Foreign Affairs’tan tercüme ettiğimiz makalede, ABD'nin yükselen bir güç olan Çin ile nasıl başa çıkması gerektiği, "Güç Geçişi Teorisi" adı verilen bir uluslararası ilişkiler teorisi çerçevesinde tartışılıyor. Makalede ABD'nin Çin'in yükselişini yönetilebilir hale getirmek için sadece Çin'i engellemeye çalışmasının yeterli olmadığı, Çin'i kontrol altına almak için kendi kurduğu uluslararası düzeni kullanması ve Çin'in düzendeki rolünü bu şekilde şekillendirmesi gerektiği belirtiliyor.

İşte o makale:

Başlangıçta Vaşington’daki birçok kişi Çin’in yükselişinin yönetilebilir olduğunu farz ediyordu. Modernleşmenin karşı konulmaz mantığı ve biraz da tatlı dili karşısında Çin, ABD Dışişleri Bakanlığı Sekreter Yardımcısı Robert Zoellick’in 2005’te ifade ettiği gibi uluslararası sistemin “sorumlu bir ortağı” haline gelecekti. Pekin, Batı normlarını ve Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kurumları benimsemiş görünerek bir süre ehlileşmiş gibi algılandı.

Buna rağmen bugün umut tükeniyor. Pekin’in her konuda ABD liderliğindeki küresel düzeni kabul etmek yerine reddettiği, Vaşington ile bir çarpışma rotasına girdiği ve “Çin sorunu”nun nasıl çözüleceği konusunda sonsuz bir tartışmaya yol açtığı görülüyor. Fakat tartışmanın (Tayvan’a yönelik bir Çin işgali nasıl engellenir, Pekin’in Güney Çin Denizi’ndeki yayılmacı iddialarına karşı ne yapılmalı ve Batı ekonomik ve teknolojik olarak Çin’den ayrılmalı mı ayrışmamalı mı?) tüm özgüllüğüne mukabil meselenin özünde uluslararası ilişkilerdeki çok daha büyük ve eski bir açmaz yatıyor. Statükocu bir güç yükselen bir güçle nasıl başa çıkar ve dönüşüm anları kaçınılmaz olarak savaşa yol açar mı?

Siyaset Bilimci Graham Allison, ABD ile Çin arasında kaçınılmaz görülen çatışmayı “Tukidides Tuzağı” diye adlandırmıştı. Bu ifade, ilk olarak 5. yüzyıl Yunan tarihçisi tarafından Antik Yunanistan’ın baskın gücü Sparta ile yükselen rakibi Atina arasındaki çatışmayı incelediği örneğe atıfta bulunur. “Peloponnessos Savaşları” eserinde, “savaşı kaçınılmaz kılanın Atina’nın gücünün artması ve bunun Sparta’da yol açtığı korku” olduğu sonucuna varmıştı. Modern çağda, uluslararası ilişkiler akademisyenleri bu dinamiğe bir isim bulmuşlardır: Güç geçişi teorisi.

Tarihe işaret eden teori, rutin olarak yükselen güçlerin hakim güce ve onun tarafından kurulan uluslararası düzene meydan okumak üzere ortaya çıktığını ve eninde sonunda çatışmaya neden olduğunu öne sürer. Fildişi kuleye hapsolmaktan uzak olan bu kavramsal çerçeve, uzun süre resmi düşünceye rehberlik etmiştir. Mesela II. Dünya Savaşı’ndan sonra Vaşington ve Moskova’daki politika yapıcılar, yerleşik Amerikan gücü ve yükselen Sovyetler arasındaki Soğuk Savaş bir gün sıcak çatışmaya döner diye endişelendi.

Buna rağmen güç geçişi teorisi görünmeyen veya çoğu zaman görmezden gelinen bir hakikati ortaya koyar: Yerleşik gücün uluslararası düzeni yönetme usulü, en az meydan okuyanın hırsları kadar mühimdir. Meydan okuyanlar tam da hala yükseliyor oldukları için, benimsemeseler de ekseriyetle uluslararası ilişkileri düzenleyen mevcut hukuk, normlar ve kurumlar çerçevesinde hareket etmek zorundadırlar. Buna mukabil, yerleşik güçler bu kuralları ve kurumları kendi pozisyonlarını sürdürecek ya da kuvvetlendirecek şekilde düzenleme kabiliyetine sahiptir. Başka bir deyişle, uzun süredir hâkim olan bir baskın güç için yeni bir tehditkâr yükselişe verilecek en iyi cevap onunla yüzleşmek ya da mağlup etmek değil, kontrol altına almak için uluslararası düzeni kullanmaktır.

Ev sahibi avantajı

Modern güç geçişi teorisi, ilk kez Tukidides tarafından ifade edilen probleme genel teorik çerçevesini veren siyaset bilimci A. F. K. Organski’ye dayanmaktadır. Organski, 1958’de uluslararası ilişkilerde “tekrar eden döngü” olarak adlandırdığı şeyi tanımlayarak tarihin her döneminde eninde sonunda bir meydan okuyanla karşılaşan statüko koyucu güç olduğunu ileri sürdü. Soğuk Savaş boyunca, Robert Gilpin, Jacek Kugler ve Ronald Tammen gibi akademisyenler, yükselen bir gücün hâkim gücün uluslararası sistemde dağılımı etkileme biçiminden rahatsız olduğunu, böylece meydan okuyanın eşit menfaat elde etmesini engellediğini kabul ederek Organski’nin tezini açtılar. Dolayısıyla statükocu gücün yerinden etmek için ayağa kalkar ve bu genellikle savaşa sebep olan bir meydan okumadır.

Bu tez çerçevesinde, Çin üzerine çalışan politika yapıcıların ve analistlerin büyük kısmı neredeyse sadece Pekin’in yükselişinin oluşturduğu doğrudan tehditle ilgilenmektedir. Bu şaşırtıcı değil, güç geçişi teorisinin temel iddiası, yükselen güçler tarafından yapılan meydan okumaların savaşa sebep olabileceğidir. Bundan dolayı, güç geçişi teorisyenlerinin ilk kuşağı, güç dağılımının savaş ve barış ihtimalini nasıl etkilediğine odaklanma eğilimi gösterdi. Onlara göre; gücün tek bir hegemonda toplanması, bir rakip bu güce itiraz edecek kudrete erişene kadar sistemin istikrarını sağlar. Bu çerçeve günümüzde ABD ve Çin’e uygulandığında, vahim bir akıbete işaret etmektedir. Tam bir güç geçişi ortaya çıkmasa, yani Çin eninde sonunda duraklasa da, Pekin Vaşington’a karşı çıkmak için gerekli ekonomik ve askeri güce erişebilir ve savaş ihtimalini artırabilir.

İsrail'in Eski İstihbarat Başkanı: Eğer Filistinli olsaydım, topraklarımı çalanlara karşı savaşırdım İsrail'in Eski İstihbarat Başkanı: Eğer Filistinli olsaydım, topraklarımı çalanlara karşı savaşırdım

Fakat Çin’in gidişatına yönelik vurgu, teorinin ikinci çıkarımını yani niçin yükselen güçlerin süper güce meydan okumaya teşebbüs ettiğini açıklayan kısmını göz ardı etmektedir. Güç geçişi teorisyenleri, çatışmaların sadece meydan okuyanların artan gücünün bir sonucu olarak değil, onun uluslararası düzenle ilişkisi sebebiyle ortaya çıktığını savunurlar. Hususiyetle, bir yükselen güç var olan uluslararası düzenlemelerden rahatsız ve neticede onu değiştirmeye yeterli güç arayışında olabilir. Dolayısıyla, statükocu gücün uluslararası düzeni yönetme usulü rekabetin çatışmaya dönüşüp dönüşmeyeceğini belirleyebilir.

Bunun sebebini anlamak için, yükselen güçlerin mevcut düzenin hangi yönlerini ve nasıl değiştirmek istediğini tamamen kavramak zaruridir. Yükselen güçlerin çoğu, tamamen revisyonist değildir. Daha ziyade, diğerlerini kabul ederken uluslararası düzenin bazı yönlerinden hoşlanmama eğilimindedirler. Tukidides de dolaylı olarak bu hususa temas etmiştir: Ona göre, Peloponnessos Savaşlarına sebep olan sadece Atina’nın yükselen güç olması değil, aynı zamanda Sparta’nın benimsediği bazı kültürel ve siyasi normlardan memnuniyetsizliğidir. Laurie Bagby’nin gözlemine göre, Tukidides, Sparta’nın (ketum ve içe dönük) ve Atina’nın (cesur ve şan peşinde olan) milli karakterlerinin onların güç dağılımı ve uluslararası düzene nasıl yaklaştığını etkilediğini öne sürdü. Mesela, Sparta müttefik devletleri savunma konusunda ağır ve isteksizdi. Bu, Atina’yı tarafsız bir devleti (Melos adası) gücünü ve kudretini ispatlamak için işgal etmek ve ortadan kaldırmak hususunda yüreklendirdi. Tukidides’in Atinalılar ve Meloslular arasındaki müzakereleri dramatik şekilde anlattığı Melian Diyalogu’nda, Atinalılar onları yönlendiren kültürel normların aksülameli olarak “güçlü ne yapabiliyorsa yapar, zayıf ise başına geleni çeker” der.

Son on yılda, yeni nesil güç geçişi akademisyenleri, hem geçmişte hem de bugün, yükselen güçlerin uluslararası düzenle nasıl bir etkileşim içine girdiğine daha fazla dikkat çekti. Stacie Goddard, yükselen güçlerin aksiyonlarını haklı çıkarma yollarını incelemiş; örneğin uzun süre dominant olan Birleşik Krallık’ın 1820’lerde yeni ortaya çıkan ABD’ye uyum sağlamayı tercih ettiğini, Londra’nın, Vaşington’un Monroe Doktrini aracılığıyla var olan serbest ticaret, uluslararası hukuk ve başka devletlere müdahil olmama normlarına desteğini anladığını göstermiştir. Xiaoyu Pu, yükselen güçlerin düzen görüşlerini iç ve dış kitlelere stratejik olarak nasıl çerçevelediklerini incelemiştir. Örneğin Çin, ekonomik gücünü diplomatik güce dönüştürmek için Asya Altyapı Yatırım Bankası aracılığıyla "göze çarpan bağışlar" ve hayırseverlik faaliyetlerinde bulunmuştur. Rohan Mukherjee, meydan okuyanların büyük güçler kulübünün bir parçası olarak kabul edilmek için maddi menfaatlerini feda etme eğilimlerini incelemiştir. Mesela Japonya, büyük bir deniz gücü olma çabasına mukabil 1921-22 Washington Deniz Konferansı'nda filosunun büyüklüğünü sınırlamayı kabul etmiş, Çin ise daha büyük bir nükleer cephanelik inşa etme çabalarına rağmen 1996'da Kapsamlı Nükleer Test Yasağı Anlaşması'nı imzalamayı kabul etmiştir.

Michelle Murray, 20. Yüzyılın başında hem ABD hem imparatorluk Almanya’sının yaptığı gibi yükselen devletlerin nasıl yerleşik güçlerin tam eşiti olarak tanınmak istediklerini ve bu tanınmanın reddinin “şiddetli bir çekişmeyi” körüklediğini gösterdi. Joshua Shifrinson, ABD’nin Soğuk Savaş’ın başında Birleşik Krallık’ı desteklemesi örneğinde olduğu gibi, beklenenin aksine yükselen güçlerin, düşen bir süper gücü düşman edinmeyi önlemek için genellikle dikkatli olduğuna işaret etti. Yükselen bir güç mevcuda uyum sağlayarak kapasitesini daha hızlı geliştirebilir. Kristen Hopewell, Emma Mawdsley ve Khalid Nadvi, yükselen güçlerin uluslararası düzeni hangi yollarla ve niçin değiştirmek istediğini saptamaya çalışmış ve onların genellikle global idarenin mevcut kurumlarını değiştirmek için birbirleriyle işbirliği yaptığı sonucuna varmışlardır.

Giderek büyüyen bu iş, yükselen güçlerin uluslararası düzeni nasıl yönlendirdiğine dair önemli kavrayışlar getirdi. Onlar, uluslararası düzene doğrudan meydan okumaktan ziyade, var olan birçok normu kabul etmek, diğer yönleri reddetmek için işbirliği yapmak ve var olan düzenlemelerin yıkıcısı olma suçlamasına karşı hassas olma eğilimindedirler. Bunu yaparken de iki hedefe odaklanan uzun bir oyun oynarlar: Kendi yükselişlerini desteklemek için mevcut düzenin kurallarını kullanmak ve yenisini oluşturmak için yeterli güce ulaşana kadar mevcut düzenin mimarisini zayıflatmak. Ancak bu araştırma, süper gücün bu sonucu nasıl önleyeceğine ilişkin fikirler de sunmaktadır. Başıboş bırakılmış bir uluslararası düzen, avantaj sağlamak veya diğer ülkeleri kendi yörüngesine sürüklemek için mevcut normları manipüle etme arayışında olan meydan okuyucunun işini kolaylaştırır. Fakat süper güç, bu tehlikeyi sınırlandıracak şekilde düzeni değiştirme kabiliyetine de sahiptir.

Sevasti-Eleni Vezirgiannidou’nun işaret ettiği gibi, önemli olan sadece süper gücün yükselen güçle ilişkisini nasıl yürüttüğü değil, aynı zamanda süper gücün kendi inşa ettiği düzeni yeniden düşünmeye hazır olup olmadığıdır. O, ABD’nin liberal uluslararası düzende kendisinin düşüşünü yavaşlatmaya yardım edecek değişiklikleri düşünmekten kaçındığını savunur. Mevcut uluslararası kurumları güçlendirmek hatta reforma tabi tutmaktan ziyade, Vaşington’un geçici gayri resmi kurumlara ve diplomasiye yönelmesi, uluslararası düzeni hiç olmadığı kadar parçalı ve tartışmalı hale getirdi. Örneğin Vezirgiannidou, ABD’nin Nükleer Silahların Yaygınlaşması Anlaşmasının imzacısı olan İran’a yaptırım uygularken anlaşmaya taraf olmayan Hindistan’ı nükleer programından dolayı nükleer silah sahibi bir devlet olarak meşrulaştırmayı amaçladığını ve bunun uluslararası silah kontrol düzenlemelerini zayıflatabilecek bir yaklaşım olduğunu kaydetti. Uluslararası kurumların bu şekilde erozyona uğraması Çin’in yükselişini hızlandırabilir, Çin'in mevcut düzene meydan okuma ve hatta ABD ile doğrudan bir çatışmaya girme ihtimalini arttırabilir.

ABD, bunun yerine uluslararası düzenin resmi kurumlarını ve mevcut pratiklerini yeniden ele alarak kendi pozisyonunu tahkim edebilir ve Çin’in etkisini kısabilir, böylece çatışma ihtimalini azaltabilir. Fakat Vaşington hızlı hareket etmeli. Şimdilik, Pekin hala oluş sürecindeki bir hegemon ve yeni bir düzen dayatmak için gerekli nüfuz ve kabiliyetten yoksun. Bazılarının etrafından dolaşmaya çalışsa da, genellikle yerleşik pratiklere ve normlara göre oynamak zorunda. Ancak belli bir noktada, Amerikalı liderler, oyunun kurallarını yazanın ABD değil, Çin olduğunu görebilir.

Çin’in bugünkü davranışı da buna paralel. Geniş kapsamlı altyapı ve yatırım programı Kuşak ve Yolu düşünelim. Batılı analistler Kuşak ve Yolu, Pekin’in politikaları üzerinde orantısız nüfuz sahibi olmak için küresel güneydeki küçük ülkelere kredi verdiğini öne sürerek “borç tuzağı diplomasisi” diye eleştirdi. Fakat, girişimin ABD tarafından yönetilen uluslararası düzenin yerleşik çok taraflı prensipleri, yani global ticareti kolaylaştırma ve karşılıklı bağımlılık vasıtasıyla ekonomik büyüme üzerine oturduğunu önü sürmek zor. Çin’i ve Kuşak ve Yol’u toptan revisyonizmle suçlamak ABD’yi sadece ikiyüzlülük suçlamalarına açık hale getirmez, ayrıca ABD’nin Çin’le global ekonomide rekabet etme kabiliyetine sahip olmadığı algısını oluşturur. Daha akıllıca yaklaşım, Kuşak ve Yol’a daha iyi bir alternatif sunmak olabilir. Vaşington henüz bunu yapmadı. Batı’nın Kuşak ve Yol’a sözde cevabı, 600 milyar dolarlık bir G-7 girişimi olan Küresel Altyapı ve Yatırım Ortaklığı, üye ülkelerin iç politika kısıtlamaları ve özel sektör yatırımları üzerindeki sınırlı kontrolleri sebebiyle engelleniyor.

Çatışmaya yol açacak bir strateji olan Çin’le doğrudan yüzleşmek yerine ABD, kendi gücünü pekiştirmek için düzeni nasıl değiştireceğini belirlemelidir. Bu başlangıç olarak bir meydan okuyucunun düzeni deforme etmekten ziyade yıkma ihtimalinin çok daha fazla olduğunu kabul etmek anlamına gelir.

Mesela Çin, Tanzanya’da Afrika’nın çeşitli iktidar partilerinden gençlere mahkemelerin önemsiz olduğunun ve katı parti disiplininin öneminin öğretildiği bir akademi kurdu. Fakat bu proje dahi, Çin'in otoriter yönetim ve kalkınma modelini empoze etmekten ziyade sadece teklif etmeyi amaçlıyor. Her halükarda, Pekin’in ideolojisini kıtaya yaymaya yönelik daha geniş kapsamlı çabaları, ortalama bir başarı elde etti. Buna karşın ABD, mevcut kurumları ya da Afrika'nın desteğini güçlendirebilecek düzen değişiklikleri için baskı yapma gücüne ve yetkisine sahip.

Ancak Washington'un düzeni yönetme biçimi pek de iç açıcı değil. Mesela Biden yönetiminin 2021 Demokrasi Zirvesi liberalizmi desteklemeyi amaçlıyordu. Ancak toplantı, bugün demokratik uygulamaların örneği olarak kabul edilmeyen Hindistan ve Nijerya gibi ülkeleri içeriyordu; ayrıca sivil toplumu büyük ölçüde bir kenara itti ve somut bir gündem ya da sonuçları yoktu. Ekonomide ABD, ticaretin serbestleştirilmesine olan uzun süreli inancını önemli ölçüde terk etti, ancak gümrük tarifeleri ve sanayi politikasının agresif kullanımını küresel ekonomik düzenin sistematik bir şekilde yeniden düşünülmesinin bir parçası olarak çerçeveleme zahmetine bile girmedi.

Son güç geçişi teorisi, ABD'nin gücünü sürdürebilmesi için liberal düzeni yeniden inşa etmesi gerektiğini açıkça ortaya koysa da, bunun nasıl yapılacağını açık bırakmaktadır. Umut verici yaklaşımlardan biri, henüz uluslararası normlar tarafından düzenlenmeyen konulara değinmektedir. Siber güvenliği ele alalım. Biden yönetimi, Çinli ve Rus bilgisayar korsanlarının artan tehdidine karşı siber güvenliği ulusal bir öncelik haline getirdi, ancak siber saldırılar için uluslararası düzenlemeler ve cezalar belirlemek de dahil olmak üzere daha geniş bir uluslararası işbirliği kurmakta başarısız oldu. Uluslararası standartların eksik ya da yetersiz olduğu diğer konular arasında sosyal medya, sınır ötesi veri akışı, gıda güvenliği, salgın hazırlığı ve yapay zeka yer alıyor.

Ancak düzenin gerçek anlamda yeniden yapılandırılması için ABD'nin müttefiklerinin desteğine ihtiyacı var. Uluslararası bir düzen tek başına bir hegemon tarafından inşa edilemez ya da yeniden yapılandırılamaz; bunun için istekli bir koalisyon gerekir. Hegemonlar arasında doğrudan çatışmayla sonuçlanmayan başarılı bir güç geçişi örneği olarak tanımlanabilecek Soğuk Savaş'ı ele alalım: Sovyetler Birliği'nin yükselişiyle karşı karşıya kalan ABD, Batı'yı güçlendirecek ve Sovyet meydan okumasını kontrol altına almaya yardım edecek şekilde liberal bir uluslararası düzen inşa etmek için ittifaklarını kullanabildi. Aslında komünist tehdit, Washington'un müttefiklerine ve ortaklarına bu tür çabaları desteklemeleri için açık bir gerekçe sağladı. Batı liderliğindeki yeni düzen, hem NATO gibi askeri ittifaklarda hem de DTÖ'nün öncüsü olan Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması gibi uluslararası kurumlarda ifade edildi.

Bugün, ABD öncülüğünde düzene getirilen yenilikleri desteklemek o kadar mantıklı değil. Pek çok ülke hem Çin hem de ABD ile iş yapmaktan memnun ve bu esnekliği korumak istiyor. Bununla birlikte, ABD’nin bir avantajı var. On yıllara dayanan eski ittifakları ve uluslararası ilişkileri sayesinde, her ikisi de Çin'i çevreleme arzusuyla desteklenen, Avustralya, Hindistan ve Japonya ile Dörtlü Güvenlik Diyaloğu ve Avustralya ve Birleşik Krallık ile AUKUS gibi birkaç yeni resmi düzenleme başlattı. Buna karşın Çin'in bırakın resmi askeri müttefikleri, özel dostlukları ya da stratejik ortakları bile yok; Rusya ile gelişmekte olan işbirliği ise hala kırılgan. Avrasya ülkelerinden oluşan ve Pekin'in öncülük ettiği Şangay İşbirliği Örgütü ile Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika tarafından kurulan BRICS gibi uluslararası kurumların etkisinin sınırlı olması şaşırtıcı değil.

Yine de güç geçişi teorisinin gösterdiği gibi, Washington rehavete kapılmamalı. Birkaç on yıldır dünya siyasetindeki ağırlık merkezi Batı'dan uzaklaşıyor. Çin ve Hindistan gelişmekte olan dünyaya liderlik etmek için yarışıyor ve her ikisi de küresel Güney ile Batı arasındaki uçuruma dikkat çekmeye çalışıyor. ABD'nin kendi menfaatlerinin Batılı olmayan ülkelerin menfaatlerine karşı olmadığını göstermesi gerekiyor. Örneğin DTÖ'de Washington, kapsayıcı olmayı amaçlayan ve aynı zamanda pragmatik ve verimli olan değişiklikleri akıllıca destekledi. Bunlar arasında çok taraflı müzakerelerin ya da prensipte tüm taraflara açık olan ama aslında çoğunlukla sadece söz konusu konuyla özellikle ilgilenen üyelerin katıldığı müzakerelerin giderek daha fazla kullanılması yer almakta ki, bu yaklaşım gelişmekte olan ülkelerin çoğu tarafından desteklenirken Hindistan karşı çıkmaktadır. Benzer şekilde, Biden yönetiminin "dost desteği" ya da tedarik zincirlerini Çin'in dışına çıkarıp daha az düşman topraklara taşımayı teşvik etmesi, gelişmekte olan ülkelerle daha fazla ticaret bağlantısı kurmak için muazzam bir potansiyel barındırıyor. Ancak Washington'un daha ileri gitmesi gerekiyor. “Dost desteği” ile sadece daha fazla ikili ticaretin ötesinde, dostluk kriterlerinin ne olduğunu ve dostlarının tam olarak ne elde edeceğini açıklaması gerekiyor.

ABD, bu tür adımlar atarak uluslararası düzeninin önemli unsurlarını reddeden ama büyük bir kısmını kabul eden yükselen güçlere daha iyi yanıt verebilir. Hindistan bunun başlıca örneğidir. Vaşington'un stratejik ortaklarından biri olmasına rağmen Yeni Delhi, ticaret ve liberalizm konusunda ABD'nin benimsediği ilkelerden önemli ölçüde ayrılan bir tutuma sahip.

Mesela, Hindistan fikri mülkiyet hakları konusunda gevşek bir yaklaşıma sahip ve Başbakan Narendra Modi yönetimindeki hükümet sivil özgürlükleri önemli ölçüde aşındırmakla suçlanıyor. Ancak her iki ülkenin de Çin'e karşı çekinceleri göz önüne alındığında, birbirlerine ihtiyaçları var. ABD, Hindistan'ın derin ilgi duyduğu yeni alanları veya konuları (örneğin teknoloji ve siber uzay) içerecek şekilde düzeni yeniden inşa ederek Hindistan'ın daha fazla katılımını sağlayabilir ve gelecekteki işbirliği veya kısıtlama için normları belirleyebilir.

Ancak şimdilik ana odak noktası Çin olmalı. Bir güç değişimi yaklaşıyor: Çin hala yükselişte ve yakında uluslararası düzeni revize etme kapasitesine sahip olabilir. Bu da nihayetinde statükocu büyük gücü yerinden edebilir. Meydan okuyanlar bir kez yükseldiklerinde bunu yaparlar. Eğer ABD bu sonuçtan kaçınmayı umuyorsa, sadece Çin'le yüzleşmeye ya da Çin'in oyunu nasıl oynadığından şikayet etmeye bel bağlayamaz. Oyunu kendisinin değiştirmesi gerekecektir.

* Foreign Affairs’ın Temmuz-Ağustos sayısında Manjari Chatterjee Miller imzasıyla yayınlanan bu yazı, Fatih Hazinedar tarafından tercüme edilmiştir.