Faruk Hanoğlu'nun Selma -İçimizdeki Yara- romanı 2023'ün son günlerinde Gölge Yayınları'ndan neşredildi. Bir okur olarak kendi penceremden, eserin mahiyetine dair kısa bir tahlil yazısıyla bu kitabı tanıtmak, ele aldığı meselelerin ehemmiyetine binaen dikkat nazarlarına sunmak istiyorum.
Bir ilk roman Selma. Kadından ziyade erkeğe diyecekleri var. Evvela belirtelim ki, mevzuunu genç ve şuurlu bir kızın iç dünyasından hareketle anlatmayı tercih etmesi, yazarına duyguyu hiç ıskalamadan ve perdelemeden aktarabilme imkânı sağlamış. Yani kitap esasen kadının latif aynasında erkeğin kendini izleyişi, arayışı ve bulma çabasıyken zahirde kadının macerasını izliyoruz. Bu macera kendisiyle beraber "erkek"i de aramaya çıkmış "kadın"ın; derinliğine ve fert planında "annelik" mertebesi idealine raptedilmiş mevkiine, genişliğine ve cemiyet planında ise büyük zuhur yolunda tutabileceği mevzilerin vazgeçilmezliğine işaret ediyor. Kadına adalet ve hürmetle yer açma çabasına şahit oluyoruz. Ne görmezden gelme ne de onu yem etme. Sevginin ve adanmışlığın tam kalbindeyiz. Ve burada bazı yaralar gözümüze çarpıyor...
Faruk Hanoğlu, içimizdeki yaranın röntgenini çekerken bunu ajite etmeden, önsözde altını çizdiği üzere "duygu istismarcısı ve ucuz romantiklerden olmama" şuuruyla yapıyor. Okuduğumuz romanlarda görmeye alışık olduğumuz Don Juan tipi boy göstermiyor bu kitapta. Mutluluk idealini (!) gayesiz yaşamına cila diye çekmiş beyaz atlı prensini bekleyen kızlar da yok bu kitapta. Adi ihtirasların kimliksizleştirdiği veya tersinden menfi kimlikler bağışladığı kadınla erkek yok. Yitik kadın ve erkeklerden mürekkep toplumumuzun kanayan bu yarasını, içeriden bir muhasebeyle iyileştirme gayesi güdüyor. Ve bunu her şeyi yerli yerine koyma hassasiyetiyle yani adaletle yapıyor. Kadındaki kadını kurtaracak erkeği ve bu erkeği yetiştirecek kadını çağırıyor Selma. Şu kısım:
“Onları öldürmeli değil, yaşatmalıyız. Çünkü yaşanmaya değer bir hayat gayesi olmayan hiçbir erkek, yaşatmaya da değer değildir. İdealleri olan ve ne yaşadığını bilen erkekler, insanın nereden geldiğini ve nereye gittiğini de bilir. Onlar aşklarını daha en başında sorumluluklarına bindirirler. Bu yüzden daima derini ve ileriyi düşünürler. Ne sevgileri biter ne merhametleri ne de bir çıkış yolları... Her daim ana hüküm içinde mesele halleder dururlar. Bir an içinde birçok şeye hâkimdirler. Gerçek erkek güçlüdür. Hem kendi şahsiyetini hem de kadındakini kurtarabilir. Böyle erkeklerin karşılarına çıkan hadiselere yaklaşımlarını büyük bir gururla izlersiniz. Silik değildirler. Adalet için sertlik ve incelikleri, kadını belinden sımsıkı sardığı gibi bütün olayları da kuşatır. Kadını ruhundan ve aklından yakalar. Sonrasında kadına da ona teslim olmak ve insan için dünyanın en harika duygusu olan aidiyet duygusuna bir an önce kavuşmak düşer.” (s. 200)
Hayatımızı ve çevremizi aşkımıza, cehdimize mekân kılarak yaşanmaya değer hayat nizamına doğru, Mutlak Fikir mihrakına perçinli bir şekilde kendimizle birlikte eşya ve hadiseleri sürükleme iradesi... Ümidin, sevginin ve aksiyon ruhunun pörsümemesi bu yaşatıcı fikirle mümkün. İnsan varoluş planının tam merkezinde Varlık'ın muradı sıfatıyla mevzu ettiğimiz sürükleyişe, oluş ve olduruşa tek başına güç yetirebilir mi? Bu iktidar, Mutlak Kudret Sahibi tarafından bağışlanırsa erkek kadının, kadın da erkeğin ne yanına düşer? Tam da burada Allah'ın insanı bir erkek ve bir kadından yarattığı vakıa etrafında halelenen hikmetleri, erkek ve kadının birbiri için ne manâ ifade ettiğini, insanın yurduna duyduğu hasreti ve vatan sevgisinin imandan olduğunu bildiren hadîs-i şerîfi hatırlamalı...
Bir yarayı iyileştirmeye kafa yormuş, büyük meselelerin hâlline gözünü dikmiş romanları teknik açıdan kolayca kusurlu hâle düşürecek bir eşik vardır ki aşıldığı çok olur. Demem o ki neyin hangi libasta arzı endam edeceğine dikkat etmeden, ince bir kader (kurgu) planına eşya ve hadiseleri bağlamadan, orijinal kanlı canlı kahramanlar yaratamadan eseri fikre boğmak ve sanatı gölgelemek de var. Selma romanının bu eşiği aşıp aşmadığını okuyucularının takdirlerine bırakalım. Benim bu noktadaki kanaatim ise olumsuz olmamakla birlikte dostça bir tavsiye kabilinden akılda tutulması yönünde. Ben bu romanı beğendim arkadaş! "Yoğuran roman" demeli böylesine. Zahirini okurken yorulmayan göz, içe bakışta yorulmalı. Çünkü her birimiz erkek veya kadın olmakla kitabın doğrudan muhatabıyız. Ve kitabın seyrettiği manâ eşiği, kabul edelim ki bizi olduğumuz yerden epey yükseklere, olmamız gereken yere davet ediyor.
Mutlak Fikir demiştik. Aşina gözler, vukufiyetleri nisbetinde Faruk Hanoğlu'nun Büyük Doğu - İBDA hikemiyatından neler devşirdiğini, fikriyatı romanına muvaffakiyetle yedirip eseri üzerinden kendi manasını tüttürdüğünü takdir edeceklerdir.
Sözü bitirirken bir müşahedemi paylaşmadan geçemeyeceğim. Selma... Üstad Necip Fazıl'ın O ve Ben eserini okuyanların boğazında düğümlenen hatıra. Henüz tanışmıyoruz ama Faruk Hanoğlu'nun bu adla bir roman neşredeceği haberini ilk aldığımda şu tesbite varmıştım: Oldum olası veya (belki de şöyle demeli) ilkgençliğimde O ve Ben'deki o dokunaklı sahneyi okuduğum günden beri, benim de küçük kız çocuklarına zaafım var ki onları acı vaziyetlerde görmek bana daima çok ağır gelmiş, içimi başka türlü kanatmıştır. Demek ki büyük kafa ve gönül sahiplerinden okuduklarımız bize fikir aşılamakla kalmıyor, temayül ve tahassüslerimizi de tayin edebiliyor. Esaslı fikir ve o fikrin neşvünema bulduğu müstesna hayatlardaki hususi sahneler bile şahsiyetimizi inşada pay sahibi!
İşte o tahassüs, fikirle yoğrulup bu romanı yazdırttı. Daha nice güzel eserin ilki olsun ve okurunu bulsun temennisiyle...
Muazzez Düğüm, Sarı Tren Blog