İnsan, doğası gereği içinde bulunduğu dünyayı ve eşyayı anlamlandırmış, isimlendirmiştir. İsimlendirdiği şeyi tanımış, onun üzerinde anlayışına ve dünya görüşüne göre tasarruf etmiştir. İnsan bunu tefekkür ve tefekkürün anahtarı olan dil ile yapmıştır. Çünkü dil, düşünce ile iç içedir. Her şey dil ile başlar. Çinli filozof Konfüçyüs’e sorarlar: “Bir ülkeyi idare etmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?”

Konfüçyüs cevap verir: “İşe önce dili düzeltmekle başlardım. Çünkü, dil bozulursa kelimeler düşünceleri anlatamaz. Düşünceler iyi anlatılmazsa, yapılması gereken işler yapılmaz. Görevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve düzen bozulur. Töre ve düzen bozulursa, adalet yoldan sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. Bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”

Öte yandan dil mevzusu, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun da en ön planda tuttuğu ve üzerinde durduğu mezvulardandır.

Dili tanımlayacak olursak dil; insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta, kendi kuralları olan ve bu kurallar üzere gelişen canlı bir varlık, sesler ile örülmüş içtimaî bir müessesedir.

Dilin vasıtalığı sadece anlaşmayı temin etmek bakımındandır. Dil daima bir cana, bir hüviyete sahiptir. İnsanlar ona istedikleri gibi hükmedemezler.

Örneğin; otomobil de bir vasıtadır. İnsan bir otomobile istediği şekli verebilir, istediği yere sürebilir, istediği zaman durdurabilir; fakat at için böyle bir şey söz konusu değildir. Atın biçimini değiştiremez, istediği gibi kullanamaz, istediği yere sevkedemez. Korktuğu yerde ona bir adım attıramaz. Dil ve insan ilişkisi, at ile insan ilişkisine çok benzer. İnsan ata istediği gibi hükmedemez, atın tabiatına uygun hareket etmek zorundadır; bu yüzden dilin vasıtalığı da atın vasıtalığı gibidir.

Canlı bir varlık olan dil, zaman zaman kendi kaideleri içinde birtakım değişiklikler, birtakım gelişmeler gösterir. Bu da, dilin her daim yenilendiğine, güncellendiğine işaret eder. Dil, dışarıdan bir müdahaleyi, o müdahaleyi içselleştirebildiği müddetçe kabul eder. Normal bir müdahale dilin gelişme yolunu her zaman açık tutar.

Dilin bu denli önemli oluşu, ona bir konum belirlememizi zorunlu kılar. Biz dili her şeyin merkezine oturturuz. İnsandaki beyin gibi, bilgisayardaki işlemci gibi… Her ne varsa onun merkezinde dil vardır.

Bu gücün farkında olmalıyız. Çünkü bu güç, Batı tarafından hâlâ bir sömürü aracı olarak kullanılmaya devam ediliyor. Onların dil ile tanımladığı her kavram, bizim tefekkür çemberimizi, eşya ve hadiseler üzerindeki tasarruf hakkımızı günden güne daraltıyor.

Unutmayalım…

Görüş: Halâ ne diye şeriattan kaçıyorsunuz? Görüş: Halâ ne diye şeriattan kaçıyorsunuz?

İyinin, doğrunun ve güzelin tarifini biz yapmadıkça Batı’nın iyiliğini iyilik, doğruluğunu doğruluk, güzelliğini de güzellik olarak kabul etmeye devam edeceğiz.

Kültürümüzde, çocuğa isim koyma merasimi şüphesiz çok önemli bir yer tutar. Bunun sebebi isim ile alınyazısı arasında bir bağın olduğuna inanılmasıdır. Çünkü insan ismi ile müsemmadır. Dede Korkut Hikâyelerinde geçen Boğaç Han Hikâyesi, kültürümüzde isimlendirmenin önemi hakkında örnek teşkil eder.

Boğaç Han ilk kahramanlığını yapana kadar isimsizdir. Ta ki Bayındır Han’ın boğasını devirip, rüştünü ispatlayana kadar…

Aslında Boğaç Han, o boğayı devirmeden önce de vardı ama yok hükmündeydi. İsmini alması ile beraber hüviyetini kazandı ve boyu tarafından kabul gördü. Söz söyler, buyruk verir oldu…

Çağımızda isim meselesi, çözülmesi gereken en temel meselelerimizin başında gelir. Her şeyin çığırından çıktığı bu çağa uzanan serüvende, ilk olarak insan çığırından çıkmıştır. İnsandan sonra da her şey...

“İnsanlık” dediğimiz şey aslında ismimiz ve hüviyetimizdi.

Eğer ilk olarak çığırından çıkan insan ise çözüme de ilk olarak insandan başlamalıyız. Ana sorun çözülmeden, ana sorundan doğan alt sorunların çözüme kavuşturulması, kısa vadede problemimizi çözecektir; fakat en girift düğüm insan, yine karşımıza çıkacaktır.

Sebep insan, sorun insan, çözüm insan…

Başlamamız gereken ilk nokta, bu çağda, insanı yeniden isimlendirmek, yeniden tanımlamaktır. Yukarıda da ifade ettiğim gibi, isim ile alınyazısı arasında bir bağ olduğuna inanılır. İnsana verilecek yeni bir isim, yeni bir tanım, insanın alınyazısını belirleyecektir. İnsana ait olan değerleri, insanın bulunması gerektiği konumu belirleyecektir. Ve en önemlisi, insanın hududunu belirleyecek, insana haddini bildirecektir.

Bir isme, bir tanıma kavuşan insan, ilk olarak kendini, ardından yaşadığı toplumu ve yaşadığı dünyayı yeniden tanımlayacaktır. Dolayısıyla yeni tanımlamaların yapılabilmesi için de eski tanımların yeniye muhalif olanlarının yıkılması icap etmektedir. Yeni bir inşa ve ihya süreci başlayacak... Akif’in dediği gibi:

“Hadi gel yıkalım şu Süleymaniye’yi desen,

İki kazma kürek, iki ırgat gerek,

Ancak had, gel yapalım şunu geri desen,

Bir Sinan, bir Süleyman gerek.”

Yıkmak ve Yapmak

Hem birbirine düşman, hem birbirine kardeş iki kavram. Bu dörtlükte de görüldüğü üzere Süleymaniye’nin yıkılması iki kazma kürek, iki ırgatlık iştir. Bu, yıkmanın kolay ve zahmetsiz bir iş olduğunu gösterir. Peki, geri yapmak? İşin en zor kısmı bu... Bir Sinan, bir de Süleyman’ın işi. Sinanların, Süleymanların…

“Yıkmak” ve “yapmak” kavramlarını “İhtilâl’ ve “İnkılap” kavramları ile ele alabiliriz. İhtilâl, mevcut olanı yıkmak; inkılap ise yıkılan şey üzerine “yeni” bir “şey” inşa etmektir. İhtilâl ve inkılap kavramları, kendi kendisine hiçbir kıymet belirtmez. Ancak bağlı olduğu gayeye ettiği vasıtalık nispetinde kıymet kazanır.

Her an değişen eşya ve hadiseler karşısında ihtilâl ve inkılap zarurettir. Aşama aşama gidilen yolun başı, ilk olarak bu zarureti hissetmektir. Ardından ruhta ihtilâli ve inkılabı başlatmak, son olarak da olgunluk ile eşya ve hadiseye tesir etmek. Esasın her zaman sabit ve değişmez, yalnızca usûlün değişebilir olduğunu unutmamak kaydıyla tabiî...

Hz. Mevlâna şöyle demiştir:

“Dünle beraber gitti cancağzım,

Ne kadar söz varsa düne ait

Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım...”

İslâm her zerresi ile bir inkılap dinidir, yenilik dinidir. Donmaz, solmaz, eskimez, pörsümez, yeni… 800 yıl önce yaşamış olan Mevlâna Hazretleri bu “gerekliliği” dile getirmiştir.

İnkılap sonsuz bir hakikat arayıcılığıdır. Her an, her yerde… Bu arayış durduğu zaman, an durur, insan durur, mekân durur. Donma, eskime ve pörsüme başlar.

Bizde bu duruş, Kanuni Sultan Süleyman devrinde yavaş yavaş başlamış ve Tanzimat ile de çöküşe doğru gitmiştir. Tanzimat ve peşi sıra gelen yenilikler her ne kadar inkılap gibi gözükse de içi boş ve kuru taklitçilikten öteye gidememiştir. Bu inkılaplar İslâm güneşinin ışığında değil, Batı’nın mum ışığında yapılmıştır.

Artık biliyoruz ki; ana gayeden uzak her inkılap kıymetsizdir. Bugün bir enkazda yaşıyoruz. Ruhi, ahlâkî ve ictimaî bir enkaz içindeyiz. Dünyanın başına musallat iki ırgat, iki kazma kürek ile kurulmuş ve kurulabilecek her şeyi yıkmaya çalışıyor.

Hakikat ışığında dilini tutturan insan, tefekkürünü de tutturur; zira ihtilâl ve inkılap da bir tefekkürün neticesidir.

Muzaffer Ayvalıoğlu, Aylık Dergisi 181. Sayı, Ekim 2019