Ebû Zekeriyyâ Yahyâ İbni Şeref İbni Mürî en-Nevevî, 1233’te, Suriye'nin güneyindeki Havran bölgesinde bulunan Nevâ köyünde doğdu. Adı Yahya olanlar, baba oğul iki peygamberin hatırasına hürmeten Ebû Zekeriyyâ diye künyelendiklerinden, o da hiç evlenmediği hâlde bu künyeyi aldı. Babası Şeref İbni Mürî, mütevazı dükkânında çalışan, çevresinde dürüstlüğü ile tanınan zâhid ve muttaki bir kimseydi.
Nevevî on yaşına basınca, babasının dükkânında çalışmaya başladı. Fakat o ticaretle uğraşmayı sevmiyor, arkadaşlarıyla oynamayı da arzu etmiyordu. Kur’ân’ı Kerim’i hıfzetmişti. Evliyâullahdan mübarek bir zât olduğu rivayet edilen, daha sonraları da Nevevî'nin mânevî mürşidi olan Yâsîn İbni Yûsuf el-Merâkeşî (veya Zerkeşî) o sıralarda Nevâ'ya geldi. Çocukların “birlikte oynayalım” diye zorlamasına rağmen onlardan kurtulup Kur'ân okumaya çalışan Nevevî, bu büyük zâtın dikkatini çekti. Nevevî'nin hocasına giderek, bu çocuğun ileride önemli bir âlim ve büyük bir zâhid olacağını tahmin ettiğini, onunla özel surette meşgul olmasını istedi. Fakat Kur'ân muallimi ona, "sen müneccim misin?" diye çıkışarak tavsiyesini dikkate almadı.
Nevevî babasına yardım ederek ve fırsat buldukça çevresindeki âlimlerden temel İslâmî bilgileri öğrenerek on sekiz yaşına kadar memleketinde kaldı. 1251 yılında babası onu Dımaşk'a getirerek Revâhiyye medresesine yerleştirdi. Medresede talebeye günde sadece bir ekmek veriliyordu. Nevevî bu mütevâzı şartlar altında, tanınmış âlimlerden okumaya ve ders almaya başladı.
Kendisinde ilme karşı öyle bir iştiyak vardı ki, bizzat söylediğine göre, iki yıl boyunca yere uzanıp yatmadı. Uykusu gelince kitablarına yaslanarak biraz uyuklardı. Onun ilme olan düşkünlüğü darb-ı mesel hâline geldi. Hocalarına gidip gelirken bile, okuduklarını tekrar ederdi. Yıllar sonra yazacağı eserlerde belirttiği gibi, ona göre ilimle uğraşmak, Allah rızasını kazanmak için tutulan en iyi yol ve en üstün ibadetti. İlim tahsili, nâfile oruç, namaz ve zikirden daha faziletliydi.
Her gün on iki hocadan lûgat, sarf, nahiv, fıkıh, hadis, kelâm gibi sâhalarda on iki çeşit ders alıyordu. Devamlı çalışması sebebiyle, on yıl gibi bir zamanda parmakla gösterilen bir ilim adamı oldu. Şöyle diyordu Nevevî:
- "Bir kimsenin hocaları, onun dinde babalarıdır. Allah ile irtibatını sağlayan vâsıtalardır.”
Nevevî'ye pek çok âlim talebelik etmiştir. Bunların en meşhuru İbnü'l-Attâr Alâeddin Ebü'l-Hasan Ali İbni İbrâhim ed-Dımaşkî'dir. Bu âlim, Nevevî'nin ömrünün son altı yılında ondan hiç ayrılmadığı, devamlı hizmetinde bulunduğu için, kendisine "Muhtasaru'n-Nevevî" lakabı verilmiştir. İbnü'l-Attâr, Nevevî'nin hayatını kaleme almış ve yazdığı tercüme-i hâli hocasına kontrol ve tashih ettirmiştir.
Zehebî'nin "hadis âlimlerinin efendisi" diye andığı Nevevî, bir hadis hâfızı, aynı zamanda hadis ilimlerinde tanınmış bir otoriteydi. Sahîh hadisleri olduğu kadar zayıf ve uydurma rivayetleri, râvilerin hâllerini bilirdi. Hadislerde geçen garîb kelimeleri anlamada ve hadislerden fıkhî hüküm elde etmede pek mâhirdi.
Şâfiî fıkhında devrinin en büyük âlimi o oldu. Bu mezhebin esaslarını, usûl ve fürûunu, bir meseleye dâir sahâbe ve tâbiîn âlimlerinin neler söylediklerini, hangi noktada birleşip hangi noktada birbirinden ayrıldıklarını ezbere bilirdi. Bir gün İmâm Gazzâlî'nin el-Vasît'inden yapılan bir nakil hakkında kendisiyle münakaşa ettiler. Hâlbuki Nevevî münakaşa etmekten hiç hoşlanmadığı gibi, münakaşa edenleri de sevmezdi. Şöyle dedi:
- "Benimle el-Vasît hakkında münakaşa ediyorlar. Ben o eseri dört yüz defa okudum.”
Mezhebte imâmı olan Şâfiî'nin, "Helâl ve haram bilgisinden sonra en değerli ilim tıb ilmidir" demesi sebebiyle, öğrencilik yıllarında bir ara tıb tahsil etmek istedi. Bu sebeble İbni Sînâ'nın “el-Kânûn” adlı eserini satın aldı. Fakat o günden itibaren pek bunalıp sıkılmaya başladı. Sonunda bu hâlin kendisine tıbla uğraşmaktan geldiğini anlayarak “el-Kânûn”u sattı ve odasında tıbla ilgili ne varsa elinden çıkarmak suretiyle rahatladı.
Nevevî muhtelif medreselerde hocalık yaptı. 1267 yılında Ebû Şâme el-Makdisî'nin vefatıyla boşalan Suriye'nin en mühim eğitim müessesesi olan Eşrefiyye Dârülhadisi şeyhliğine getirildi. Vefâtına kadar on bir sene müddetle bu görevi devam ettirdi.
Nevevî orta boylu, kara yağız bir kimseydi. Bir kaç teli ağarmış sık ve siyah sakalı, heybetli görünüşüne ayrı bir ağırlık verirdi. Ciddi yüzünde tebessüm az görülürdü. Kılığı kıyafeti devrinin âlimlerinin özel giyim kuşamına hiç benzemezdi. Sırtındaki kaba dokunmuş pamuk elbise ve başındaki küçük sarığıyla onu gören, Dımaşk'ı gezmeye gelmiş Nevâlı bir köylü zannederdi.
Ömrünü ilme veren Nevevî hiç evlenmedi. Âhirete duyduğu iştiyak sebebiyle dünya zevklerine, yiyip içmeye, giyinip kuşanmaya, kısaca söylemek gerekirse rahat yaşamaya değer vermezdi. Günde bir defa geceleyin, sadece bir çeşit yemek yerdi. Sofrasında iki çeşit yiyecek nâdiren bulunurdu. Sadece seher vakti su içerdi. Karla soğutulmuş suyu içmez; rutubeti uyku getirir diye salatalık bile yemezdi. Kebab ve tatlıya zâlimlerin yiyeceği diye iltifat etmezdi. Talebeliğinden itibaren kazandığı az uyuma alışkanlığını, fânî ömrü yeterince değerlendirebilmek için hayatı boyunca uyguladı.
Onun hayatını yazanların hemen hepsinin belirttiğine göre, Dımaşk'ta yetişen meyvaları yemezdi. Bunun sebebini soran talebesi İbnü'l-Attâr'a, Dımaşk'ta pek çok vakıf arazi bulunduğunu, bunların titizlikle idare edilmediğini, ortaklığın meşrû bir şekilde yapılmadığını, dolayısıyla bu meyvalara haram karıştığını söylerdi. Babasının getirdiği yiyeceklerle geçimini sağlar, sadece onun getirdiği incirleri yerdi.
Görev yaptığı medreselerden kendisine verilen aylıkla kitab alır, sonra da bunları o medreseye vakfederdi. Eşrefiyye Dârülhadisi’nden hiç maaş almadı. İlimle bu kadar çok meşgul olmasına rağmen ibadete, Kur'ân okumaya ve Allah Teâlâ'yı zikretmeye geniş zaman ayırırdı.
MELİK KARŞISINDA NEVEVÎ
Mısır ve Suriye'de Memlûk Devleti'ni kurarak on yedi yıl saltanat süren, Haçlılar’a karşı verdiği mücadeleyle bilinen Baybars, aslında samimi bir müslümandı. Bu Kıpçak asıllı Türk sultanı, Moğolların Suriye'ye saldırdığı sıralarda halkın münbit topraklarını, bahçelerini hazineye katmak istemiş, bunun için de Suriyeli âlimlerin fetvasına başvurmuştu. Bazı âlimler korktukları için, bazıları da dünyalık elde etmek için, sultanın istediği fetvâyı vermişti. Baybars, Nevevî'den de fetva istemiş, fakat bu uygulamanın haksızlık olduğuna inanan Nevevî, fetvâ vermeye yanaşmamıştı. Anlatıldığına göre Sultan'ın bu konudaki ısrarları üzerine Nevevî ona şunları söylemişti:
- “İyi biliyorum ki, sen bir zamanlar Emîr Bunduktâr'ın kölesiydin. Hiçbir şeyin yokken Allah lutfedip seni melik yaptı. Duyduğuma göre sarayında, eğerlerinin kayışları altundan mâmul, bin kölen, çeşit çeşit ziynet eşyalarına sahib iki yüz câriyen varmış. Bütün bunları onlardan alıp savaş hazırlığı için kullandığın hâlde devlet hazinesi yetersiz kalırsa, halkın malına el koyman için o zaman sana fetvâ veririm.”
Daha sonra Suriye'lilere yüklenen savaş vergilerinin ağırlığından söz ederek bu vergilerin kaldırılmasını, müderrislerin maaşlarının azaltılmamasını istedi. Nevevî'nin bu pervasız sözlerine ve istediği fetvâyı vermemesine çok kızan melik:
- “Şehrimden çık git!” dedi. Nevevî:
- “Baş üstüne!” diyerek Dımaşk'ı terk etti ve Nevâ'ya gitti.
Nevevî huzurundan çıkınca, Sultan Baybars onun vazifesine son verilmesini ve maaşının kesilmesini emretti. Adamları ona Nevevî'nin bir vazifesi bulunmadığını, dolayısıyla maaş da almadığını söylediler. Bunun üzerine Baybars:
- “Öyleyse ne ile geçiniyor?” diye sordu.
- “Babasının gönderdikleriyle”, dediler.
Söylendiğine göre, Nevevî'yi niçin öldürtmediğini melike sorduklarında:
- “Bunu istemedim değil. Fakat onu öldürtmeyi her arzu ettiğimde, ikimizin arasında ağzını kocaman açmış bir arslan buna engel oldu. Öldürülmesini emretseydim beni parçalayacaktı” demiştir.
EBEDÎ ÂLEME GÖÇ
Talebesi İbnü'l-Attâr'ın söylediğine göre, vefatından iki ay kadar önce ziyaretine gelen bir fakir, köylülerden birinin hediye ettiği ibriği Nevevî'ye teslim etti. Hayatı boyunca hiç kimseden bir şey kabul etmeyen Nevevî, ibriğin bir sefer âleti olduğunu söyleyerek aldı. Vefât edeceğini sezmiş olmalı ki, kendisine sefer izni çıktığını söyleyerek hocalarının kabirlerini, şehirdeki tanıdıklarını ziyaret etti ve kitablarını medreseye vakfetti. Daha sonra Kudüs'e gitti. Ziyaretini tamamlayıp Nevâ'ya döndü. Birkaç gün sonra babasının evinde hastalanarak 22 Aralık 1277’de seher vakti Mevlâ'sına kavuştu.
44 yaşında vefat eden Nevevî, “Riyazü’s Salihîn” isimli hadis şaheseri başta olmak üzere, 50’ye yakın eser kaleme aldı. Rivayetlere göre, tamamlayamadığı bazı eserlerini ise ölümünden hemen önce yıkatmış, kâğıtların israf olmasını istemediği için bunu yapmıştır.
Baran Dergisi 418. Sayısı