Savaş Barkçin, yazısında, Batı'nın yardımseverlik kisvesi altında yürüttüğü sömürü düzenini ve iki yüzlülüğünü eleştiriyor. Yazar, Batılı devletlerin ve kuruluşların "hayırseverlik" adı altında kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarını gözettiklerini, gerçekte yardım ettikleri toplumlara zarar verdiklerini savunuyor.

Yazar, Batı'nın yardım ettiği ülkelere siyasi ve ekonomik çıkarları doğrultusunda şartlar dayattığını, yardımların büyük kısmının kendi personel ve şirketlerine aktarıldığını, karşılığında ise bu ülkelerden daha fazlasını sömürdüğünü belirtiyor.

Batı'nın, ihtiyaç fazlası ürünleri "yardım" adı altında diğer ülkelere yollayarak kendi üreticilerini koruduğunu, hatta bu yolla rakip olabilecek sektörleri çökerttiğini ifade ediyor.

İşte o yazı:

Batılı devletler öyle bir düzen kurmuşlardır ki, çevrecilik gibi diğer bütün saf ve temiz fikirleri de kendilerine güç sağlayacak şekilde istismar ederler. İğfal etmedikleri, kirletmedikleri hiçbir fikir ve değer yoktur. Dinden bilime, çevreden çocuklara kadar...

Örnek olarak yardımseverliği verelim. İngilizce'de zengin insanların topluma hizmet için kurdukları vakıflara "philantropy" denir. Kelime anlamı "insan sevgisi" demektir. Ama buna asla "hayırseverlik" diyemeyiz. Çünkü niyet bozuktur. Allah'a inanmayan biri için "hayır" kelimesi değil, belki "iyilik" kelime- si geçerlidir... Bu yüzden "sadaka" kelimesine yakın gelen "charity" değil, "philantropy" denir.

Bu "insan sevgisi"ne pek çok örnek verilebilir. Mesela ABD'nin kurucularından Benjamin Franklin 1764'te bir doktora yazdığı mektubunda şöyle der: "Hayatını kurtardıklarınızın yarısı işe yaramaz adamlar, diğer yarısı da zararlı insanlar. Bunları kurtarmaya değmez. Kaderin planına böyle savaş açmanızdan dolayı vicdanınız hiç sizi rahatsız etmiyor mu?" Bu "kaderci" liberal şahsiyetin izinden giden ABD, sonraki dönemlerde de "bir işe yaramayan" zencilere köpek muamelesi yapmaya, "zararı" Kızılderililer'i de yok etmeye devam etti. 1800'de 600.000 olan Kızılderili sayısı bu soykırım sebebiyle 1900 civarında 250.000'e düşmüştü. Ne büyük bir “insan sevgisi!"

Philantropy kuruluşları vergiden muaftır. Osmanlı'da da servetlerinden vergi alınmasını ve ölünce devlete intikal etmesini istemeyen uyanık paşalar ve zenginler hemen bir vakıf kurar ve mütevelli olarak da kendi evlatlarını koyarlardı. Aynı şey...

ABD'de en büyük yardımseverler arasında şu anda kimler var biliyor musunuz: George Soros, Bill Gates, William Buffet... Şu Buffet ilginç bir adamdır. Dünyanın en zengin adamı... İşi fon alıp fon satmak. Kısacası faiz ile geçinen bir adam... O da Bill Gates'in vakfına tam 31 milyar dolar bağışlamış. Zaten vakfın mütevellilerinden biri de o...

Microsoft yazılımları ile bütün dünyayı istediği şekilde söğüşleyen, piyasa olarak bütün dünyayı kullanan Bill Gates'in bir yardımsever olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Yardım yapmaya önce dünyaya attığı kazıkları iade ederek başlasa daha iyi olmaz mıydı? Bu adamın kurduğu vakfın şu andaki sermayesi tam 36,2 milyar dolar... Şu anda da zaten ticari işleri bıraktığını ve sadece hayır işleriyle uğraştığını söylüyor. Bu hayırlı iş nedir dersiniz? Afrika'da fakirliği gidermek, sağlık hizmetleri vermek, her yerde bilgisayar kullanımını yaygınlaştırmak... Çünkü en aç kıtaya bilgisayar satmak için önce orada bu ihtiyacı canlandırmak gerekir. Asıl niyeti bu... Ayrıca Gates'in vakfı, Amerikan devletinin önümüzdeki asırda küresel rekabetin yaşanacağı Afrika'ya soktuğu bir Truva atı... Bu "hayırsever"" Gates sonra kalktı, Avrupalılar'ın Afrikaılar'ı mülteci olarak kabul etmemesini istedi.

Yakınlarda Apple başkanı Steve Jobs öldü. Bizde adama bir matem, bir evliya muameleleri... Kimse, "Yahu bu adam hayatta hayırlı hangi işi yaptı?" diye sormadı elbette. Meşhursa başka soru sormaya gerek yok zaten. Halbuki bu adam her ürünüyle dünyayı yürüten bir uyanık simsardı. İnsanlara saygısı olsaydı herhalde onlara bu kadar pahalı ve tekelci ürünler satmazdı. Ama ölünce badem gözlü oldu. Hatıra kitabını bile be dava dağıtmadı adam... Apple dükkânlarında sattırdı. Bizdeki şapşallar da o kitabı alıp, kendilerini hayatı boyunca soyan bu adamın ardından göz yaşı döktüler.

Söylem böyle bir şey işte. Hem sizi soyarlar, hem de soyulmanın ne kadar şık, modern ve harika bir şey olduğunu size benimsetirler. Batılı iş adamları böyle iken, devletleri farklı değildir.

Batılı yardım kuruluşları devletlerinin gösterdiği yönde ve ülkelerde iş yaparlar. Kızılhaç bir Hristiyan yardım örgütüdür. Güya Afrika ülkelerine yardım eden Oxfam, İngiliz Devleti'nin kullandığı bir araçtır. Bu tür yardım kuruluşları görevlilerinin önemli bir bölümü gizli servisler için çalışır. Birleşmiş Milletler dahil bütün yardım kuruluşları verdiklerinden katlarca fazlasını sömürmek gayesiyle çalışırlar. Ülkelere verdikleri yardımın önemli bir kısmı zaten kendi personel giderlerine, komisyonlara ve gönderdikleri uzmanların maaşlarına harcanır.

İsmailağa'da neler oluyor? İsmailağa'da neler oluyor?

Sivil toplum deyince aklımıza kendini feda etmiş, Allah rızası için çalışan, iyi niyetli insanlar gelir. Oysa STK'lar, Batı'nın güç oyununda icat ettiği ve desteklediği aktörlerdendir. Devletin soğuk yüzünün ve isminin tepki doğuracağı yerlere daha iyi nüfuz etmek için desteklenirler. Gezi ve Mısır olaylarında da ABD'nin ve Avrupalı devletlerin desteklediği sivil toplum kuruluşları önemli rol oynadılar.

Bu kuruluşların Mısır'da "yerel demokrasinin geliştirilmesi" gibi masum ve ulvi adlı projelerde para verip organize ettikleri kişiler, Mursi'ye karşı olası bir devrim sırasında bir otobüsü durdurup yolcularla beraber yakma fikrini tartışıyorlardı. George Soros Open Society, yani açık toplum denen liberal vakfıyla pek çok ülkede aktif. Bu Soros başlı başına bir fitne kaynağıdır. Fakat yaptığı işler kendi idealizminden kaynaklanmıyor. Bunlar bir Macar yahudisi olan ve İsrail'deki derin devletle ilişkisi bulunan Soros'un kişisel hobisi değildir. ABD ve İsrail olmadan Soros istediği kadar zengin olsun bir şey yapamaz.

ABD, bu gibi siyasi projelere desteğini resmi kuruluşları aracılığıyla vermez. Her türden think-tank, vakıf bu iş için kullanılır. Mesela Mısır için The Middle East PartnershipInitiative (MEPI), USAID ve National Endowment for Democ- racy (NED) kullanılır. Bush'un kurduğu MEP Ortadoğu'daki politikayı etkilemek için bölgedeki "demokrasi" projelerine 2002'den beri 1 milyar dolara yakın para harcadı. USAID ise aynı amaç için yılda 1,4 milyar dolar harcıyor.

Nerede "demokrasi" kelimesi görürseniz bilin ki o ABD'nin bizim bölgemizde İslâm karşıtı, laik ve kendi taraftan grupları, bazen de kendi çıkarı için aşırı uçları desteklemesi anlamına gelir.

Bizde de etkin olan National Endowment for Democracy (NED), Kongre'nin verdiği yıllık 140 milyon dolar sahip. NED, Mısırlı bir darbeci yüzbaşıya dört yıl boyunca para verdi. Bu da demokrasi adına elbette...

Bizde bu yardım olayı pek bilinmez. Batılı devletlerin yardım kuruluşları mutlaka siyasi güç edinecekleri ülkelere ve sorunlara yardım yaparlar. Allah rızası için yardım diye bir şey yoktur. Karşılıksız yardım da olmaz. Bize milyarlarca dolar yardım miktarlarını gösterirler. Bilmeyenler de sanır ki bu paralar o ülke halkına gidiyor. Hiç de öyle değildir. Verilen yardımları götüren, dağıtan kendi adamlarının maaşları, konaklama masrafları hep bu paranın içindedir. Birçok yer- de yardım adı altında yapılan tesislerin müteahhitleri de ayı ülke şirketleridir. Dolayısıyla yardım tezgâhı aslında yardım yapan ülkelerin işine yarar. Üstüne üstlük, yardım bahanesiyle kritik bölge ve toplumların arasına girilir, istihbarat toplanır. Doktorlar, hemşireler, mühendisler, yardım görevlileri, gönüllüler kendi devletlerine bulundukları ülke hakkında sürekli bilgi akıtırlar.

Bazen Batılı bir ülkede bir tarımsal üründe aşırı üretim olur, değeri düşer. O zaman da bu ülkeler birden Afrika'da- ki açları hatırlarlar. Onlara değeri düşen gıda malzemesi ne ise onları göndermeye başlarlar. Milyonlarca tonluk yardım aslında ihracat gibidir. Çünkü devletler bu şekilde kendi üreticilerine bir nevi sübvansiyon uygulamış olurlar. O üreticileri mağdur olmaktan kurtarırlar. 1960'lar ve 70'lerde bizde ilkokullarda bedava dağıtılan Amerikan süt tozu hikâyesinin esası da budur. ABD, süt üretimi fazlasını sağlık açısından zararı süt tozu haline getirip bizim gibi ülkelere güya "yardım" olarak gönderdi ve kendi süt üreticilerini korudu.

Bazen de bu gibi gıda yardımları yardım edilen ülkede rakip olabilecek sektörü çökertmek için kullanılır. 1960'larda ABD, Guatemala buğday üretiminde güçlü hale gelince birden bu ülkeye hiç ihtiyacı olmayan buğday yardımı yapmaya başladı. Böylece buğday üreticileri, piyasa bedava buğday dolduğu için üretemez hale geldiler.

Dünya Bankası gibi ABD kontrolündeki uluslararası kuruluşların yardım veya kredileri de böyledir. Verilen kredinin büyük kısmı uzmanlık, teknik yardım, proje gibi başlıklar altında yine kendilerine döner. Yardım veya kredi alan ülkelerdeki bürokratlar, vakıflar ve dernekler bu ihaneti bilirler. Fakat kendileri için ekstra maaş, tefriş edilen makam odaları, inşa edilen binalar ve hatta sadece yurt dışı gezileri için bu ihanete göz yumar, ortak olurlar. Bizde bir ABD veya Avrupa gezisi için Batılılar'a gönüllü muhbirlik yapan akademisyen, bürokrat, asker ve gazetecilerin sayısını görseniz şaşırırsınız. Bu ifşa olduğunda utananı da pek çıkmaz.

Ülkemizde Batılı yardım kuruluşları onlarca yıl kendi düzenlerini işlettiler. Devletimiz de onların gayelerine sadece alet oldu. "Durun bakalım, niye bu alana veya bölgeye yardım yapıyorsunuz?" diyen pek çıkmadı. ABD'den İsveç'e, İngiltere'den Almanya'ya kadar hepsi ortalıkta fink attılar. Kimisi misyonerlik yaptı, kimisi Kürtçülük, kimisi en değerli bitki örneklerini aldı gitti, kimisi de kamu kurumlarının içine yuvalandı. Yakın zamana kadar hepsi serbestçe istihbarat topladı, yıkıcı faaliyetleri destekledi, buradan kabiliyetli gençleri devşirip kendi çıkarları için kullandılar.

Zaten yardımların büyük kısmı siyası şartlara bağlıdır. Ülkemizdeki IMF dönemini hatırlayın. IMF birkaç milyar dolar para vereceği zaman mutlaka ekinde gizli bir mektupla siyasi şartları sıralar. Kimlerin bakan ve müsteşar olacağı bile zikredilir. Harcamalar, yatırımlar, yoksullara yardımlara katı sınırlar getirilir. Evet, ülkemizin ekonomisi uzun yıllar böyle emir komuta sistemiyle yönetildi. Buna en güzel örnek Dünya Bankası'dan ithal edilen Kemal Derviştir. Amerikan çıkarlarına çalışan bu "sosyal demokrat" kişi, uzaktan kumanda yetersiz olunca ülkemize resmen "genel vali" olarak gönderildi. Hükümetin ve bürokrasinin her işine karıştı. Onun müsaadesi olma- dan o dönemin koalisyon ortakları olan ne "solcu", ne "liberal", ne de "milliyetçi" liderler bir şey yapamazlardı. Genel seçimleri erkene aldırarak 2002'de yapılmasına yol açan da odur.

ABD, Türkiye'nin Rusya'nın uydusu olmasını engellemek için İnönü döneminden başlayarak Marshall yardımları kapsamında ülkemize para ve askerî malzeme yardımı yaptı. Bunun yanı sıra diktatörlükten demokrasiye geçişi şart koştu. Çok partili sisteme geçiş İnönü'nün demokrasi aşkından değildi elbette. Öyle olsaydı "açık oy gizli tasnif" gibi dünya tarihinde görülmemiş bir garabeti icat etmezdi. ABD'nin baskısı, yani zorla güzellik 1946'da sonuç vermedi. İnönü "yapar gibi görünüp" yine işleri kendi menfaatine manipüle etti. Fakat ABD 1950'de daha sert bastırınca nisbeten açık bir seçim yapmak zorunda kaldı ve tabiatıyla kaybetti.

Marshall yardımını önemseyenler olabilir. Oysa siyasî etkisi dışında aslında pek büyük bir yardım değildi. Hatta "askeri yardım" dendiğinde de ABD'nin büyük ve ileri silahlar verdiğini sanmayın. Askeri yardım denen şeyler kullanılmış ayakkabılar, çadırlar, Dünya Savaşı'nda hurdaya çıkmış kamyonlardan oluşuyordu.

Amerikan yardımlarının ülkemize hayır değil, şer getirdiğini bilen Özal ısrarla Amerika'dan yardım yerine ticareti artırmasını talep etti. Buna olumlu cevap verilmedi. Çünkü bağımlılığı devam ettirmek gerekiyordu.

Maalesef Batı'nın yeni sömürgecilik yöntemi olan dış yardımda da geri kalmış durumdayız. Bizim ne dış yardımda ne de başka konularda Batı'ya benzeme amacımız yok. Fakat iyi niyetli insanlarımızın yurt dışındaki felaketlere, açlığa ve zulme maruz kalmış insanlara yardım için örgütlenmesi ancak 1990'larda başladı. Niçin? Çünkü kendi insanına düşman, içe kapanık bir devlet anlayışı dünyadaki insanlarla nasıl bir irtibat kurabilir ki? Mesela 1999 Marmara depremi oldu. Devletin resmen çöktüğü bu felakette on binlerce insanımız öldü. Yüz binlercesi aç açıkta kaldı. Bu depremde askeri cunta dindar vakıfların deprem bölgesindeki insanlarımıza yemek, kıyafet ve barınak bulma çabalarını yasakladı. Yapanların bir kısmı bölgeden uzaklaştırıldı, diğerleri tehdit edildi.

2002'den beri Türkiye'nin uluslararası siyasî etkinliği arttıkça dış yardım etkinliği de artıyor, daha da artmalı... Nitekim Türkiye 2015 yılında milli gelire oranla en fazla insani yardım yapan ülke oldu. Parasal değer bakımından ise 3.2 milyar dolar ile Amerika'dan sonra dünyada en fazla insani yardım yapan ikinci ülke oldu. Türkiye'yi İngiltere, AB kurumları ve Almanya takip etti.

Artık bilinçli, gittiği yerin dilini bilen, yardım organizasyonunu şeffaf, etkin ve sorunsuz yapan sivil toplum kuruluşlarımız, vakıflarımız var. Kızılay, birkaç emekli askerin arpalığı olmaktan çıkarıldı, nihayet bir yardım kurumu haline geldi. Pek çok sivil yardım kuruluşumuz var ve çok iyi çalışıyorlar. Şimdi delikanlılarımızın askerlik görevi yerine dış ülkelerde yardım faaliyetlerinde çalışması, bütün gençlerimizin de hem kendi fakirlerimize hizmet ederek hem de yurt dışındaki projelerde çalışarak üniversite kredisi kazanabilmesi için düzenlemeler yapmak gerekiyor.

Biz Batılılar gibi yardım yapamayız. Onlar çıkarları olmayan bir yere yardım yapmazlar. Çıkarları olan yerlerde de bunu şirin görüntü altında, her zamanki ikiyüzlülükleri ile yaparlar. Yardımları ile de sömürmeye devam ederler. Bir verip bin almayacakları yerlere yardım yapmazlar.

Biz insani bir medeniyetin mensupları olarak ne ikiyüzlü olabiliriz, ne de vahşi çıkarlara dayanabiliriz. Merhamet ve şefkat ile, fakat akıl ile yardımlarımızı her yere ulaştırmalıyız. Bunu yaparken sadece devlet olarak değil, toplum olarak da Batı'nın ezdiği insanların yanında olmalıyız.

Savaş Ş. Barkçin, Medeniyet Aklı, 2022, s. 311-319