Bazı zamanlar bir yazıda, bir meselede öyle bir görürüz yahut muhatabımıza bir öyle bir şey söyleriz ki, bu hâdise, hayatın alelâde işlerinde olduğu vakit, işte öylesine, sıradan bir vaziyet mesabesindedir: “Aptal adama bak!”. Eğer bu hal edebî bir sahada zuhur ederse, “tenkid sınıfında eğer onu hakikaten aşağılamak isteseydim kalem yetiremezdim ve neticesinde ormanlarda ağaç kalmayacağını acaba anlayabilir miydi?”, siyasî mahreçli ise, “ mevzu belgeleri ispat etmezse namerttir.”, aile içinde ve yakınma edâsına bürülüyse, “ben herkes miyim?”, düşmana karşı bir tehdit ise “yapacaksınız, aksi hâlde…”, ve en nihayet, dostumuza karşı bir ikâz ise, “işte o, tam öyle değil. Bilmiyorsun!”

Söylenen ve kastedilen arasında, söyleyen ve muhatabı etrafındaki şartlar arasında, o şartları doğuran sebebler arasında, bu şartlara yol veren sebeb zincirlerini kavramak arasında ve benim şu an izâh ettiğim tüm teferruatları bir anda keşfedip işin neticesini aniden anlamak arasında bir fark vardır! Ve bu mevzuun üzerine azıcık eğilip fikrettiğinizde göreceksiniz ki, kimi zaman -dilimizdeki bir tabirle- aralarında “kıl kadar ince” farklarla cereyan eden bütün sözlerin, farkında olmasak da, hayatımızın umumuna şâmil bir tarafının bulunduğudur. Hayat dediğimiz de işte bu nüansların-gaamızaların “mahiyet değiştirici” (Necip Fazıl) tonları arasında geçer, geçiyor…

Hayatın tabiî akışı esnasında göremediğimiz bu konsantre-yoğunlaştırılmış taraflarına seyreltici bir etki veren, tesiri, tesir kaâbiliyeti bakımından ve tesir kuvvetine mukâbil tesir ettiğine kendisini hissettirmeyen şey alışkanlıktır. Meşhur meseldeki gibi, karaciğer profesörünün mide hakkındaki suâle cevap vermede tereddüde düşmesiyle, mide hakkındaki tek bilgisinin onu doyurmak olan adamın hazır cavaplığı arasındaki farktan doğan, yani bilgi ile bilgisizliğin, ilim adamı ile cahilin, irfan sahibi ile arsızın arasındaki boşluğu, dünyanın güney tarafıyla en kuzeyindeki Kaffekluben Adası arasındaki kadar geniş bu boşluğu en mahir ressamları badanacı yapacak bir kudretle boyayan, üzerini örten ve onu “tabiî” dediğimiz gidişatın basit sebeblerinin bir parçası gibi gösteriveren alışkanlık, işte böyle bir şeye benzer.

Hislerimizin şimşeğini bir saniyenin ummânında bir katre kadar yaşatıp yutan dipsiz uçurum...” (Necip Fazıl) olan alışmanın, havadaki oksijen gibi dâima soluduğumuz fakat onun dipsiz uçurumluğu karşısında farkında olmadan yutulduğumuz atmosferini ancak ve ancak fikretmekle aşabiliriz. Ne vakit ki fikrederiz, düşünmeye yöneliriz, işte o vakit bu kudretli tesir mahiyetinin tonları başkalaşır; topun icadından sonra krallıkların bir bir düşmesi gibi, fikrin önünde çehresini değiştirerek fikredene, seyisine tâbî bir at gibi olur ve kudretindeki mayayı fikrimizin hamuruna katmaktan çekinmez! Nasıl nefsi yenmek değil de dizgine almak gerekiyorsa, alışkanlıkta da, yenmeye çalıştığınız vakit sizi yutan fakat dizginini ana gayesine doğru çevirdiğinizde artık size kuvvet katan bir sihir vardır. İşte alışma, alışkanlık, yazının birinci paragrafında bahsettiğimiz tepki mekanizmasındaki ipuçlarını yutan ve bize –esasında fikretmeyene yahut zikretmeyene- hâdiselerin hiçbirisinden hiçbir serrişte sunmayıp, gözümüze herşeyin kaba bir inşaat gibi düz hatlarda cereyan ettiğinin görüntüsünü veren bu gizli fâil, dizginlerini az da olsa elimize aldığımızda kuşattığı sahte dekoru yıkacak ve esas suretin önünü artık kapamayacaktır.
***
Bayramın ikinci günü, “İslâm Dünyası’nın takvim sorunu: Bu yıl Ramazan Bayramı ne zaman?” başlıklı bir haberi gördüğümde karmaşık hisler içerisine daldım. “Karmaşık” diyorum; çünkü koca “İslâm Âlemi”ne bir yönüyle hakaret ediliyor gibi gözüken, esasında vaziyetini izâh eden, diğer taraftan bir Müslümanı hem mahcub eden, hem de sinirlendiren hislere yol açıyordu… Bilindiği üzere (bilinmiyorsa da izâh etmiş olalım) her mevzuda ferdin, toplumun, milletin, devletin, hâdisenin kendine ait bir bünyesi ve o bünyeye dâir, onu oluşturan, onu saran, onu vareden ve kendisinde dâima kendisini aşan bir şey var. Bu bünye-öz, her ilişki biçimine göre –ki biz buna ayrı disiplinlerin, meselelerin birbirleriyle örtüştüğü nokta olarak da bakabiliriz- farklı bir veçheye bürünme eğilimini taşır. Mevzulardaki her farklı veçhe, onun ele alınış biçimine, zamanına ve zamanının ruhuna mutabık olup-olmamasıyla ya değerini-özünü koruyarak maksadına muvafık bir noktaya yahut da, kendinden ibaret bir alışkanlık olarak –yukarıdaki paragraflarda söylediğimiz alışkanlık meselesi hatırlanmalı- maksadı, muvafıklığı bir yana, ayrıca problemler doğurmaya meyyal bir sahaya dönüşür. Hilâli görmek yahut görememek meselesi de böyle; yani, uygulanış biçimi dinin ruhuna uygun olduğu müddetçe zamanın şartlarına nisbetle vaziyete tatbik edilmesi gereken hususlardan… Tatbik edemediğinizde ise, çapınızı, boyunuzu, yani hâl ve manzaranızı, fikrî seviyenizin kıtlığını gösteren bir zaaf!
***
“Vaziyete tatbik” meselesinde (her ne kadar meselenin dini hükümler sınıfından olması hilâl bahsini ayrıca hususileştirse de) ve diğer her mevzuda elzem olan birinci kâide, muhakeme ve ne türlü bir muhakeme yürütüldüğüdür; yani, muhakememizi dayandırdığımız nisbet fikrimiz ve bu muhakemenin prensipleri… Öyle boşa-doluya konuşurken “şu şöyledir, bu böyledir, ben böyle düşünüyorum”dan tutalım, çevresinin zihni seviyesi yetersiz diye tüm çevreyi bundan ibaret zannedip mevzuları eğip bükerek yer tutma gayretlerine kadar uzanan bir genişlikte mihraksız bir biçimde fikir serdediyorum zannıyla saçmalamak istemiyorsak, birinci alet bu! Bir fikre yahut bütün bir fikre nisbetle serdedilmeyen her fikir (kendisini bir fikre nisbet ediyor olmak illâ o fikre nisbetle fikir serdedildiği mânâsına da gelmez, hatta nisbeti bir yana söylenenlerin fikir olduğu mânâsına da, uygunluğu aranır, ayrı ) ya da söz, havalı tüfeklerden atılan saçmalara benzer: Saçmalar her bir yöne gayesizce dağılırken, bazen doğruyu işaret ettikleri yerde dahî bu bir fikrin değil tesadüfün eseri olmaktan öte bir mânâ kazanamazlar.

Yeri gelmişken hatırlatalım: Bizim toplumumuzda bu saçmalama işlerinin cereyan ediş şekli bir vechesi, yakın çevre içindeki zihni seviye yetersizliğine nisbetle, doğruluğu ile yanlışlığı ispatlanmamış hususların üstüne biraz kompleks soslar eklenerek sunulması biçimindedir. Ne de olsa bahsedilen ve bahsedenden başka anlayan yok ve bahsedenin eğer kendini muhasebe-muhakeme edici bir tarafı da yoksa artık tutabilene aşk olsun; serbest piyasa ekonomisinin işleyişini kullanan marketler gibi istediğin günü halk günü ilan edip fiyat indir, istediğin zaman da istediğin ürünü istediğin fiyattan sat gitsin! Yani, istediğin prensibi istediğin dakika, canının çektiği anda, canının çektiği mesele içinde sallayıver; ne zabıta kaygısı, ne vicdan tortusu… Diğer vechesi ilkinden daha hazin: yine dar çevre içindeki zihni boşluğu görüp ama bu defa başkası tarafından izâh edilmişleri sanki kendi izâhı imiş gibi aktarma uyanıklığı. Hazin tarafı, aktarılanların aktarıldıkları yerdeki gibi değil de, aktarıcının eksik aklıyla tahrif edilerek sunulması gibi bir garabetle bezeli.

“Muhakeme” dendiğinde zihinlerde ne türlü bir karşılığa muvazî olduğunu bilemediğim için bunun üzerinde biraz da olsa duralım:

Kabaca ifade edersem, Fransızların (rezonman), mantıkçıların akıl yürütme dediği fakat eskilerin istidlâl diye isimlendirdiği mefhum ki, Ebû Muhammed İbnû’l-Cevzî, cedel ve münazarada isidlâlin on beş çeşidi olduğunu, Necmeddin et-Tûfi ise istidlâl’in “aklî, hissî, şer’i ve mürekkeb” olmak üzere dört kısma ayrıldığını söyler. Ferhat Koca ise Ebû Muhammed İbnû’l Cevzi ile Necmeddin et-Tûfi’nin istidlâl hakkındaki tanım ve tabirlerini bir araya toplayarak onları “âdeta fıkıh usulüyle dil ve mantıkta delil ve önermeden hüküm çıkarma yollarının bir sayımı” diye niteler… (Diyanet İslâm Ansiklopedisi 23. Cilt, İstidlâl, Ferhat Koca)

Bu kaba tariflere nazaran kısaca izâh edersek de şu:

Daha önce doğruluğu bilinen yahut doğru olduğu sanılan bir hüküm yahut hükümlerden hareketle bilinmeyen bir hükme ulaşmak… Daha düz bir ifade biçimi içerisinde söylersek, bilinmeyene ulaşabilmek için bilinen hükümleri belli bir şekilde düzenleme…

Büyük Doğu-İbda fikriyatına aşina olanların hemen kavrayacağını zannettiğim bir üslub içerisinde bu tanımları tekrardan ifade etmek istiyorum ki, böylelikle hem muhakeme meselesine kuvvetli bir misâl olduğuna, hem bu fikriyata aşina olmayanlar için farklı bir bakış açısı kapısını aralamaya ve hem de Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun yeni bir dünya görüşünün icad edicisi olarak fikrinin baştanbaşa belli kıstaslara dayalı bir muhakeme prensibi olduğuna dikkat çekebileyim:

Daha önce doğruluğu bilinen yahut doğru olduğu zannedilen bir hüküm veya hükümlerden (Büyük Doğu) hareketle, bilinmeyen bir hükme (İBDA) ulaşmak. Yahut da, bilinmeyene (Mutlak Fikir) ulaşabilmek için bilinen hükümleri (Büyük Doğu) belli bir şekilde düzenleme (İBDA).

Son olarak, “muhakeme”nin “Eğitim Terimleri Sözlüğü”nde geçen tarifine de bakalım: Düşüncenin, belirli bir takım önermeleri birbirine bağlayarak yeni bir önermeye (sonuca) erişmesi… Bu tarifi biraz evvel tecrübe ettiğimiz usûl ile tekrar okumak istiyorum:

Fikrin, belirli bir takım hükümleri (Büyük Doğu’nun Prensiplerini) birbirine bağlayarak (tahlil ederek ki ‘her tahlil ise en küçük çaplar içinde bile bir senteze bağlı... S. Mirzabeyoğlu’) yeni bir hükme, neticeye (İBDA) erişmesi…
***
Buraya kadar, yani yazı akışının geldiği yere nazaran söylersek, vardığımız noktada muhakemenin mühim bir mesele olduğunu her ne kadar kavramış olsak da onun kompleks tarafını henüz görmediğimizi söyleyebilirim. Daha evvel bu mesele etrafında az da olsa mütalaa ettiğim için şimdi işin bu tarafını hissettirici başlıkları ihtiva eden, ama meselenin kendisinden haber verici mahiyette olduğuna inandığım hususlara geçelim.

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Eşya ve hâdiselerin yorumu için tahlil usûlü şarttır; çünkü meseleler izahlarını kendiliklerinden açıklamazlar.” (Kültür Davamız) diye ortaya koyduğu prensibi hatırda tutarak yine onun İbda Diyalektiği isimli eserindeki “Muhakeme Usûlü Prensipleri” başlığı altındaki  ‘prensip’  tarifine bakalım: “Prensipler, faaliyetleri yönlendiren ve ‘esas’a giden yol üzerindeki hareket noktaları ve ‘kaziye-önermeler’dir ki, ‘esas’ onunla elde edilir.

Şimdi, ister bizim dünya görüşümüze yabancı ister bu görüşü paylaşan olsun, her iki tarafı da yani hepimizi kapsayıcı tarafıyla söyleyelim ki, muhakeme ve usûlü sıradan bir fikir yürütmeyi aşan, tefekkür edebilmek için ayrıca bilinmesi gereken bir ilim sahasını kapsıyor. Bunları bilmeyen ve idrak edemeyen hiçbir meselede muhakeme prensiplerini işletemez diye de bir iddiam yok elbette (mesela balık tutmanın ilmini görmemiş birisi de balık tutabilir). Fakat yine her meselede olduğu gibi bunun ilmini bilmeyen ile bilen arasındaki fark; bilmeyenin tuttuğu, tutacağına nisbetle bir sahadan ibaretken, bu işin ilim tarafını pek mahirane işletenler (Norveçliler ve Japonlar gibi) balina avlar ve avladıkları balinaların her zerresini kullanabilir bir biçimde sıfır israfla işler ve buna dönük bir ekonomi kurar.

Muhakeme bahsi, insan ve toplum meselelerine bakışta, ele alışta, müşahhas bir misalle söyleyelim, belki el fenerinin kendisi değil de onun yol gösterici ışığının-prensiplerin açma-kapama düğmesi gibi; prensiplere varmak için kavranılması gereken ve prensiplerin bize telkin ettiğini bulmak için yapılan tahkikat. Tahkik ise, “doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak, incelemek, iç yüzünü araştırmak. Bir şeyi eksiksiz ve ziyadesiz yapmakta mübalağa etmektir. Bir şeyin hakikatine ermek, künhüne vakıf olmak, nihâyetine erişmek…” Alâkasına nisbetle Kur’an’ı Kerim’in kıraat ıslahatında bu “tahkik” işi, “her harfin hakkını vermek, özel sıfatlarına riayet etmek, sesi mahrecinden çıkarmak, medleri gerektiği kadar uzatmak, hareke, izhar ve gunneleri okuyuş hassasiyetinin en son imkânını kullanarak okumak” diye de geçer. (Burada bir mesele daha açığa çıkıyor ki, İslâmî literatürde geçen eserler ve hususlara bu gözle de bakılabilir) Hülâsa, netice olarak: “Büyük Doğu’nun ruhuna nüfuz etmek ve su katılmamış İslâm ‘esas’ına yol veren prensiplerini kavramak, ancak muhakeme usûlünü kavramakla mümkündür...” (Kültür Davamız- Salih Mirzabeyoğlu) Son eklediğimiz iktibasa nisbetle ve dünya görüşümüzün bizim için ifâde ettiğini başkası için etmeyebileceğinden hareketle, şu şerhi de düşelim:

İfâde başında geçen  “Büyük Doğu” yerine “mevzuların” yahut “insan ve toplum meselelerinin” diye ele alındığı yerde de kastedilen esas değişmiyor; kaldı ki, Büyük Doğu-İbda’nın ele almadığı ve hakkında önermesi bulunmadığı bir mevzuyu bulmak demek, bunun bulunamadığı yerde baştanbaşa yepyeni bir dünya görüşünü keşfetmekle aynı şey!

Not: Muhakeme usulü meselesi, hususiyetle bu dünya görüşünü merak edenler için söyleyelim bu işin bir nevi a,b,c’sidir; fakat evvela alfabeyi kavramak sırasıyla!
***
İslâm, meseleleri anladığımız ve dilimiz döndüğünce ifâde edersek, hepçidir; mahiyeti itibariyle tek tek nefislerde yaşanmayı kabul etmez ve illâ cemiyet meydanına taşmayı, bayrağını yani hükümlerini oraya taşımayı hedef alır; bu husus Batı adamının onun hakkında keşfettiği ve kendi için en korkutucu vasfıdır. Onların her dine müsamaha gösterip de mesele İslâm olduğunda aniden muvazenelerinin niçin bozulduğunu burada aramak lazım; çünkü Batı adamının bu keşfettiğini biz kaybettiğimiz için mahkûm olduk, o da ayrı ... Hani hepimizin bildiği mesele: Başka bir memleketin yahut dünyanın ta en ucundaki herhangi bir Müslüman’ın uğradığı eziyet karşısında onun ızdırabını hissetme sorumluluğu, vazifesi var. Sadece bu husus bile dinimizin ne denli bir bütün, Müslümanların nasıl yekvücût olması gerektiğini hatırlatıyor. Yani, basit bir topluluğun ötesinde, cemaat kavramının ihtivâ ettiği, sıradan bir dini topluluk teriminin de çok ötesinde derinliği olan bir bütünlük… İşte, şu kadar nüfusu, bu kadar ekonomik geliri ve bunlara bağlı olarak diğer tüm imkânlarıyla Hilâli göremeyen, kimisinin gördüğünü diğeri, diğerinin görmediğini ötekisinin kabul etmediği dağınıklığın, hâlimizin bir nişânesi olarak gözüktü bana bu mesele. Diğer yandan, başı olmayanın, bu başıbozukluk arenasında sadece orucunu bile sıhhatli bir şekilde tutamayacağını, emredilen biçimde tutup tutmadığını bilemeyeceğini…

İbda Külliyatı’nda geçen ve Hazret-i İsa’ya (AS) atfedilen şu sözün hakikatini maalesef yaşar vaziyetteyiz: “Toplanmayanlar dağıtır.”
 
Netice olarak
Bergson’un Gülme’sinde geçen şu hâdiseyi her hatırladığımda pek manidar bulmuşumdur:

Herkesin gözyaşları döktüğü bir vaazda kendisine niçin ağlamadığı sorulan bir adam şöyle cevap vermiştir: “Ben bu cemaatten değilim.

Her kafadan çıkan sesin boyuna uçuştuğu ve herşeyin, alışkanlığın verdiği bir rehavete havale edildiği bir “İslâm Âlemi…” Elzem mevzuların kompleks tarafları olabileceği gibi bir fikre kapılmadan hazırlop bir dünyada dümdüz yaşayan bir “İslâm Âlemi…” İçinde bulunduğu vaziyete nisbetle bir hükmü tatbik edip-etmeme noktasında derdi olmadığı gibi, mevzuun, bütün işin rasathane kurup iki adam dikmek ve Hilâli görünce de –yahut göremeyince- bunu duyurmayı asıl mesele zanneden “İslâm Âlemi…” Mahkûmluğunca hür, adam sayısınca niteliği kıt, söylediğiyle yaptığının arası uçurum, herşeyiyle Atacama Çölü’ne dönmüş “İslâm Âlemi…” İslâm Âlemi ifadelerindeki tırnak işaretlerine nazaran söyleyeyim ki, biz, İslâm Âlemi olabilsek, böyle olur muyduk? Olmazdık ve işte bana kalırsa bugünkü fikirsizliğimiz ve mahkûmiyetlerimizin bütün temelini sadece bir mevzuda hamletmek icab etseydi ve o meselenin uluslararası çapta bir anlayışa zemin teşkil etmesi gerekseydi, işte o meselelerden birisi de Üstad Necip Fazıl’ın İmân ve İslâm Atlası’nda bahsettiği “Hilâli Görmek” bahsi olurdu. Çünkü İslâm öylesine topyekûn bir kuşatıcı ki, onun sadece tek hükmü –illâ ruhuna nisbetle- millet, devlet çapında anlaşılıp tatbik edildiğinde geride kalan bütün işler o saatten sonra sıradaki işler mesabesinde sayılabilir. İşte biz, hepimiz, milletçe ve ümmet olarak bu inceliği anlayana ve tatbik edene kadar yine ayrı ayrı oruca başlamaya, ayrı bayram kutlamaya, yani zulüm görmeye, mahkûm olmaya, orada ne olduğuna dâir başını sonunu zar zor hatırladığımız ve hepsini toplasan konuşacağımız meselenin ondan başkasının maalesef kalmadığı Filistinliler için kısık da olsa arada bazı sesler çıkartmaya ama illâ başıbozuk bir biçimde savrulmaya devam edeceğiz. “İslâm ve bayrağımızın remzi olan hilâl”i (Necip Fazıl) hep beraber görene kadar, Doğu Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!


Baran Dergisi 597. Sayı