Meşruiyetin kaynağının “Bir”den koparılıp “çokluğa” ve “yokluğa” tevdî edildiği tüm yönetim biçimlerinde, hayatı kuşatan formlar (Anayasalar-yasalar…) düzenleyicilikten mahrumdur; sadece insicamsız bir biçimde üstümüzü örter ve zıtlıkları aptalca, bürokratik bir kayıtsızlık içinde, hiçbir dengeye oturtulmamış vaziyette barındırırlar.
En iptidaî toplumdan en karmaşık topluma kadar, meşruiyetinin kaynağını, kutsallık atfıyla bir mihraka (Tanrı, kral, devlet, halk…) dayandırmayan siyasî iktidar tipi yoktur. Siyasî iktidar, meşruiyetini bu odaklardan hangisinde bulursa bulsun, idare eden ve idare edilenin karşılıklı sorumluluklarının Mutlak Fikir ile çözümlenmediği sosyal yapılanma türlerinin hiç birinde, sağlam bir zeminden neşet etmiyor olması hasebiyle, gerçek anlamda bir adalet ve ahlâk anlayışından bahsetmekte de mümkün değildir. Çünkü “oyunun kurallarını ben koyuyorum” demek, işime gelmediği zaman “o kurallara uymayabilirim” demekle eşanlamlıdır. Zira gücü eline geçiren, bir şekilde yasayı kendi iktidar alanı içinde eritecektir. Dolayısıyla, iktidarın kaynağının mutlak olarak izah edilemediği sosyal örgütlenme modellerinde, zımnen rıza gösterilen kaba gücün haksız-keyfî uygulamaları ve ayrıcalıklı kesimler lehine yargının özelleştirilmesi gibi bir durum söz konusudur. Meşruiyetin kaynağının “Bir” den koparılıp “çokluğa” ve “yokluğa” tevdî edildiği tüm yönetim biçimlerinde, hayatı kuşatan formlar (Anayasalar-yasalar…) düzenleyicilikten mahrumdur; sadece insicamsız bir biçimde üstümüzü örter ve zıtlıkları aptalca, bürokratik bir kayıtsızlık içinde, hiçbir dengeye oturtulmamış vaziyette barındırırlar. Siyasî iktidarın temel ilkeleriyle kullanımının birleştiği “modern krallık” da bu kategoriye girer. “Modern Vandalizm”le birlikte fert-toplum bütünlüğünde rabıta kopmuş, ahlâk da ruhla birlikte gökyüzüne çekilmiştir. Büyüsü bozulan modern dünya, artık terk edilmişlik, tedirginlik, umursamazlık, para hırsı ve dizginsiz bir zorbalığın zâfiyetiyle mâlûl!..
Batı aklı, bir taraftan işi tahdit ile bir esasa bağlar, Hıristiyan metafiziğinin koyduğu kuralları aklın diline, laik kavramlara tahvil ederken, diğer yandan da sürekli geri dönüşlerle Antik Çağ’a bağlanır ki, sekülerleşme ve laikliğin gereği olarak Olimpos’un Tanrılarını yeryüzüne indirsin; “Dünyevî Mutlak” arayışının” idolleri” olarak Hollywood’da kâra dönüştürsün. İşte! Kendi hakikatine ait hükümleri tek doğru olarak dayatan, dünyanın geri kalanını da yoğurup istediği kalıba dökeceği malzeme, kendisine tahsis edilmiş köle olarak gören “modern yamyamlık”, Kapitalizm’le birlikte bu temeller üzerinde yükselir. Geçmişin ve geleceğin kana susamış diktatörlerini yetiştirecek, eşi görülmemiş ahlâkî bir felâketin tohumları da bu sosyal yapılanma türüyle birlikte atılır. Gücün üstünlüğüne dayanan ve dokunulmazlık sağlayan bir iktidardan alınan zevk, hayatın tamamını düzensizliğin, krizin uçurumuna getirdi. Uygar kibrin iptidaîliğinin tezahürü hâlinde, sistem artık sadece geçmişin pisliklerini kusuyor, içine aldığı şeyleri de “zehir”e dönüştürüyor. “Batı modeli” artık tabu olmaktan çıktı ve tartışılır hâle geldi. Kendi iç düzeninde de kendi değerlerine olan inancı yitirme tehlikesiyle karşı karşıya… İslâm düşmanlığını yükselterek bu değerleri koruma ve canlı tutma telaşında!..
Doğu’nun, Asya ve Afrika’nın felâketi, Batı gücünün temelini oluşturur. Ve bu güç sadece yönetenlerin siyasî hırsından kaynaklanmaz. Bilinçli olarak, modern bireyin iktisadî çıkarları da bu gücün devamına endekslenmiştir. Sürekli can ve mal kaygısı içinde yaşamak zorunda kalan fert, ister istemez içinde yaşadığı sistemi “beslemek” zorundadır. İnsanlık, “kırk katır mı, kırk satır mı?” misali uzun yıllar ya Kapitalizm “cehenneminde” yanmak ya da Komünizm’in zindanında boğulmak gibi, iki felâketten birini tercih etmek zorunda kaldı. Şimdilerde komünizmin yerine İslâmofobya ikâme edildi. Komünizm, Kapitalizmin başarısından çok, suç ortaklığı yaptığı Batı ile birlikte “inanılabilir”in yıkılmasına çanak tutarak, kendi sonunu da hazırladı ve yıkılıp gitti. Kapitalizm ise, kendi yok oluşunun durmadan çoğalan bakterilerini yine kendi bünyesinde üreterek ve “yeni sömürgeciliği” zamana adapte ederek, hâkimiyetini devam ettirme peşinde... Dolayısıyla, arınmanın ve yenilenmenin yolu Kapitalizm-Modernizm bataklığında debelenmek değildir. “İstikbâl İslâm’ındır” ve etrafında yükseltilen “sükût senfonisi” ne rağmen, çağımızın “yönlendirici ilke”si Büyük Doğu-İbda Dünya Görüşü’dür. “Yeni Dünya Düzeni” gelmeli ki, “Yeni Türkiye” gelsin!.. İslâm Dünyası bunu bekliyor!.. Bu işin muhatabı Türkiye’dir ve sorumluluk Türkiye’dedir!
Siyasî iktidarın ilkesiyle kullanımını kaynaştıran düşünce, meşruiyetini, mutlaka Mutlak Fikir’den hareketle temellendirilmiş bir sistemde bulmalıdır. Böyle bir sistemi ortaya koyabilmek ise, imkânsız denilecek kadar zor, ama imkânsızlığı nisbetinde de zaruri ve mukaddes bir mükellefiyettir. Hem insanüstü bir çabayı gerektirir hem de bulundukları alanı değiştirebilen, farklı bir yaradılışa sahip insan keyfiyeti ister ki, böylesi de yok denilecek kadar azdır. Rahmetli Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu böyle bir zoru başarmış “Büyük Sanatkâr” lardır!.. Gayeyi (insanı) telef edene nisbetle diriltenlerdir. Bu gözle bakmak gerekir. Dolayısıyla modern felsefenin, kendi sorusunu sorabilmenin kibri içinde, bilinemez olanı felsefî bir soruna dönüştürmesi, tek değişkenle yahut farklı değişkenlerin birbiriyle ilintilendirilmesiyle evrensel ölçekte, her örgüsü tezatsız bir bütüncüllüğü temin yönündeki gayreti, beyhûde bir çabadır! Zira dünya, soru sormanın değil, tüm sorulara çok önceden verilmiş cevapları bulmanın yeridir… Büyük İslâm Velisi’nin buyurduğu gibi; “aramakla bulunmaz, ama tüm bulanlar arayanlardır.” insan Hakk’ı halkta (âlemde) tanıyabildiği nisbette “kendini bilecek”, kendini bildiği nisbette de Rabbi’ni bilecektir. Gizli hazine (Zat-ı İlahî) ise, hep mutlak bilinemezlik içinde kalacaktır…
Aylık Dergisi 128. Sayı Mayıs 2015