Şia’nın itikadi bozuklukları üzerine yazılmış çok daha mufassal eserleri kaleme almışdır ulema! Eserin “orijinal” ve okunmasını gerekli kılan noktası, ikinci kısmın yazılmasındandır; “Humeyniciliğin Sapkın Faaliyetleri” isimli bu bölüm, “İran İslâm Devrimi”nin “tüm Müslümanların kurtuluşu” için faaliyet göstereceğini söyleyen devrimin sorumluları ve “goygoycuları”nın aksine, bizzat “İmam Humeyni” ile görüşen ve onun “Şii sapkınlığını” birinci elden gören ve bu “sapkınlığın” üstelik Şia’nın “gulat fırkaları”ndan da sayılabilecek Nuseyri Esad rejimi ile yaptığı “stratejik ittifak”ının ilk kurbanı bir teşkilâtın başkanı olan birinin acıyı ta içinde hissederek yazmasıyla oluşmaktadır. Eserin “tehlikeli” görülerek buradaki “Şiî ve goygoycu takımı” tarafından engellenmesinin de, “orijinal” dediğimiz tarafı da işte burasıdır!

Eserin önsözünden

Humeyniciliksaidhavva

Elinizde bulunan kitabın tam ismi “'El-Humeyniyye: Şuzuz fil-akaid ve Şuzuz fil-mevakıf'”dır. İki kısım ve netice’den müteşekkil bir “risale” hacmindedir. Müellif merhum, Suriye İhvan-i Müslimiyn Teşkilatı’nın başkanlığını yapmış, geride pek çok eser bırakmış, Van’ın Cebar bölgesinden Suriye’nin Kamışlı bölgesine göçetmiş bir ailenin çocuğu olan Said Havva’dır.

Müellifin hayatı Hafız Esad rejimine karşı mücadele ile geçmiş, hapise atılmış, Irak, Ürdün ve Suudi Arabistan’da sürgün hayatı yaşamıştır. En önemli eserlerinden biri olan “El-esas fi tefsir” isimli eserini de beş senelik hapis hayatında kaleme almıştır.

Okuyacağınız “Humeynicilik” isimli eserini de Hama katliamı sonrasında kaleme almıştır.

Said Havva, “İran İslam Devrimi” ertesinde, Tahran’ın yaydığı “şii-sünni kardeşliği” havasına istinaden teşkilatın diğer üyesi Züheyr Salim ile Tahran’a gitmiş, “İmam Humeyni”ye Suriye’deki mevcut durumu anlatıp kendilerine destek olmasını istemiş ise de, onun birtakım “stratejik sebeblerle” asla destek veremeyeceğini anlamış olarak ayrılmıştır. Ardından da Hama katliamı olmuş, kırk bin müslüman katledilmiş ve “İran İslam Devrimi” temsilcileri hadisenin suçunu neredeyse İhvan’ın ve “büyük şeytan”ın üzerine atmışlardır. Okumakta olduğunuz risale işte böyle bir hadise ve hadise öncesinde yapılan görüşmeler ışığında kaleme alınmıştır.

“Humeynicilik” kitabı uzun süre Türkçe'ye tercüme edilememiştir.

Bunun sebebi, böyle bir eseri basacak yayınevinin bulunamaması olduğu gibi, müellifi üzerinde bilhassa bu eseri kaleme almasından sonra çıkartılan “tartışmalar”dır

90’lı yılları bizzat yaşamış insanlar, devrin “İslamcı dergileri”nde Said Havva üzerine yapılan tartışmaları hatırlarlar. “İhvan’ın hatalı hareket ve ittifakları” mevzuunda yapılan tartışmalar üzerinden bu eserinin içinde barındırdığı bilgilerin okunmadan ve okunmaması da istenerek bir el çabukluğu ile kenara atılmasını istenmesi, unutulacak değildir.

İnvan’ın o zamanki (ve şimdiki!) faaliyetlerinin kıymetlendirilmesi ayrıdır, müellif merhumun bir hakikati tesbit için ve içinde bulunduğu görüşme üzerinden Şia ve Humeyni’nin stratejisi üzerine yazdıklarının kıymetlendirilmesi ayrıdır.

Fakat bu ayırımı yapabilecek olan ve “İran İslam Devrimi”nin gerçek yüzünü devrimin hemen ertesinde tesbit edebilecek “İslamcılar” var mıdır o devirde, işte bu canalıcı bir sorudur.

&

“İran İslam Devrimi”nin hemen ertesinde ülkemizde çıkmakta olan –kendi ifadeleriyle- “Türkiyeli Müslümanların” dergilerin, Şia’nın ve Humeyni’nin eserleri ortada olmasına rağmen devrimin goygoyculuğunu yapmış olmaları, Humeyni’nin “şii-sünni kardeşliği üzerinde durduğunu” devamlı olarak yazıp çizmeleri, aksini söyleyenleri “Sünni taassub ve Amerikancılık” ile itham etmeleri hatırlardadır; dileyen o dönem çıkmış olan Şura-Tevhid-Akıncı dergilerine ve yazarlarının makalelerine bakabilir. (1)

Bu dergilerin yazarları, Humeyni vefat edene kadar “İran İslam Devrimi” ile alakalı tek satır eleştiri kaleme almamışlar, hatta onun Gorbaçof’a yazdığı mektubu üzerine “tasavvufu” da “irfani hakikat” olarak (çünkü “İmam” öyle diyor)  kabul edip, bunun üzerine makaleler yazmış, “İmam”ın “irfani vechesi”nden bahsetmişlerdir.

Bunun da bitişi, “İmam”in cenaze töreninde kefeninin Şiiler tarafından “bereketlenmek, hatıra almak vs” sebeblerle paramparça edilip neredeyse çırılçıplak bırakılacağı andır!

“İrfani hakikat” diye anlattıkları “şey”de, “Kur’an’a aykırı tasavvufçularda” görülenin bin beteri Humeyni’nin cenazesinde ortaya çıkınca, diller lal olmuş, ardından da İran’ın içindeki “siyasi ve dini kamplaşma”da “Yenilikçiler” denilen kesimin yanına doğru kaymalara başlamışlardır. O dönem yayınlanan “Türkiyeli Müslüman” veya “Türkiyeli hizbullahiler” diye kendilerini tanıtan dergilere bakıldığında bunu da görmek mümkündür.

İşte böyle bir ortamda Said Havva’nın eserinin yayınlanması, geciktirilmiştir. Belki bu gecikme de hayrlı olmuştur. O “hava” içerisinde gerekli tesiri kaybedilecek ve müellifi üzerinden açılacak tartışmalara kurban olabilecekken, şimdi durum değişmiş ve özellikle İran’ın Irak ve Suriye üzerindeki “din temelli stratejileri”nin bin Hama’ya vesile olabilecek duruma gelmesiyle kıymeti çok daha iyi anlaşılacaktır.

&

Tekrarlamakta fayda var; eserin “kıymetli” olmasının sebebini…

Müellif merhumun kaleme aldığı eser Şia hakkında daha evvelden kaleme alınmış eserlerin içinden itikadi sapkınlıkları Sünnet ve Cemaat Yolu kaidesinden ifşa etmektedir; birinci kısım bunun üzerinedir ve “yeni” hükmü basılmasını elbette gerekli kılmaz kapağına! Şia’nın itikadi bozuklukları üzerine yazılmış çok daha mufassal eserleri kaleme almışdır ulema!

Eserin “orijinal” ve okunmasını gerekli kılan noktası, ikinci kısmın yazılmasındandır; “Humeyniciliğin Sapkın Faaliyetleri” isimli bu bölüm, “İran İslam Devrimi”nin “tüm Müslümanların kurtuluşu” için faaliyet göstereceğini söyleyen devrimin sorumluları ve “goygoycuları”nın aksine, bizzat “İmam Humeyni” ile görüşen ve onun “Şii sapkınlığını” birinci elden gören ve bu “sapkınlığın” üstelik Şia’nın “gulat fırkaları”ndan da sayılabilecek Nuseyri Esad rejimi ile yaptığı “stratejik ittifak”ığının ilk kurbanı olan bir teşkilatın başkanı olan birinin acıyı ta içinde hissederek yazmasıyla oluşmaktadır.

Eserin “tehlikeli” görülerek buradaki “Şii ve goygoycu takımı” tarafından engellenmesinin de, “orijinal” dediğimiz tarafı da işte burasıdır!

&

Müellif merhumun bu risalesinin yayınlanması, Şia’nın “ehli beyt  imamlarının yolu” (2) diye şirin bir şekilde gösterilmeye çalışıldığı bu dönemde onun Ehli Beyt ile alakası olmadığını “kurbanın dilinden” açıklaması bakımından elbette faydalı olacaktır.

Kitabın içeriğinin tartışılacağı kanaatinde değiliz; ortaya konulan bilgiler Sünnet ve Cemaat Yolu’nun ulemasının kitaplarından alınmıştır çünkü. Tartışılacak olan kısmı, yine müellif merhum ve İhvan olacaktır ki bunu açacak olanlar da yazdıkları eserlerde hem İbni Teymiyye’ye hem de Şia’ya “Ehli beyt İmamları” diyerek “güzelleme” çekebilmeyi beceren ve bundaki garabeti anlamayanlar olacaktır!

Oysa bizzat bu eser ile, ülkemizdeki “İslamcılık tarihi”nin derin bir tahlilinin, bu tarihde rol alan ve şaşılacak bir şekilde halen de “grubçuklarında” akıl verici bir şekilde yer alan “islamcı aydın” (3) kisvesine bürünmüş, Türkiye’deki müslümanları on yıllarca oyalamış olan “kişiliklerin” tartışılmasını isteriz!

Bu tartışma ile, İslama Muhatab Anlayış Davası (ve bunun ihtiyacı) anlaşılmadan, YENİ BİR “DİL” İNŞA EDİLMEDEN, önümüze çıkan “problemlere” Nasıl ve Niçin’ini gösterici Sünnet ve Cemaat Yolu kaidesinden yükselen bir DÜNYA GÖRÜŞÜ ile cevap vermek yerine körlerin fili (tuttuğu ama göremediği kısmı ile) tarifi derecesinde ve hususen “şirinlik” yaparak Batı’yı karşıya almadan ve ama “ilmini alıp irfanını almadan”, böylece de Batılılaştığını daha doğrusu “Batı’cı” olduğunun bile farkına varmayan “İslamcı aydınların” memleketimize ve Müslümanlara neler kaybettirdiği anlaşılacaktır. Şimdi cumhurbaşkanı olan R.T. Erdoğan’ın “70 milyon hepimiz Büyük Doğu’yu kuracağız!” derken kastettiği de işte tam bu anlatmak istediğimizdir, zannımızca!

Büyük Doğu-İBDA! “İslam’a Muhatab Anlayış Davası”nın bu asırdaki YEGANE temsilcisi! Kurtuluş da, Kuruluş da buna ne derece vakıf olduğumuzca gelecektir.

Notlar:

  1.  1978 yılının Kasım'ın ikinci yarısında ilk sayısı çıkan "Tevhid" dergisi, Selahattin Eş, "Yeni Ölçü"yü çıkaran Hüsnü Aktaş (Yusuf Kerimoğlu), "Düşünce"yi çıkaran Ali Bulaç, İKO'nun yayın organı olan "İslami Hareket"in çıkarıcısı Mehmet Mengüç Yenigün, Ertuğrul Düzdağ, "Şura"dan Yılmaz Yalçıner, Ömer Yorulmaz ve Mehdi Yassıkaya etkinliğinde, MSP'nin kontrolünde bulunan "Akıncılar" derneğinin desteğiyle yayına başlamıştır. Merhum Mengüç hariç isimlerini yazdıklarımız halen hayatta bulunmakta ve yazı yazmaya devam etmektedirler.

İlk sayısında "bir teşebbüsün hikayesi" başlığı altında "Tevhid" dergisinin çıkarılış süreci ve ilişkileri açıkça anlatmaktadırlar. Selaaddin Eş'in, üçüncü sayfada yayınlanan "Tevhid yazı ailesi değerlendiriyor"başlıklı A. Bulaç ve H. Aktaş (Yusuf Kerimoğlu) ile birlikte yaptıkları değerlendirmenin başlığı, "İran'da zafere duacıyız!" Duacı oldukları taraf elbette "İslam Devrimcileri"nin yanı! İran'daki bariz Şii karakterini görmelerine rağmen menfi veya "dengeli" tek kelime kullanmayan S. Eş, aynı dönemde Pakistan'da yapılmaya çalışılan "İslami devlete geçiş" çalışmalarına en baştan "aslında bu çalışmalarla Pakistan'ın Şeriat'den ne kadar uzaklaştığı sorulabilir" diyerek karşı  tavrını ortaya koymaktadır. Hernekadar Eş'in üzerinde durduğu, İslam'ın İslam dışı bir sistemin reforme edilmesiyle gelmeyeceği yönündeki sözleri bir anlamda doğru olsa da, İslam'ın Rafizi Şia'nın eliyle İran'da geleceğine inanan birisinin Pakistan'a olan bu tavrını anlamak mümkün olmamaktadır! Belki mümkün olmasını sağlayan tek sebeb ise, Şia'ya olan "muhabbet" olsa gerek! S. Eş, kısa bir süre sonra açılan mahkemeler sebebiyle yurtdışına çıkmak zorunda kalmış, o tarihden 2000'lere kadaryazmış olduğu "uzun makalelerle" (1980'lerin ortasında N. Şirin tarafından çıkarılan Şehadet, 1990'da çıkarılan Tevhid ve 1993'de haftalık olarak yayınlanan Selam dergi ve gazetelerinde) aynı minvaldeki düşüncelerini kaleme almış ve "İran İslam Devrimi"nin meddahlığını yapmaya devam etmiştir.

Ali Bulaç, ikinci sayıda yazdığı "İran hadiseleri ve Türkiyeli müslümanlar" başlıklı makalesiyle de, S. Eş'in biraz "avamca" yaptığını "aydınca" (!) yapmakta ve İran'daki hareketlenmeye belli bir baraj koyan müslümanları "ikna"ya çalışmaktadır. Bulaç'a göre İran'da Gulat-i şia çok azdır ve "ayaklanma içinde hiçbir fonksiyonları yoktur... İmamiyye-Caferiyye fırkası ağır basmaktadır ayaklanmada" ve tabiatiyle de "İran İslam Devrimi"ne ses çıkartmamak gerekir(!) Bahsi geçen dergilerin çıkmış nüshaları tetkik edilirse, ülkemizdeki "Humeyni-sevicilik"in kimler tarafından başlatıldığı da ortaya çıkar. Fakat unutulmaması gereken husus bu "Humeyni-sevicilik"in asıl sebebinin ülkemiz insanındaki Sünnet ve Cemaat Yolu'na olan bağlılığı kırmak, zayıflatmak ve oradan da başka şeylerin girmesine yol açmak olduğudur. (Selahattin Eş'in, Şii itikadında olan ve İran'ın sesi gibi davranan Nurettin Şirin ile "İran-Suriye ilşkileri" üzerine yazışmaları, S. Eş'in ahir ömründe bazı yanlışları itirafı kavlinden olarak şuradan okunabilir: http://www.haksozhaber.net/aslolan-ebu-cehle-dusman-olmak-degil-resulse-dost-olabilmektir-24179yy.htm)

2. Bu ifadeyi kullanan ismi lazım olmayan kişi, eğer dediğinde sadıksa, "Ehli beyt imamlarının" her sözüne boyun eğer ve amelde de itikadda da onlara uyar! Değil mi "ehli beyt imamları", akan sular durur! Ama öyle yapmıyor, ülkemizde gerektiğinde Hanefiyim, gerektiğinde Sünniyim ve  çok sıkıştığında -avf buyurun- "Ku'an'ın mezhebindenim" lafazanlıkları ile hala "hutbe irad" edebiliyor ve müşteri de buluyor! Burada iki mesele var:

1) "Ben Kur'an'ın mezhebine tabiiyim" demek, "mezheb"in kelime anlamı olarak "zan" olması sebebiyle Kur'an'ın "vahy" olması hakikatini İNKARDIR! 2) Sadece bu lafı sebebiyle müslümanlığı şüpheli hale gelmiş birisi, açıktan yapılan ilanlarla "cuma namazı kıldırıp hutbe okuyor" ve Diyanet İşleri Başkanlığı da en basitinden bir kanunsuzluktur, dur diyemiyor! İsmini anmaya değmez zatın neresini tutup doğrultacaksınız; bir yerde durmuyor ki, yazdık, her mezhebe anında "adabte" olabilen bir "yumuşakça!" Bunu kaale alıp da "ilmi eser" yazmak ise, abes üstü abes!

3. Memleketimizde "İslamcı-lık" kavramı, fikri bir hareket manasına kullanan ilk kişi Ziya gökalp'tir. Babanzade Amed Naim Efendi, "İslamda dava-yı kavmiyet" başlıklı makalesinde bu kavrama binaen şöyle der: "- Bu 'ci' ilavesini kendilerine şiar edinenler bence yanlış isim intihab etmişler. Zira, Türk, Arab olan kimse Türkçü, Arabçı olamaz. O kısaca Türktür, Arabdır. "İslamcı"nın da MÜSLÜMAN DEMEK OLMADIĞI luğat-ı Türkiyye ile edna mümaresesi olanlarca malumdur!"

Nitekim Ziya Gökalp ile yaptıkları bir mülakatda karşılıklı konuşmaları çok daha "açıklayıcıdır" kavramı anlamak için:

Z.G: Mesela... ben Türkçüyüm, (Ahmet Naim bey) İslamcıdır!.

Salih Mirzabeyoğlu’nun Telegram isimli eserinin 2. baskısı çıktı! Salih Mirzabeyoğlu’nun Telegram isimli eserinin 2. baskısı çıktı!

A. N. E:Evet, hamdenlillah ben müslümanım bu doğru.

Z.G: Hayır. hepimiz... müslümanız. Siz Müslümancısınız, müslüman olmak başka müslümancı başka!"

Buradan da anlaşılacaüı üzere, Z. Gökalp "İslamcı" tabirini kendi ırkçı görüşünü "masum" ve hatta "haklı" göstermek, "İslamcılar"ın müslüman değil, müslümanların dışında bir "şey", ama kendilerinin "müslüman ve Türkçü"olduklarını ifade etmek maksadıyla kullanıyor. Ona göre de aslında sadece Irkçı olanlar "müslüman" diğerleri (Muasırlaşma'cılar da!) yani "İslamcılar", müslümanlık dairesinin dışına itilmiş oluyor!

Bugünlerde devamlı olarak tekrarlanıp duran bu "İslamcılık", "İslamcı siyasetinin özeleştiri yapması" hususundaki tartışmalar, "İslamcı: müslümanların faydasına siyaset gütmek" manasının haricinde kullanılıyor; çünkü "İslamcılık" bir kavram olarak ele alınıp, ta Efgani ile başlatılıyor ve onun yolundan gidenlerin isimleri tek tek zikredilerek bir muhasebe gerekliliği üzerinde duruluyor. Kısaca kastımız şu: Halkın anladığı "Müslümanların faydasına siyaset güden müslüman" manasına "İslamcı" tabiri kullanılmıyor, bilakis yukarıda Z. Gökalp ve Ahmet Naim Efendi'nin mülakatında çok açık bir biçimde anlaşıldığı üzere kavram ve sahiplenenler tartışılıyor! Bu meyanda belki de tek sermayesi olan "İslamcılık" üzerine yazdığı ciltlerle kavramın tanımını yapan İsmail Kara'ya kulak vermek gerek:

"- İslamcılık, 19-20. yüzyılda İslamı bir bütün olarak "yeniden" hayata hakim kılmak ve AKILCI bir metodla müslümanları kurtarmak (..) uğrunda yapılan AKTİVİST, MODERNİST VE EKLEKTİK YÖNLERİ BASKIN siyasi, fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin BÜTÜNÜNÜ ihtiva eden bir hareket!" Bunu söyleyen İ. Kara, "İslamcıların nassları oldukları gibi kavramaya niyetleri OLMAKTAN ÇOK, kafalarında kurdukları veya kuracakları dünyayı, fikirleri destekleyecek şekilde algılamaktan (...) yana oldukları biliniyor" açıklamasını yaparak "içtihad hapısını ehil olmayanlara açtıklarından, tasavvufa muhalif durduklarından, mucizeleri inkâr ettiklerinden" vs. bahsederek "İslamcı-lık"ın nemenem bir "şey" olduğunun tarifini de yapmıştır. (Bu hususda Malatyalı Muhammed Reşad beyin "Cemaleddin Efgani Etrafında Makaleler" isimli eserinin okunmasını şiddetle tavsiye ederiz.)