktur kafalarında. “Daha iyi bir hayat istiyoruz!”. Tamam da, nasıl olacak peki bu, ne yapılması gerekli bunun için; bu soruların cevabı yok. Net cevabın olmadığı yerde, herhangi bir sonuç da yoktur.
Kuşkusuz, bu son olaylara karışanların bir kısmı, bildik suçlulardır, sokak çeteleridir, vesaire. Bu yüzden, netice de felâket oldu. Olayların patlak vermesine sebeb olan, yâni polis tarafından öldürülen zenci gencin de bir silâh satıcısı olduğu söyleniyor. Bu ölüm, plânlı bir suikast miydi, yoksa kanunî bir yetki dahilinde mi gerçekleşti bilemiyoruz, neticede orada değildik. Sonuçta pek farketmiyor da zaten, çünkü olaylar patlak verdi ve Londra’nın bütün varoşlarına yayılan bir isyan hâlini aldı. Burada Fransa’da pek fazla yansıtmıyorlar olayları, sanıyorum Türkiye’de daha fazla haber almıştır insanlar.
Peki ne var bu isyanın arkasında? Elbette, adaletsizlikler; 1985’teki isyanı doğuran aynı problemler, yâni adaletsiz toplum!..
Bu isyanı doğuran başlıca sebeb, devrimci olmayan bir sosyalizmi ve işçi haklarını savunan an’anevî İşçi Partisi’nin ülke ekonomisini tahrib etmesidir. Britanya işçi sınıfının büyük mücadele vererek kazandığı tüm haklar, onlar yüzünden fillî olarak kaybedilmiştir. Onlara tepki olarak iktidara gelenler bu hakları gasbetmiş, böyle olunca insanlar okula, üniversiteye, hastahâneye, ilaca para vermek zorunda kalmışlardır ki, bunların hepsi ücretsizdi eskiden.
Ben Londra’ya ilk defa 16 Ağustos 1966’da gittim. Üç gün sonra, üzerinden 46 yıl geçmiş olacak. Annem ve diğer iki kardeşim de o zaman benimleydi. Londra’daki hayatımız rahattı, imkânlarımız da doyurucuydu, çünkü babam varlıklı bir insandı ve bize gönderdiği para bunlara yetiyordu. Londra’nın batısında, Hyde Park’tan uzak olmayan çok iyi bir muhitte kalıyorduk. Tabiî bizim, özellikle benim ilgim, daha çok ülkenin siyasî durumuna yönelikti. O dönem, İngiltere’de bir öğrenci hareketi vardı. Ben de Venezüella Komünist Partisi bünyesindeki öğrenci liderlerinden biriydim. İki ülkenin komünist gençleri arasında, “sembolik” olarak birtakım faaliyetler yürüttüm, işte Venezüella’dan gelen mesajları, mektubları ilettim, bir nevî kuryelik yaptım. Fazla da sivrilmek istemedim, çünkü arkama polisi takmak istemiyordum.
Bu süreçte, üniversitelerdeki işçi sınıfı orijinli gençlerle bazı temaslarım oldu. Aralarında tüm dünyadan gelen gençler olsa da, esas olarak İngiltere’den, İskoçya’dan, Galler’den, İrlanda’dan, sömürgelerden gelenler çoğunluktaydı. Böyle olunca, teneffüs ve öğle yemeği vakitlerinde bu gençlerle mesele tartışma ve tecrübelerimizi paylaşma fırsatı buldum.
Sözkonusu tartışmalarımız vesilesiyle şunu söyleyeceğim: İngiltere hernekadar emperyalist bir devlet olarak bilinse de, yâni dünyanın kalan kısımlarını sömürmesiyle maruf bir ülke olsa da, üstelik I. Dünya Savaşı’ndan itibaren bir çürüme içinde bulunsa da, bazı yönlerden olumlu özellikler taşıyan bir devletti. Meselâ, vizesi olan herkes İngiltere’ye rahatça gelebilir, özellikle sömürgelerden gelenler isterlerse buraya yerleşebilir, çalışabilir ve okuyabilirlerdi. Bu insanlar sâyesinde, İngilizce de tüm dünyanın ortak anlaşma lisanı oldu ve bu husus, Britanya’nın şerefli olmayan halefi ABD tarafından da teşvik edilip bugüne kadar geldi. “Şerefli olmayan” diyorum, çünkü ABD’de, Britanya’nın kültürel seviyesi yoktur, bunu miras alamamıştır.
Evet, isyancı gençlerden bahsediyorduk. Bu insanlar, anababalarının alın teriyle kazandıkları haklarının birer birer ellerinden alındığını gördüler. Özellikle Margaret Thatcher, işçi sınıfının o güne kadarki tüm devrimci kazançlarını kaybetmesinde en büyük darbeyi vurmuş ve yolu açmış kişidir. İşçi sınıfına ihanet etmiş biridir. “Devrimci” diyorum, çünkü daha İsveç’ten bile önce, Britanya işçi sınıfıyla sendikaları Avrupa’nın en güçlüsüydü ve işçi hakları veya sigortaları gibi en büyük kazançları da onlar devşirmişti verdikleri büyük mücadeleyle. Hükümetlere ve başbakanlara bile ne yapmaları gerektiğini doğrudan söyleyebilen, onlarla birlikte karar alabilen teşekküllerdi bu sendikalar. Bunlar zayıflayınca, çöküş kaçınılmaz oldu ve bugünkü isyanlar gelip çattı.
Sadece manevî çöküşten de bahsetmiyorum, iktisadî ve teknolojik bakımdan da öyle. İngiltere’deki fabrikalar çok eskimişti ve daha benim ilk gittiğim zamanlarda bile büyük bir kirlilik kaynağıydı. Özellikle kömür madenlerinin durumu içler acısıydı. Bu yüzden, elektrik sağlayan ana enerji kaynağı olan kömür madenlerinin çoğu kapatılmak zorunda kalındı ve bunların yerine nükleer enerji geliştirildi. Şimdi bu reaktörler de çok eskimiştir. Sanıyorum, 30 yıl veya daha yaşlı olanlarıyla, dünyanın en eski aktif nükleer reaktörleri Britanya’da bulunmaktadır. Şimdi hem bunlar hem de ülkenin siyasî durumu berbat durumdadır.
Siyasî çöküş ve kötü siyasî liderlik çok belirleyici olmuştur İngiltere’de. Güya serbest seçimler vardır ama bu da tuhaf ve kendine hastır. Meselâ, Tottenham’dan bir milletvekili çıkartmak için 150 bin oy gerekirken, İngiltere’nin kırsal orta bölgelerinden bir milletvekili çıkarmak için 2 bin oy yetmektedir. Bu kadar adaletsiz ve “aristokratik demokrasi” gibi kendine has bir sistemi olan İngiltere gibi bir ülkede, tüm bu ve bunun gibi adaletsizlikler de gençlerin isyan ateşine odun taşımaktadır.
Neticede iş, genelde Pakistanlı yahud Hindistanlı masum göçmenlerin güçbelâ kurduğu küçük dükkanları ve içlerinde insanların oturduğu binaları yakmak gibi kabul edilemez bir şiddete gelip dayanmıştır. Londra, kapladığı yüzölçümü bakımından çok büyük bir şehirdir, Avrupa’nın en büyük megapolüdür, bir ucundan diğerine gitmeniz saatler saatler alır. İşte bu varoşlarda da öyle büyük süpermarketler veya büyük mağazalar falan bulunmaz. Genelde alt tabakadan insanların ve göçmenlerin kendi yağlarıyla kavrulmaya çalıştığı küçük işletmeler vardır. Şimdi isyancıların saldırdıkları yerler de buralarıdır ki, elbette hoş görülemez.
“Bu isyancılar organize değil” demiştim. Telefon ve internet dışında başka bir organizasyon yapıları olmayan bu kişilerin yaptıkları, İngiliz hükümetini ve parlamentosunu kuşkusuz sert tedbirler almaya sevkedecek, temel ihtiyaçların teminine yönelik birtakım muhtemel kozmetik iyileştirmeleri saymazsak, toplumun en geri ve muhafazakâr güçlerini bir nevî rövanş almaya zorlayacaktır. Bu rövanş da, âdil olmayan bir seçim sistemiyle gelecek olan baskıcı, aristokrat ve muhafazakâr siyasetçilerin, daha fazla oy alarak eskiye göre güçlenmesi tarzında olacaktır. Geleneklerinden gelen bir imtiyazla kendilerini aşağı katmanlara göre seçkin gören bu muhafazakâr İngilizlerin tepkisi ise tabiatıyla sert olacak, isyancıların umduğunun tam tersi bir sonuç ortaya çıkacaktır. “Kanun ve düzen hâkimiyeti”ni sağlıyoruz diyeceklerdir. Ortada kendi komşularına saldıran insanlar ve çeteler vardır çünkü.
Özetlemem gerekirse, korkarım bu isyanların neticesi olumlu değil, olumsuz olacaktır. Bu tasvib edilemez şiddet, protesto ettikleri şeylerin daha da katmerlenmesi sonucunu getirecektir isyancılara. Tabiî ki yaşamak zorunda bırakıldıkları şartları ve maruz kaldıkları adaletsizlikleri protesto etme hakları vardır, ancak çözüm bu şekilde davranmalarında değildir.
İnşallah İngiliz halkı, herkesten önce kazandıkları, fakat son 40 yıldır giderek kaybettikleri haklarını geri almayı başarır ve işler daha bir yoluna girer.
Allah sizleri, en başta Kumandan Mirzabeyoğlu’nu korusun. İstikbâlin adamıdır çünkü O!..
Allahü Ekber.
13 Ağustos 2011
İngilizceden Tercüme:
Hayreddin Soykan