Cezayir’in Tüm Dünyaya Verdiği Ders

Esselâmü Aleyküm.
Nasılsınız? (Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
İyiyim, iyiyim. Hava çok soğuk gerçi, hattâ kar yağışından dolayı geçen hafta boyunca çok daha soğuktu ama bugün yine de iyi, güneşli. Neticede, dayanıyorum, ayaktayım.
Bir şey sorayım: Mektublarımın herhangi biri ulaştı mı? (Av. Yılmaz, ulaşmadığını söylüyor.)
Tek tek herkese bir mektub yazmıştım oysa. Hiç de normal değil. Çok tuhaf, çok tuhaf. Bunu Türk polisi yapıyor sanırım. (Av. Yılmaz, “bence de öyle olabilir” diyor, dilerse gelecek hafta bir mektub daha gönderebileceğini söylüyor Carlos’a).
Tamam, bir mektub daha göndereceğim, bunu yapacağım. (Av. Yılmaz, “dün Nurettin Güven’i ziyaret ettik” diyor.)
Oo, nasıl peki? (“İyi, iyi. Size ve kaldığınız cezaevindeki herkese çok selâm söylüyor. Beni görünce çok da mutlu oldu zaten” şeklinde cevablıyor Av. Yılmaz.)
Güzel, güzel. Buradaki herkes de onu soruyordu bana. (Av. Yılmaz, aynı gün Salih Mirzabeyoğlu’nu da ziyaret ettiklerini, kendisinin iyi olduğunu ve Carlos’a devrimci selâmlarını gönderdiğini ifâde ediyor.)
Kaldığı hücrenin fizikî şartları ve kendisinin sağlığı nasıl? Tek başına kalıyor, değil mi? Hücresinin büyüklüğü ne kadar? (Av. Yılmaz, şimdilik bir problem olmadığını, sağlığının iyi olduğunu, tek başına kaldığını ve hücresinin de 9 metrekare büyüklüğünde olduğunu söylüyor.)
Demek 9 metrekare, buradan az biraz daha büyükmüş. Allah yardımcısı olsun.
Bana soracağınız herhangi bir soru var mı? (Av. Yılmaz, sorusu olmadığını, dilediği gibi konuşabileceğini söylüyor Carlos’a. Hava soğuk olduğu için isterse kısa konuşabileceğini ilâve ediyor.)
Konuşabilirim, konuşabilirim. O kadar da soğuk değil. Mesele aslında soğuğun kendisi değil, rüzgâr. Rüzgâr olduğunda hakikaten katlanılmaz oluyor. Bereket, şimdi soğuk yok. Bu yüzden rahatça konuşabiliriz.
Şu ân olan biten ve hakkında konuşabileceğimiz bir sürü hâdise var. Yalnız, hatırıma, Mali’nin kuzeyindeki, Sahil bölgesindeki durum geliyor. Bu mesele hakkında daha önce de konuştuk belki ama şimdi durum netleşti: Emperyalist ve saldırgan ülkeler, günden güne daha da fazla tereddüt ediyor Sahil’e girmekte. Çok muazzam genişlikte, Türkiye’den bile birkaç kat daha geniş bir bölge çünkü.
Gerilla grublarına karşı tüm Anadolu’da bir savaş vermek zorunda kaldığınızı tasavvur edin, ne kadar zor olur. Tam olarak nerede olduklarını bilmiyorsunuz, her yerde karşınıza çıkıveriyorlar, vesaire. Sahil bölgesi ise, Türkiye’den birkaç kat daha büyüktür. Bir yandan depresyonla, bir yandan türlü beklenmedik durumla, bir yandan da gerçek bir yolun bile sözkonusu olmadığı ve sadece karavanların kullandığı tarihî patikaların bulunduğu coğrafî şartlarla boğuşacaklar. Yâni, oralara birlikler sokup işgal etmek hiç de kolay değil kısacası. Bunlar klimalı kışlalarda oturmak isterler, malûm. (Carlos gülüyor).
Gerçek birer savaşçı olan insanlarla karşı karşıya kalacaksınız. Aynı zamanda kabilelerle, klanlarla, uyuşturucu başta olmak üzere her çeşit malın kaçakçısı olan çetelerle, elbette siyasî vasfı olan mücahidlerle ve yine Tuareg milliyetçileriyle...
“Teröristler”e karşı bu büyük işgal oyununda rol oynamayı reddeden başlıca ilk ülke Cezayir oldu. Tabiî, sınır bölgelerinde bazı tedbirler aldılar, gözetleme amacıyla bölgedeki Cezayir ordu varlığını hava kuvvetleri ve helikopterlerle takviye ettiler. Fakat buna rağmen, Tuareg bağımsızlıkçılarıyla, Tuareg milliyetçileriyle de teması korudular. Neticede, fiilî olarak şu ân herkes, yabancı birlik sokup işgal etmek ve buna benzer problemli kararlar almak noktasında, Cezayir’in alacağı pozisyona göre durumu değerlendirmek zorunda kalacak.
Şundan dolayı Cezayir’in pozisyonuna bakmak zorundalar ki, herhangi bir yabancı müdahalesi, bölge nüfusunu aslında ikiye bölecektir: Yabancı işgalcilerle işbirliğine girecek hainler ve kalan herkes! Niye? Yabancı işgalci dediğiniz nedir ki; hıristiyanlar, yâni “küffâr”, kâfirler! (Carlos gülüyor). Böyle olunca, bu işgalcilere karşı, cihadçı olsun olmasın, Tuareg bağımsızlıkçısı olsun olmasın, herkes direnecektir.
Unutmayınız ki, Arab kabileleri de vardır Sahil’de. Tuareg veya Berberî değildir bunlar. Bir diğer ifâdeyle, bölgenin ilerideki gelişmesini engellemek ve buradaki petrol yahud uranyum gibi yeraltı zenginliklerini sömürmek için teşebbüs edilebilecek böylesi bir işgal, uzun ama çok uzun bir savaşa yol açacaktır.
Cezayir, tecrübesinden dolayı uzak duruyor bundan. Cezayir ordusundaki generallerin hepsinin geçmişte “gerilla” olduğunu hatırınızdan çıkartmayın. Dünyanın en iyi ordularından biri olan Fransız ordusuyla savaştı bunlar. Başkan Buteflika’nin kendisi bile, Cezayir Millî Kurtuluş Ordusu’nun yüksek rütbeli eski bir gerilla komutanıdır meselâ.
Yeri gelmişken, burada benim kaldığım cezaevinde de zamanında Buteflika’nın yanında komando olarak görev yapmış bir Cezayirli var. Şimdi emekli olmuş yaşlı bir insan. Öyle âdi bir suçlu olmasa da, birisiyle şahsî bir problemi oluyor ve gidip onu öldürüyor, bu yüzden de hâlâ cezaevinde.
Neyse...
Cezayirliler, 10 yıldan fazla süren bir iç savaş yaşadılar, biliyorsunuz. Bu savaş aslında tamamen bitmedi henüz ve bazı İslâmî direniş grubları hâlâ dağlarda, Tunus sınırına yakın bölgelerde bir mücadele veriyor. Elbette güneydeki Sahil bölgesinde de hem o bölgenin cihadçılarını, hem Cezayirli cihadçıları, hem de Tuareg milliyetçilerini görebilirsiniz. Bunlar etrafta dolaşıyor ve epey bir gürültü çıkarıyorlar.
Cezayirliler, birkaç ay önce ölen zamanın devlet başkanı ve eskinin Millî Kurtuluş Ordusu komutanı Şadli bin Cedid’e karşı bir darbe yapan, 1988-1991 döneminden itibaren demokrasiyle savaşan albaylar yüzünden bir iç savaş yaşadı. Bu albaylar, Cezayir halkının en müstesnâ geleneklerine ihanet etmiş, Cezayir Kurtuluş Cebhesi’nin şanlı geçmişine ihanet etmiş, sırf Arab veya Berberî oldukları için çoğu sivil milyonlarca Cezayirliyi katliâma uğratan zalim ve ırkçı Fransız sömürgecilerine karşı verilen direnişe ihanet etmiş kişilerdi.
İşte bu albaylar rejimi altında Cezayir, yabancı müdahalesine rıza gösterdi bir bakıma. Özellikle Cezayir’in güneyindeki kimi bölgelerde sömürüye, yabancı şirketlerin ve bunlarla birlikte kimi yabancı güçlerin ülkeye girişine çanak tuttu. Bunlar güya özel şirket görünümlü paralı asker grublarıydı. Güney Afrikalı, ABD’li, İngiliz bu paralı askerlerin Cezayir’e yerleşmesine paralel olarak, özellikle Amerikan ve İngiliz özel kuvvetlerinden unsurlar da bu maske altında Cezayir’e sızdı. Böyle bir davranış Cezayir halkının şerefine karşı işlenmiş bir suçtur ki, zaten bunu kabul ettikleri ânda kendi şereflerini de kaybetti bu albaylar.
Gerçi Cezayir ordusu, bir halk ordusudur. Subayların bir bölümü elbette profesyoneldir ancak askerler öyle değildir, Türkiye’deki gibi yalnızca millî bir hizmeti, millî bir vazifeyi ifâ etmektedirler.
Şimdi ise, Abdülaziz Buteflika gibi vatansever bir insanın devlet başkanlığı sırasında Cezayir, güneyindeki bu yabancı askerî varlıktan çoğu sıyrılmayı başarmıştır ki, bugün gündeme gelen Sahil’i işgal plânlarına da karşı çıkacaktır. Bellibaşlı iki sebebi olacaktır bunun:
Öncelikle, şayet Cezayir böyle bir savaşa dahil olursa, Cezayir hava sahası binlerce küçük veya büyük uçağın yahud helikopterin üzerinde uçtuğu ve Sahil’deki işgalci birliklerin silâh, yiyecek, elbise gibi ihtiyaçlarını üzerinden teslim ettiği bir ülke olacaktır. Bu tarz bir şeyi ne iktidardaki Buteflika, ne de -sağ veya sol görüşten farketmez- gerçekten vatansever Cezayirliler kabul edecektir. Ülkesine yabancı müdahalesini kabul eden kişi bir haindir çünkü. Bunu da hiçbir vatansever kabullenmez.
Ya bugün Türkiye’de olanlara ne demeli?..
İktidarda müslüman kardeşlerimiz var Türkiye’de. Yerleşik siyonist etkiden ülkeyi kurtarmak üzere iktidara gelmiş bu insanlar, şimdi NATO askerleri ülkeye gelsin, işte Almanlar şunlar bunlar gelsin de Türkiye’nin güney sınırlarını Suriye uçaklarından roketleriyle korusun diye yalvarıyorlar. Tasavvur edebiliyor musunuz? Suriye uçakları mı bombalayacakmış Türkiye’yi? Bu hakikaten kabul edilir bir şey değil. Böyle bir şey, sadece Teksas’ta alınan bir karar dolayısıyla olabilir. Öbür türlü, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan miras kalan Sabetayist rejime muhalif oldukları için mevcud hükümete oy veren Türk kardeşlerimiz, o iyi müslümanlar bunu kabul edemez. Bu insanlar, Türkiye dahilinde herhangi yabancı bir unsuru kabullenmeyeceklerini, Türkiye’nin NATO’dan çıkması talebini ilân etmeliler.
Cezayir’e dayatılan durum da bunu andırıyor. Ancak, bu sadece milî bir hükümranlık meselesi veya Cezayir halkının haysiyeti yahud Cezayir’in cumhuriyet geleneklerine saygı bakımından değil, diğer bir sebeb olarak, sırf savaş mantığı bakımından bile kabul edilebilir değildir. Bu şekilde bir işgal, çılgınca bir hâdise olur.
Irak’ı işgal ettiler, kimyevî silâhlar olsun diğer yasak silâhlar olsun her şeyi kullanarak Iraklıları katliâma uğrattılar da ne oldu? Sonunda savaşı kaybedip, kaçarcasına Irak’ı terketmek zorunda kaldılar. Geride sadece çok sıkı korunan ve ileride İran veya Suriye’ye falan saldırırlarsa kullanmak üzere birtakım üsler bıraktılar ki, buralara da tüm ihtiyaç maddeleri havadan gelebiliyor ancak.
Demek istediğim şey, Cezayirlilerin yaptığı şey, en azından “makûl”dür.
Bilvesile, bir husus: İnsanlar, bir meseleye kendi açılarından bakar, haklı olduklarını düşünür ve bunu savunurlar; normaldir. Fakat karşı tarafın, düşman tarafın bakış açısı da daima hesaba katılmalıdır. Çünkü insan herşeyde yüzde yüz haklı olamaz. Düşmanın da kendine göre haklı olduğu noktalar vardır. Biz ne bir tanrı ne de bir peygamberiz. Elbette birçok yanlış yaparız. Zaten yanlış yapmamanın tek bir yolu vardır, o da hiçbir şey yapmamaktır ki, nihâyetinde yanlışların en kötüsü de budur.
İşte bunun gibi, “devrimci” demiyorum, Buteflika ve diğerlerinin “vatansever” çizgisi, bağımsızlık savaşının hatıraları hâlâ hafızalarında taze olanlarla onların çocuklarının bu çizgisi, tüm bu emperyalist güçlere karşı koymak bakımından geçerli bir yoldur.
Moritanya’nın general cumhurbaşkanının Cezayir’in aldığı pozisyonun aynını tercih eden yaklaşımı da yine bu bakımdan haklıdır. Moritanya’nın limanları niçin tank, kamyon, asker vesaire getiren Amerikan gemileriyle dolsun ki? Moritanya halkı ne demeye mücahidlerle savaşmaya ve işgal etmeye gelmiş bu “küffâr”ı kabullensin ki?.. “Stratejik” bakımdan böyle davranmakta sonuna kadar haklılar.
Cezayir, hakikaten büyük bir bölge gücüdür. Dünyada, özellikle “üçüncü dünya”da sembolik bir rolü vardır. Aynı şekilde, sadece Fransa’ya değil, tüm Avrupa’ya göç eden vatandaşları dolayısıyla, Avrupa meselelerinde bile söyleyecek bir sözü vardır yine. Ayrıca, tüm dünyaya petrol satan bir ülkedir.
“Üçüncü dünya” ülkeleri, az gelişmiş ülkeler, mükemmel olmaktan uzak ülkeler, bugün siyasî anlayıştan doğan “stratejik dersler” veriyor herkese. Meselâ ne yapıyorlar, direnişin mücahidlerini, bir kısmı cihadçı olan Tuaregleri ve diğerlerini Cezayir’e davet ediyorlar.
Oysa unutmayınız ki, cihadçılara karşı en berbat savaş Cezayir’de verilmiştir. Zamanın hiç de meşrû olmayan hükümeti, katledilen ve gerçi bir kısmı pek de masum olmayan 100 bin insanın ölümü pahasına bu savaşı kazanmıştır üstelik.
Evet, “Direniş”in tüm dünyada kazandığı bu statü, insanların veya toplumların ister Baasçı, ister cihadçı, ister fedaî, isterse başka bir kimlikle Irak’ta, Afganistan’da ve başka yerlerde yabancı güçlere karşı direnmesi ve kendilerini fedâ etmesi sâyesinde kazanılmıştır.
Afganistan meselâ. Burada insanlar, kendi imanlarına dayanarak ayağa kalkmışlar ve Kızılordu’yu mağlub etmişlerdir. Kızılordu, dünyadaki en iyi ordudur; iyi teçhizatlı ve gerçekten savaşçıdır. Ben, Afgan mücahidlerle konuştuğum gibi, Sovyet subaylarıyla da konuştum. Saygıyla söz ediyorlardı Afgan mücahidlerden; “inanılmaz” diyorlardı onlar için.
Yine Taliban’ı düşünün, eski Sovyet şimdiki Rus ordusundan bile kat kat güçlü bir ordular ittifakına, Amerikalısına, Fransızına, Almanına ve diğerlerine karşı nasıl direniyorlar şu ân orada.
Türk askerlerinden bahsetmedim dikkat ederseniz; normalde savaşmıyor, politik ve insanî çalışma yapıyorlar çünkü. Ki onlar da gerçek birer savaşçıdır, korkak falan değildir. NATO’ya alınmak ve ABD başta olmak üzere Batılı güçlerce kabullenilmek için Sabetayistlerce Kore Savaşı’na gönderilen Türk birliğini düşünün. Unutmayın ki, Almanların müttefiğiydi I. Dünya Savaşı’nda Türkler. II. Dünya Savaşı’nda ise Almanlara dönüktü Türk hükümetinin sempatisi; müttefiklere dönük değildi. Her neyse; bir muharebede bir albayın komutasındaki Türk askerlerinden geriye sadece 60 kişi kalmış, kalanı ise ölmüştü. Sonuçta yırtıcı savaşçılardı karşılarındaki Koreliler; toprakları, hakları ve sosyalist devrim için savaşıyorlardı. Allaha şükür, Türk askerleri şu ân Afganistan’da bilfiil savaşmıyor. Anladığım kadarıyla, Afgan halkına karşı işlenen savaş suçlarına iştirak etmiyor, bu yabancı işgalinde sadece suç ortaklığı yapmakla kalıyor Türk hükümeti.
İşte dünyanın bu en güçlü, en modern ve en zengin orduları, bugün Afganistan’da yenilmiştir. Hem de sınırlı imkânlarla ve neredeyse yalın ayak kendilerine direnen mücahidler karşısında!
Şimdi Sahra’da, Sahil’de teşebbüs edecekleri bir işgal durumunda neyle karşılaşırlar, artık siz tasavvur edin. Afganistan’da her yerde içecek su bulabilirsiniz hiç olmazsa. Sahil’de o da yok! (Carlos gülüyor). Üstelik çok da geniş bir arazide savaşacaksınız. Sahil, bu bakımdan da Afganistan’a benzemeyecektir.
Yoldaş Abdülaziz Buteflika’nın, bu sevgili eski dostun, eski güzel günlerden bu kadîm dostun, “üçüncü dünya”nın öncüsü bir pozisyonda, sonuçta haklı olduğu ortaya çıkacak belli görüşlerin ve belli stratejik çizgilerin takibçisi olmasından dolayı doğrusu mutluyum.
Sahil’deki durum, orada yaşayan tüm insanların, dinî hakları da dahil olmak üzere bütün hakları garanti altına alındığı ve saygı gördüğü takdirde çözülür ancak.
Allahü Ekber.
8 Aralık 2012