İnsanlık tarihi boyunca kader (kader) kavramı, varoluşun anlamlandırılmasında merkezi bir rol oynamıştır. Bireysel ve toplumsal hayatın gidişatını belirleyen aşkın bir irade, kozmik bir düzen ya da tesadüflerin kör oyunu olarak anlaşılan kader, modern dönemle birlikte köklü bir dönüşüme uğramıştır. Geleneksel metafizik ve teolojik çerçevelerin zayıflamasıyla birlikte, kaderin tayin edici gücünün kaynağına dair algı da değişmiş; önce siyasi iradeye, ardından ekonomik süreçlere ve nihayetinde, günümüzde giderek artan bir şekilde teknolojik mekanizmalara bağlanmıştır. Bu makale, kader anlayışındaki bu modern dönüşümün izini sürmeyi ve özellikle teknolojinin, kapitalizmle eklemlenerek nasıl yeni ve potansiyel olarak daha totaliter bir kader belirleyicisi haline geldiğini tartışmayı amaçlamaktadır. Bu süreç, özgür irade, bilinç, mutluluk ve insanlık durumu üzerine ciddi felsefi ve etik sorgulamaları beraberinde getirmektedir.
Kaderin Siyasallaşması: "Siyaset Kaderdir"
Modernleşme süreciyle birlikte, insanın kendi kaderini tayin etme potansiyeline yapılan vurgu artmıştır. Bu dönüşümün önemli bir veçhesi, kaderin siyasi irade ve güçle ilişkilendirilmesidir. Bu bağlamda, Napolyon Bonapart ile Johann Wolfgang von Goethe arasındaki meşhur diyalog sembolik bir anlam taşır. Napolyon'un, antik trajedilerdeki dışsal ve kaçınılmaz kader anlayışının artık geçerliliğini yitirdiğini ve "Artık siyaset kaderdir" dediği rivayet edilir. Bu ifade, insan eylemlerinin, özellikle de siyasi güç mücadelelerinin ve kararlarının, bireylerin ve toplumların yazgısını belirleyen temel faktör haline geldiği yönündeki modern inancı yansıtır. Artık kader, tanrıların ya da soyut bir alın yazısının değil, büyük ölçüde iktidar sahiplerinin ve siyasi süreçlerin bir ürünü olarak görülmeye başlanmıştır. Bu anlayış, kaderin dünyevileştiği ve insan iradesinin –en azından siyasi elitlerin iradesinin– belirleyici olduğu yeni bir döneme işaret eder.
Kaderin İktisadileşmesi: Ekonomi Belirler
Siyasetin kader üzerindeki belirleyiciliğine yapılan vurgu, zamanla yerini daha temel bir güce bırakmıştır: ekonomi. Özellikle 19. yüzyıldan itibaren gelişen eleştirel düşünce ve Marksist analizler, siyasi yapıların dahi altında yatan ekonomik ilişkiler ve üretim biçimleri tarafından şekillendirildiğini öne sürmüştür. Bu perspektife göre, bireyin kaderini belirleyen asıl unsur, siyasi kararlardan ziyade, içinde bulunduğu sınıf konumu, üretim araçlarıyla olan ilişkisi ve ekonomik sistemin dayattığı koşullardır. Kapitalizmin yükselişiyle birlikte bu anlayış daha da pekişmiştir. Piyasa dinamikleri, sermaye birikimi süreçleri ve ekonomik krizler, bireylerin yaşam olanaklarını, tercihlerini ve geleceklerini derinden etkileyen, adeta kaçınılmaz görünen bir "ekonomik kader" yaratmıştır. Artık kader, yalnızca siyasi iktidarın değil, aynı zamanda ve belki de daha temel olarak, ekonomik yapının bir fonksiyonu olarak kavranmaktadır.
Kaderin Teknolojikleşmesi: Yeni Bir Tahakküm Ufku
Günümüzde kader anlayışındaki dönüşüm, belki de en radikal ve endişe verici aşamasına ulaşmıştır: teknolojinin kader belirleyici bir güç olarak ortaya çıkışı. Özellikle dijital teknolojiler, yapay zeka, biyoteknoloji ve veri analitiği alanlarındaki gelişmeler, hayatımızın her alanını kuşatan ve yönlendiren yeni mekanizmalar yaratmıştır. Bu durum, "Tekno-Kapitalizm" ve hatta daha ileri bir aşama olarak "Tekno-Feodalizm" kavramlarıyla ifade edilmektedir. Bu yeni düzende, Amazon, Meta, Google (X) gibi devasa teknoloji platformları, modern çağın feodal beyleri gibi hareket ederek, bilgiye, iletişime ve hatta sosyal ilişkilere erişimi kontrol etmekte ve bu süreçte en değerli metayı –verilerimizi ve dikkatimizi– toplamaktadırlar.
Teknolojinin kader üzerindeki etkisi, sadece dışsal koşulları şekillendirmekle kalmaz, aynı zamanda varoluşumuzun en mahrem katmanlarına nüfuz eder:
- Biyolojik Kaderin Manipülasyonu: Biyoteknoloji ve genetik mühendisliğindeki ilerlemeler, insanın biyolojik yapısına müdahale etme imkanını sunmaktadır. Göz renginden zeka potansiyeline, hastalıklara yatkınlıktan ömür süresine kadar pek çok özelliğin teknolojik olarak "tasarlanabilir" hale gelmesi, biyolojik kaderimizin dahi artık mutlak olmadığını, aksine manipüle edilebilir bir alana dönüştüğünü göstermektedir. Bu durum, "insan doğası" kavramını ve varoluşumuzun biyolojik sınırlarını sorgulamamıza neden olmaktadır.
- Bilincin ve Duyguların Yönlendirilmesi (Psikopolitika): Dijital platformlar ve algoritmalar, yalnızca davranışlarımızı değil, aynı zamanda düşüncelerimizi, arzularımızı ve duygularımızı da şekillendirme potansiyeline sahiptir. Sosyal medya akışlarından kişiselleştirilmiş reklamlara, çevrimiçi etkileşimlerden haber tüketimine kadar her alanda, algoritmalar dikkatimizi yönlendirir, beğenilerimizi biçimlendirir ve hatta siyasi tercihlerimizi etkiler. WhatsApp gibi ücretsiz sunulan hizmetlerde "bedel sensin" (you are the product) anlayışı geçerlidir; yani kişisel verilerimiz, dikkatimiz ve duygusal tepkilerimiz, bu platformların asıl sermayesini oluşturur. Bu yolla, aşk, nefret, kıskançlık gibi en temel insani duygular dahi manipülasyona açık hale gelirken, "istenmeyen" addedilen duygu ve düşüncelerin teknolojik olarak "temizlenmesi" veya bastırılması gibi distopik senaryolar gündeme gelmektedir. Özgür irademiz, farkında olmadan, sürekli bir yönlendirme ve şekillendirme bombardımanı altında aşınmaktadır.
Özgürlük, Farkındalık ve Yeni Kader Anlayışının Meydan Okumaları
Teknolojinin kaderimiz üzerindeki bu yeni tahakkümü, geleneksel özgür irade anlayışını temelinden sarsmaktadır. Eğer düşüncelerimiz, arzularımız ve kararlarımız büyük ölçüde algoritmalar tarafından yönlendiriliyorsa, gerçek anlamda özgür olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Daha da önemlisi, bu manipülasyonun ne ölçüde farkındayız? Matrix filmindeki gibi, içinde yaşadığımız gerçekliğin kendisi teknolojik olarak inşa edilmiş bir simülasyon ise, bu durumun farkına varmak ve ona direnmek nasıl mümkün olabilir? Tıpkı bir kabustan uyanmak için önce rüyada olduğumuzu idrak etmemiz gerektiği gibi, teknolojik tahakkümün farkına varmak da ona karşı eleştirel bir duruş geliştirmenin ön koşuludur. Ancak bu farkındalığın kendisi dahi, bizi kuşatan teknolojik ortam tarafından engelleniyor olabilir.
Bu durum, mutluluk anlayışımızı da yeniden düşünmeye zorlamaktadır. Eğer teknoloji bize sürekli haz ve tatmin vaat ediyor, ancak bunu bizi edilgen tüketicilere dönüştürerek ve gerçek insani bağlardan kopararak yapıyorsa, bu "mutluluk" ne kadar otantiktir? Bizi sürekli "mutlu olmaya" zorlayan bir sistem, aslında derin bir anlamsızlık ve yabancılaşma üretmiyor mu?
Kader kavramı, modern düşünce tarihinde önemli bir dönüşüm geçirmiştir. Aşkın bir iradenin tecellisi olarak görülen kader, önce siyasi iradenin, ardından ekonomik yapıların ve nihayetinde teknolojik mekanizmaların belirlediği bir olgu olarak anlaşılmaya başlanmıştır. Teknolojinin, özellikle de kapitalist mantıkla birleşerek hayatımıza nüfuz etmesi, kaderimiz üzerinde benzeri görülmemiş bir kontrol potansiyeli yaratmaktadır. Bu yeni durum, biyolojik varlığımızdan bilincimize, duygularımızdan irademize kadar insan olmanın temel veçhelerini tehdit etmektedir.
Bu teknolojik kaderciliğe karşı eleştirel bir farkındalık geliştirmek, özgürlüğümüzü ve insanlığımızı yeniden tanımlamak ve sahiplenmek, çağımızın en temel görevidir. Geleneksel kader tartışmalarının metafizik derinliğini, günümüzün somut meydan okumalarıyla –siyaset, ekonomi ve teknoloji– ilişkilendirerek yeniden düşünmek, bu arayışta bize yol gösterebilir. Aksi takdirde, farkında olmadan, kendi inşa ettiğimiz teknolojik bir kabusun içinde, özgürlüğümüzü yitirdiğimiz bir geleceğe doğru sürüklenebiliriz.