Fransız hikâye ve roman yazarı olan ve hikâye alanında Fransa'nın en büyüklerinden sayılan Guy de Maupassant (güy dö mopasan), 1850 yılında Fransa’da doğdu. Babası, borsacı Gustave Maupassant 1846 yılında bir burjuva olan Laure le Poitevin ile evlendi. Laure, derin edebî kültüre sahip bir hanımdı. Klasikleri ve özellikle de Shakespeare’i çok severdi. Çiftin boşanmasının ardından Guy ve ağabeyi anneleriyle yaşamaya devam ettiler. Maupassant annesine çok bağlıydı ve edebiyat zevkini annesine borçluydu. İlk eğitimini Kilise'den alan Maupassant, 13 yaşında gönderildiği İlahiyat okulundaki hayata alışamadığı için, kurallara aykırı davranarak kendisini okuldan kovdurdu. Öğrenimini Rouen lisesinde tamamladı.
1869'da Paris'te hukuk okumaya başladığında Fransa ile Almanya arasında savaş çıktı. Bunun üzerine öğrenimine ara vererek gönüllü olarak savaşa katıldı ve seyyar jandarma birliğinde asker oldu. Maupassant askerlik döneminde şahidi olduğu olayları, yaşadıklarını, gözlemlediklerini daha sonra pek çok hikâyesinde anlatmıştır. 1871'de terhis olduktan sonra Paris'te hukuk öğrenimini tamamlayarak, babasının da yardımıyla Donanma Bakanlığı'nda bir iş buldu. Ancak bu iş ona göre değildi, yazar olmak istiyordu; biriktirdiklerini kâğıda aktarmalıydı. 1879'da Eğitim Bakanlığı'na geçti. Şair Louis Bouilhet, onun ilk şiir denemelerini teşvik etti.
1871 ile 1880 arasında, annesinin çocukluk arkadaşı romancı Gustave Flaubert'in etkisinde kaldı. Flaubert, Maupassant'ı iyi bir yazar olarak yetiştirenlerden biriydi. Hatta ilk yazdıklarını okuyup düzeltti. Flaubert, onu Emile Zola, Ivan Turgenyev, Edmond de Goncurt ve Henry James gibi ünlü yazarlarla tanıştırdı. Böylece Maupassant’ın üslubu, dönemin hâkim akımı Naturalizme kıvrıldı. Flaubert'in 1880'de ölümü, Maupassant'ı çok derinden etkiledi.
Maupassant, 6 roman yayımladı. Romanları şunlardır: "Une Vie" (Bir Hayat), "Bel Ami" (Güzel Dost), "Mont Oriol" (Oriol Dağı), "Pierre et Jean" (Pierre ile Jean), "Fort Comme la Mort" (Ölüm Gibi Kuvvetli) ve "Notre Coeur" (Kalbimiz).
Maupassant’ın elde ettiği başarılar, ona yüksek sosyetenin kapılarını açtı. Son romanlarında, yüksek sosyeteye ilişkin yaşadıklarını anlattı. Hikâye kitaplarından elde ettiği gelirle "Bel Ami" adlı bir yat satın aldı ve Akdeniz'de geziler yaptı. Bu yolculukla ilgili izlenimlerini "Au Soleil" (Güneşte), "Sur l'Eau" (Denizde) ve "La Vie Errante" (Serseri Hayat) adlı hikâyelerinde anlattı.
Maupassant, genç yaşında baş ağrılarından şikâyet etmeye başladı. Hastalığı, 1884'ten itibaren, zihin yorgunluğunun ve gördüğü halüsinasyonların etkisiyle gittikçe artıyordu. Ne olduğunu anlamadığı ama kendisine düşman saydığı bir varlığı-yaratığı hep yanı başında hissediyor ve ölüm düşüncesi sürekli olarak aklını kurcalayıp duruyordu.
Guy de Maupassant, 1887 yılında yayımlanan "Le Horla" adlı hikayesinde, hastalık belirtilerinin nasıl başladığını ve insan üzerinde ne gibi değişiklikler meydana getirdiğini anlattı. Bu eseri yayınlandıktan sonra, iyileşmek ümidiyle bir deniz yolculuğuna çıktı. Yolculuktan döndükten sonra "Pierre et Jean" adlı romanını tamamladı. Daha sonra "Notre Coeur" adlı romanı kaleme aldı. 1890'da yayımlanan "La Vie Errante" adındaki eserinden sonra pek bir şey yazamadı. İlâçlar yüzünden iriyarı bedeni ve zihni tahrib olmuştu. 1892'nin Ocak ayında kendini öldürmeye kalkıştı. Ağır hasta olarak Paris'e getirildi ve bir sağlık yurduna yatırıldı. 1893 yılında 43 yaşında öldü. Paris'teki Montparnasse mezarlığına gömüldü.
Özellikle kısa hikâyecilikte zirve eserler veren Maupassant’ın yaşadığı dönem, metafiziği, manevî olanı ve dini dikkate almayan ve hatta reddeden bir anlayışın hâkim olduğu dönemdir. Flaubert ve Zola gibi Maupassant da natüralizmin, yani, dış âlemi ve insanın içgüdülerini temel alan, ruhun hürriyeti meselesine dokunmayan, kaba bir maddeciliğin tesiri altındaydı. Yani ruhta, dış âlemde olanlardan başka bir şey aramayan bir anlayış… Mauppassant’ın özellikle romanlarında bu durum daha belirgin görünür. “Bel Ami” isimli meşhur romanında, bir genç adamın Paris sosyete hayatına girişi, kadınlarla maceraları, evliliği, aşkı, mesleği, yakın bir dostunu kaybedişi, kısaca hayatında meydana gelen her şeyi, gazeteci sadakati ile büyüleyici bir şekilde tasvir eder. Tüm bu iniş-çıkışlar yaşanırken, romanda o insanın ruh hayatına dair pek bir şey bulamayız. Fakat Maupassant’ın hastalığının nüksettiği dönemlerde kaleme aldığı hikâyelerde gerçek üstü unsurlara rastlamaya başlarız. Gerçeği mükemmel bir şekilde, hiç kimsenin yapamayacağı bir tarzda tasvir etmeyi gaye edinen Maupassant, hastalığı sebebiyle “gerçeklik” idrakı değişince, yine aynı tutkuyla “yeni gerçekliğini” tasvir etmeye çalışmıştır sanki…
“Le Horla” isimli hikâyesinde, gerçekliğin tasvirinde bile insanın ne kadar yetersiz olduğunu şöyle anlatmaktadır meselâ:
- “Yılgınlık ânında, güven ve mutluluğumuzu felâkete dönüştüren bu esrarlı etkiler nereden geliyor? Sanki o görünmez hava, açıklayamadığımız ama yanı başımızda hissettiğimiz bilinmez güçlerle dopdolu... İçimde şarkı söyleme isteği, neşe içinde uyanıyorum. - Neden? - Nehrin aşağı taraflarına doğru iniyorum ve kısa bir gezintiden sonra birden, sanki beni evimde bir felaket bekliyormuşçasına üzüntülü hâlde geri dönüyorum. - Neden? - Tenimi sıyırıp geçen soğuk bir ürperti mi acaba sinirlerimi bozan ve ruhumu karartan? Yoksa bulutların biçimi yahut günün ve çevrede gördüklerimin o çok değişken rengi mi benim düşüncemi allak bullak eden? Kim bilir? Bizi sarıp sarmalayan her şey, görmeden baktığımız, tanımadan burun buruna geldiğimiz, elle yoklamadan dokunduğumuz ve farkına varmadan karşılaştığımız her şeyin bizim üzerimizde, organlarımızda, düşüncelerimizde, yüreğimizde ani, şaşırtıcı ve açıklanamaz etkileri var...
Ne kadar da derin bu görünmeyen varlığın sırrı! Biz, çok küçüğü yahut çok büyüğü, çok yakındaki yahut uzaktakini, bir yıldızın sakinlerini yahut bir su damlasının barındırdıklarını görmeyi bilmeyen gözlerimizle ve alelade duygularımızla o sırrı anlayamayız... Bizi yanıltan kulaklarımızla seçemeyiz. Çünkü onlar, havanın titreşimlerini sesli notalar halinde iletirler bize. Notalar, hareketi sese çevirme mucizesini gerçekleştiren ve bu değişimle, tabiatın sessiz çalkantısını uyumlu kılan müziği doğuran perilerdir... Köpeğinkinden daha zayıf koku alma duyumuzla, ancak bir şarabın kaç yıllık olduğunu ayırt edebilen tat alma duyumuzla anlayamayız o sırrı!
Ah! Keşke bizim için başka mucizeleri gerçekleştirebilen başka organlarımız olsaydı... Çevremizdeki daha başka şeyleri de anlayabilirdik o zaman!”
43 yıllık kısa ömrü boyunca, 300 öykü, 6 roman, 3 gezi, çeşitli şiir ve tiyatrolar kaleme alan Maupassant, hayatının hiçbir ânında çalışmaktan, yazmaktan, üretmekten vazgeçmemiş velûd bir edebiyatçıydı.
Baran Dergisi 414. Sayısı